Albert Hustin (1882-1967) ve Luis Agote (1868-1954)
1914 yılında, dünyanın iki farklı ucunda ve birbirlerinden tamamen habersiz olarak çalışan iki hekim — Belçikalı Albert Hustin (27 Mart’ta) ve Arjantinli Luis Agote (9 Kasım’da) — kanın saklandığı kapta pıhtılaşmasını önleyerek başarılı kan naklini gerçekleştiren ilk kişiler oldular.
19. yüzyılın ortalarına kadar cerrahlar, ameliyatlarda üç büyük zorlukla mücadele ediyordu: hastanın duyduğu dayanılmaz ağrı, operasyon sonrası gelişen ölümcül enfeksiyonlar ile kan kaybına bağlı şok ve ölüm
İlk büyük engel olan ağrı, anestezi ilaçlarının keşfi ve kullanılmasıyla aşıldı. Artık hastalar ameliyat sırasında acı çekmeden işlem görebiliyordu. Bu gelişme, cerrahlara daha uzun ve karmaşık operasyonlar yapabilme fırsatı verdi.
İkinci büyük engel olan enfeksiyonlar da zaman içinde çözüme kavuştu. Antisepsi (mikropların öldürülmesi) ve asepsi (mikropların ortamdan uzaklaştırılması) yöntemlerinin geliştirilmesiyle, ameliyat sonrası görülen ölümcül enfeksiyonlar büyük ölçüde azaldı.
Ancak üçüncü büyük engel, yani aşırı kan kaybına bağlı gelişen şok durumu, daha uzun süre çözümsüz kaldı. Bir ameliyat sırasında kaybedilen kanın yerine konması gerekiyordu, ancak bu konuda denenen yöntemlerin hiçbiri başarılı olmamıştı. Ortalama bir yetişkinin vücudunda yaklaşık 5 litre kan bulunur. Bu miktarın %20’sinden fazlası (yani 1 litreden fazla) kaybedildiğinde, vücut hayati organlara yeterince oksijen taşıyamaz hale gelir. Bu durum 'hipovolemik şok' olarak adlandırılır ve yaşamı tehdit eden bir krizdir. Hastalar, kan kaybı nedeniyle hayatlarını kaybetmeye devam ediyordu.
Bu sorun, kan naklinin güvenli bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için gerekli yöntemler geliştirilene kadar çözülememişti. Agote'nin sistematik bir şekilde geliştirdiği sitratlı kan nakli yöntemi, cerrahinin bu büyük engelinin aşılmasında önemli bir adım oldu.
1. Cerrahide Ağrı Sorununun Çözümü: Anestezinin Keşfi
Diş hekimi Horace Wells (1815-1848), 10 Aralık 1844’te katıldığı bir gösteride nitröz oksit (gülme gazı) soluyarak sarhoş oldu. Gazın etkisi altındayken ne yaptığını hatırlayamadı; ancak bir süre sonra vücudunda dizlerinde yaralar ve morluklar fark etti. Bu süreçte hiç acı hissetmediğini anlayan Wells, nitröz oksitin ağrı kesici etkisini araştırmaya karar verdi.
Hemen ertesi gün, yeniden gülme gazı soluyan Wells, asistanı John Mankey Riggs’ten (1811-1885) bir dişini çekmesini istedi. Deney başarıyla sonuçlandı; Wells hiçbir acı hissetmedi.
Wells’in eski asistanlarından William Thomas Green Morton (1819–1868), gülme gazıyla yapılan ağrısız diş çekimi haberinden çok etkilendi. Kimyager Charles Thomas Jackson (1805-1880) ile görüşerek sülfürik eterin uyuşturucu etkilerini öğrendi. 30 Eylül 1846’da, diş hekimi Morton, genç hasta Ebenezer Hopkins Frost’un (1824–1866) dişini çekerek ilk eterle acısız diş müdahalesini gerçekleştirdi. Bu çığır açıcı uygulama, kısa sürede gazetelere yansıdı ve kamuoyunda büyük ilgi uyandırdı. Haberlerden etkilenen Boston’lu cerrah Henry Jacob Bigelow (1818-1890), bu yöntemin cerrahi alanda da denenmesi için bir halka açık gösteri düzenlenmesini önerdi.
Ve nihayet, “Eter Günü” olarak tarihe geçen bu etkinlik, 16 Ekim 1846’da Massachusetts General Hospital’daki tarihi cerrahi amfitiyatroda gerçekleşti. Ünlü cerrah Dr. John Collins Warren (1778–1856), Edward Gilbert Abbott (1825–1855) adlı hastanın boynundaki tümörü, Morton’un uyguladığı eter anestezisi altında acısız bir şekilde çıkardı. Bu olay, modern cerrahide anestezininsis doğuşu olarak kabul edilirken, cerrahide yaşanan ağrı sorunu böylece çözülmüş oldu.
2. Cerrahide Enfeksiyonların kontrolü
Anestezinin cerrahide kullanımının artmasıyla birlikte, enfekte ameliyat yaralarının sayısı da yükseldi. Antibiyotikler henüz keşfedilmediğinden, bu enfeksiyonlar sıklıkla ölümcül sonuçlar doğuruyordu. Hastanelerde en sık rastlanan hastalıklar arasında yılancık, septisemi ve kangren bulunuyordu. Birçok kişi enfeksiyonların bir tür bulaşma sonucu oluştuğunu düşünse de, genel kanı, bu enfeksiyonlara neden olan etkenlerin yaralarda kendiliğinden meydana geldiği yönündeydi. Fransız kimyager ve mikrobiyolog Louis Pasteur (1822–1895) , enfeksiyonların gerçek doğasını aydınlatarak bakteriyoloji bilimini kurdu ve genç İngiliz cerrah Joseph Lister (1827–1912) ile birlikte cerrahide yeni antiseptik ve aseptik yöntemlerin önünü açtı.
O dönemde cerrahlar sokak kıyafetleriyle ameliyat yapıyor, aletleri ceket kollarıyla siliyor ve kontamine ipliklerle dikiş atıyordu. Lister, mikropları yok etmek için ameliyat alanını fenik asitle temizliyor, aletleri çözeltiye batırıyor ve iplikleri antiseptik yağa yatırıyordu. Daha sonra, Rus ordusunda görev yapan Ernst Gustav Benjamin von Bergmann (1836-1907), havlu, önlük ve bandajları buharda sterilize ederek aseptik cerrahiyi (ameliyat sırasında enfeksiyonu önlemek için tüm ekipman ve ortamın steril tutulduğu bir yöntem) benimsedi. Böylece anestezi ve enfeksiyon önleyici yöntemler (antisepsi) sayesinde, cerrahlar artık beyin, göğüs ve karın gibi daha önce ulaşılamayan bölgelere güvenle müdahale edebilir hale geldi. Cerrahide enfeksiyonun kontrol altına alınması, tıpta yeni bir dönemin kapısını açtı.
3. Cerrahide Kan kaybını Telafi Etme Olasılığı
Anestezik ilaçların kullanımı, ameliyatlarda ağrıyı ortadan kaldırarak tıbbi müdahaleleri daha rahat hale getirdi. Ardından antisepsi ve asepsi uygulamaları enfeksiyon riskini büyük ölçüde azalttı. Ancak cerrahinin önündeki en büyük engellerden biri olan kan kaybı ve buna bağlı gelişen hemorajik şok ölümleri, bu ilerlemelere rağmen devam ediyordu. Ameliyat sırasında kaybedilen kanın yerine konması sorunu henüz çözülememişti; çeşitli yöntemler denense de hepsi başarısızlıkla sonuçlandı.
Kan Naklinin Kısa Tarihçesi
Tarih boyunca kan nakliyle ilgili birçok efsane ve inanış ortaya çıkmıştır. Ancak bu anlatılarda, kan ağız yoluyla tüketildiği için bu uygulamalar tıbbi bir tedavi olmaktan çok besin takviyesi amacına hizmet etmiş.
Landsteiner’in kan grubu keşifleri ve bu alandaki öncü uyarılar, başlangıçta bilim dünyasında gereken ilgiyi görmedi. Ne var ki, Arşidük Franz Ferdinand’a düzenlenen suikastın ardından, kişisel doktoru Victor Eisenmenger’in onu kurtaramamasıyla başlayan I. Dünya Savaşı (28 Temmuz 1914 - 11 Kasım 1918), tıbbi teorileri sahadaki acı gerçeklerle yüzleşmeye zorladı. Savaş meydanlarında birbiri ardına gelen yaralılar karşısında, doktorlar farklı kan grupları arasındaki uyumsuzlukların ağır bağışıklık tepkilerine ve ölüme neden olduğunu doğrudan deneyimledi. 1914 yılı itibarıyla bu tehlikenin büyüklüğü artık inkâr edilemezdi. Bu farkındalık, güvenli kan naklinin önünü açan dönüm noktası oldu
Kan naklinde karşılaşılan en büyük sorun, kanın hızla pıhtılaşmasıydı. Sodyum sitratın pıhtılaşmayı önleyici (antikoagülan) etkisi aslında 19. yüzyıl sonlarında bilinmeye başlanmıştı. Bu etki ilk kez, Hollandalı fizyolog Cornelis Adrianus Pekelharing, 1892’de yayımladığı Über die Gerinnung des Blutes (Kanın Pıhtılaşması Üzerine) adlı çalışmasında tanımladı. Ardından, İtalyan bilim insanı Luigi Sabbatani, 1901’de yayımladığı Calcium et citrate trisodique dans la coagulation du sang, de la lymphe et du lait (Kanın, Lenfin ve Sütün Pıhtılaşmasında Kalsiyum ve Trisodyum Sitrat) başlıklı çalışmasında bu bulguları detaylandırdı. Ancak, bu öncü çalışmalar dönemin bilim dünyasında yeterince ilgi görmedi. Sodyum sitratın pratik tıpta kullanılmasına yönelik gerçek adımlar ise, on yıl sonra yaşanan bir tesadüf sayesinde atıldı.
Albert Hustin (1882-1967)
O dönemde, sokaklar ve evler kömürden elde edilen havagazıyla aydınlatılıyordu. Bu sistemde kullanılan gaz karışımı, zehirli karbon monoksit içeriyordu ve sızıntılar meydana geldiğinde ciddi zehirlenmelere yol açabiliyordu. Bir rivayete göre, öykülerini gaz lambasının ışığında yazan Edgar Allan Poe'nun (1809-1849), karbon monoksit zehirlenmesi nedeniyle ölmüş olabileceği iddia edilmektedir.
Brüksel'deki St. Jean Hastanesi'nde çalışan Hustin, gaz lambasından sızan karbonmonoksit (CO) gazıyla zehirlenmiş bir hastayı muayene ederken aklına sıra dışı bir fikir geldi: "Acaba bu hastanın kanını küçük miktarlarda alıp, basınçlı oksijenle temizledikten sonra yeniden vücuduna verebilir miyiz?" Bu düşünce, modern tıbbın seyrini değiştirecek bir buluşun temelini oluşturuyordu.,
Bu fikrin pratiğe dönüşmesi beklenmedik bir şekilde gerçekleşti. O günlerde tıp dünyasında yaygın olan bir uygulama, yüksek tansiyon gibi hastalıkları tedavi etmek için kan akıtma (bloodletting) yöntemiydi. Doktorlar, vücuttan fazla kan almanın hastalık belirtilerini hafifleteceğine inanıyorlardı. Günümüzde terk edilen bu yöntemin etkisiz ve hatta zararlı olduğu bilinse de, 1914'ün tıp anlayışında rutin bir uygulamaydı.
27 Mart 1914'te Hustin, yüksek tansiyon şikayeti olan bir hastasından, geleneksel yöntemle şişeye kan akıtırken, "Bu kanı başka bir hastayı iyileştirmek için kullanabiliriz." diye espri yaptı. Ancak bu espriye kimse gülemedi, çünkü tam o sırada hastaneye bağırsak kanaması nedeniyle aşırı kan kaybetmiş ve hayati tehlike altında olan bir hasta getirildi.
Bu beklenmedik tesadüf, tıp tarihinin seyrini değiştirecek bir deneyin başlangıcı oldu. Hustin, yüksek tansiyonlu hastasından aldığı 150 ml taze kanı, pıhtılaşmayı önlemek için 10 gram sodyum sitrat içeren bir çözeltiyle ve kan hücrelerini desteklemek amacıyla glikozlu salinle (tuzlu su) eşit oranlarda karıştırmıştı. Ancak bu karışım, farkında olmadan kanı fazlasıyla seyreltmişti.
Hustin, hazırladığı bu karışımı kansızlıktan ölmek üzere olan hastasına naklettiğinde, modern tıbbın önemli bir kilometre taşı gerçekleşmiş oldu. Spontan gelişen ve muhtemelen farklı kan gruplarına sahip verici ile alıcı arasında yapılan bu naklin başarıyla sonuçlanmasında, seyreltilmiş kanın bağışıklık sistemi tarafından algılanamayacak kadar zayıf olması kritik bir rol oynadı. Hustin'in yaptığı bu nakil, modern kan transfüzyonunun ilk başarılı örneği olarak tıp tarihine geçti.
Bu deneyle birlikte ilk kez "dolaylı kan nakli" başarıyla gerçekleştirildi. Kan, doğrudan vericiden alıcıya aktarılmak yerine, özel bir şişede saklanıp işlendikten sonra kullanıldı. Artık kan, hemen kullanılmak zorunda değildi; özel koşullarda saklanarak ihtiyaç anında güvenle nakledilebilecekti. Hustin’in bu başarısı, o zamana dek yüksek risk taşıyan doğrudan damardan damara nakil yöntemlerinin yerini alacak ve sadece dört ay sonra patlak veren I. Dünya Savaşı’nda bu yöntem, savaşın kaotik koşullarında birçok hayatı kurtaran bir tıbbi devrim olarak öne çıkacaktı.
Ancak, Hustin’in buluşunun arkasında yalnızca şans ve tesadüfler yoktu. Hustin, karbonmonoksit zehirlenmesi vakasını incelerken çok önemli bir gerçeği keşfetmişti: kanın vücut dışında işlenebileceğini (manipüle edilebileceğini) ve kontrol altında tutulabileceğini fark etmişti. Bu bilimsel keşif, onun başarısını mümkün kılan temel taşı olmuştu.
Çalışmasının sonuçları, 6 Ağustos 1914 tarihinde Brüksel Tıp Dergisi'nde "Note sur une nouvelle méthode de transfusion" (Yeni Bir Transfüzyon Yöntemi Üzerine Not) başlıklı makalesiyle duyuruldu. Ancak, belki savaşın kaotik ortamı ya da araştırma dili olarak yaygın bir yabancı dil tercih edilmemesi nedeniyle I. Dünya Savaşı sırasında çözüm arayan askeri doktorlar literatürü tarayana kadar Hustin'in buluşu geniş bir yankı uyandırmadı.
Luis Agote (1868-1954)
Ameliyatlarda kan kaybı nedeniyle yaşanan ölümler, uzun süre çözülemeyen bir sorundu. Transfüzyon girişimlerinin çoğu, kanın pıhtılaşması nedeniyle başarısız oluyordu. Ancak 1914 yılında Arjantinli doktor Luis Agote, bu soruna kalıcı bir çözüm getiren kişi olarak tıp tarihine geçti.
Agote'nin kan transfüzyonuna yönelik çalışmaları, özellikle hemofili hastalarında kontrol edilemeyen kanamaların yarattığı hayati tehlikeleri aşma amacına dayanıyordu. Bu ilgi, ailesindeki bir çocuğun hemofiliyle yaşamasıyla daha da derinleşti. 1914 yılı boyunca laboratuvar doktoru Lucio Imaz Appathie ile birlikte, kanın pıhtılaşmadan güvenli bir şekilde saklanmasını ve aktarılmasını sağlayacak bir yöntem geliştirmek üzere laboratuvar çalışmaları ve hayvan deneyleri gerçekleştirdiler
Agote’nin bu konudaki fikirlerinin temeli, 1890 yılında Buenos Aires Tıp Fakültesi'nde kimya hocası Kenny’den duyduğu dikkat çekici bir cümleye dayanıyordu: “Yumurtaya sitrat eklersen, Tanrı bile onu pişiremez!” Bu ifade, sitratın albüminli sıvıların pıhtılaşmasını engelleme gücüne gönderme yapıyordu. O dönemde sadece ilginç bir anekdot gibi görünen bu söz, yıllar sonra hayat kurtaracak bir keşfe ilham verdi.
Agote, kan transfüzyonunun önündeki en büyük engel olan pıhtılaşmayı önleyecek güvenli bir çözüm ararken, önceki başarısız girişimleri ve bilimsel literatürü inceledi. Kanı çeşitli kaplarda saklamak, farklı sıcaklıklarda muhafaza etmek ve çeşitli kimyasal maddelerle karıştırmak gibi yeni yöntemler üzerinde çalıştı. Araştırmaları sırasında, sodyum sitrat adlı maddenin yumurta beyazındaki (albümin) pıhtılaşmayı engellediğini hatırladı. Kan da albumin yapısına sahip olduğundan, aynı etkiyi gösterebileceğini düşündü.
Bu hipotezi test etmek için, taze kanı birkaç kristal nötr sodyum sitrat ile karıştırdı, 15 gün boyunca sakladı ve bu sürenin sonunda kanın hala akışkan kaldığını gözlemledi.
Hipotezini test etmek için taze kanı birkaç kristal sodyum sitratla karıştırdı ve bu kanı 15 gün boyunca sakladı. Süre sonunda kan hala akışkandı. Ardından bu maddenin vücuda zarar verip vermediğini anlamak için yüksek dozda sodyum sitratı kendisine damar yoluyla enjekte etti. Herhangi bir toksik (zehirleyici) etki ya da intolerans (vücudun bir maddeye karşı gösterdiği olumsuz tepki) belirtisi gözlemlenmedi ve maddenin güvenli olduğu doğrulandı.
Agote, 1914 yılında başkanı olduğu Instituto Modelo de Clínica Médica’nın bilimsel dergisinde yayımladığı "Kan Transfüzyonu Yapmak İçin Yeni ve Basit Bir Yöntem" (Nuevo método sencillo para realizar transfusiones de sangre) başlıklı çalışmasında elde ettiği bulguları, şu sözlerle paylaştı:
“(Doğrudan / direkt) kan transfüzyonu bugüne dek oldukça karmaşık ve riskli bir işlemdi. Çünkü arterle ven arasında doğrudan bağlantı kurmayı gerektiriyor, bu da cerrahi müdahale, enfeksiyon riski ve damar tıkanıklığı gibi ciddi tehlikeler barındırıyordu. Ayrıca hastaya ne kadar kan verildiği net olarak bilinmiyordu. Bu sorunları aşmak için kurumumuzda yeni yöntemler geliştirdik.”
Agote’nin yöntemi özetle şunları içeriyordu:
Bu işlem için, Agote’nin yerel bir firmaya özel olarak tasarlattığı cam cihaz kullanılıyordu. Bu cihaz:
Transfüzyondan önce, bağışçıya sifiliz taraması için Wasserman testi uygulanıyordu; testin pozitif çıkması durumunda bağışçı reddediliyordu. Genellikle bağışçılardan 300 cc kadar kan alınıyor ve bu miktar, orta derecede sağlıklı bir birey tarafından kolayca tolere edilebiliyordu. İşlem sonrasında, bayılma riskini önlemek amacıyla bağışçıya serum veya tuzlu su (salin) solüsyonu uygulanıyordu.
Agote’nin bu yöntemi, yalnızca bilimsel bir başarı değil; aynı zamanda savaş alanlarındaki yaralı askerlerden doğum komplikasyonları yaşayan annelere kadar milyonlarca insanın hayatını kurtaracak tıbbi bir devrimdi.
9 Kasım 1914’te, Buenos Aires’teki Instituto Modelo de Clínica Médica'da (Model Klinik Tıp Enstitüsü), sodyum sitrat kullanılarak tarihteki ilk başarılı sistematik kan transfüzyonu (nakli) gerçekleştirildi. İşlem, başhekim Dr. Luis Agote’nin gözetiminde, dahiliye doktoru Dr. Ernesto V. Merlo tarafından, akciğer tüberkülozu olan bir hastaya uygulandı. Kan bağışçısı ise enstitünün hademesi Don Ramón Mosquera’ydı.
14 Kasım 1914’te, bu kez kamuya açık bir gösterimle, doğum sırasında gelişen plasenta previa (plasentanın rahim ağzını kısmen ya da tamamen kapatması nedeniyle doğumda ciddi kanamalara yol açabilen bir durum) nedeniyle şiddetli anemi yaşayan bir kadına ikinci bir kan transfüzyonu uygulandı. İşlem, Buenos Aires Üniversitesi Rektörü Dr. Eugenio Uballes, Tıp Fakültesi Dekanı Dr. Luis Güemes ve Kamu Sağlığı Genel Direktörü Dr. Baldomero Sommer’in tanıklığında; Instituto Modelo de Clínica Médica’nın dersliğinde, üniversite ve belediye yetkilileri, akademisyenler, profesörler ve çok sayıda doktorun katılımıyla gerçekleştirildi. 300 cc sitratlı kanın başarıyla nakledilmesinin ardından, hasta üç gün içinde tamamen iyileşip taburcu edildi.
Agote, geliştirdiği transfüzyon yöntemini yalnızca Arjantin’e değil, tüm insanlığa ait bir buluş olarak görüyordu. “Bu, insanlığın ortak malıdır” diyerek hiçbir patent başvurusunda bulunmadı ve keşfini insanlığın hizmetine sundu.
14 Kasım 1914’te gerçekleşen halka açık ikinci transfüzyonun ardından, bu önemli gelişme önce Arjantin’in önde gelen gazetelerinden La Prensa’da yayımlandı; ardından 15 Kasım’da New York Herald aracılığıyla dünya kamuoyuna duyuruldu.
Agote’nin en büyük arzusu, buluşunun siper savaşlarının yaşandığı I. Dünya Savaşı’nda cephede ağır yaralanan askerlerin hayatını kurtarmasıydı. Bu nedenle, ulusal hükümetten resmi kanalardan savaşan ülkelere transfüzyon yönteminin duyurulmasını talep etti.
Telgrafla yapılan duyuru ABD, İngiltere, Türkiye (Osmanlı), Avusturya-Macaristan, Belçika ve Rusya'ya gönderildi. Ayrıca Arjantin'deki diplomatik misyon şeflerine daha detaylı bir versiyon iletildi.
İlk Ben Buldum Tartışmaları Baş Gösterdi
New York Herald Gazetesinin 24 Ocak 1915’te sitratlı kan naklinin dünyada ilk kez Mount Sinai Hastanesi’nden Dr. Richard Lewisohn (1875–1961) ve Dr. Richard Weil (1876-1917) tarafından yapıldığını haber etmesi tıp dünyasında büyük bir tartışmaya yol açtı.
Mount Sinai Hastanesi'nden Dr. Richard Lewisohn, başlangıçta kan pıhtılaşmasını önlemek için hirudin maddesi üzerinde çalışmalar yapıyordu. Agote'nin yöntemini New York Herald'dan öğrendikten sonra, çalışmalarının yönünü değiştirdiği anlaşılmıştır.
Dr. Richard Weil, Lewisohn ile konuyu tartıştıktan sonra yöntemi denemek için çalışmalar yapmış ve sonuçlarını Aralık 1914'te New York Tıp Akademisi'ne sunmuştur. Ocak 1915'te ise "Sodium Citrate in the Transfusion of Blood" (Kan Naklinde Sodyum Sitrat) başlıklı makalesini Medical Record dergisinde ve "Sodium Citrate in Blood Transfusion" (Kan Naklinde Sodyum Sitrat) başlıklı çalışmasını Journal of American Medical Association'da yayımlamıştır.
Lewisohn ise Aralık 1914'te Medical Record'da yayımlanan bir notta Weil'in tekniğinde kısmi değişiklikler önermiştir. Daha sonra her iki araştırmacı da birbirlerini Agote'nin çalışmalarını kopyalamakla suçlamış, bu da Agote'nin yöntemin asıl mucidi olduğu gerçeğini pekiştirmişti
Hustin'in keşif üzerindeki sahiplik iddialarına gelince de, Hustin, acil bir durum karşısında hızlı hareket etmek zorunda kaldığı için daha çok içgüdüsel bir şekilde hareket ederek hazırladığı karışımda, kanı aşırı seyreltmiş ve bu da kanın özelliklerini koruyamamasına neden oldu.
Agote ise farklı bir yaklaşım benimsedi. Sistematik araştırmalar yaparak elde ettiği verilerle hareket etti. Yaptığı deneyler sonucunda, kanı çok fazla seyreltmeden sodyum sitrat eklemenin daha etkili yolunu keşfetti. Bu planlı ve bilimsel yaklaşım sayesinde, kanın doğal özelliklerini koruyarak başarılı transfüzyonlar gerçekleştirebildi.
Her iki araştırmacı, doğrudan olmayan kan transfüzyonlarında sodyum sitratı antikoagülan olarak kullanarak kanın pıhtılaşmasını engellemeyi başardılar. Bu, sodyum sitratın kan transfüzyonlarında antikoagülan olarak kullanımında öncü bir adım oldu. 116,117
Kan naklinde Agote'nin şansının yaver gittiğini göz ardı etmek mümkün değil. Karl Landsteiner, 1901 yılında kan gruplarını keşfetmiş ve farklı grupların birbirine tepki verdiğini ortaya koymuş olmasına rağmen, tıp dünyası bu bulgunun hayati önemini hemen kavrayamamıştı. O dönemde yapılan sınırlı sayıda kan nakli, Landsteiner'in keşfinin önemini tam olarak gösterememişti. Ancak I. Dünya Savaşı sırasında kan nakli uygulamaları arttıkça ve özellikle sitrat yöntemi benimsenerek kan depolanmaya başlandıkça, dolaylı kan nakli daha yaygın hale geldi. Bu süreçte, farklı kan grupları arasındaki uyumsuzlukların neden olduğu komplikasyonlar daha belirginleşti ve kan grubu tespitinin önemi, acı deneyimlerle fark edilmeye başlandı.
Agote'nin nakillerinin başarısının arkasında, büyük ihtimalle ya vericinin O grubu gibi evrensel bir kan bağışçısı olması ya da hasta ile uyumlu bir kan grubuna sahip olması yatıyordu. Ne olursa olsun, Agote'nin sitratlı kan nakli tekniği ve bu tesadüfi uyum, modern kan bankacılığının temellerinin atılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme:
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / NİSAN 2025
#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #AlbertHustin #LuisAgote #LTx #KanNakli