1952 - Jean Hamburger (1909-1992)
16 yaşındaki tek böbrekli Marius Renard’a, geçirdiği bir iş kazası sonucu kaybettiği böbreğinin yerine annesi Gilberte’den alınan böbrek, Dr. Jean Hamburger öncülüğündeki ekip tarafından 25 Aralık 1952’de nakledildi. Bu, canlı vericiden yapılan ilk böbrek nakli denemesiydi. Ancak Marius, dört hafta sonra organ reddi nedeniyle yaşamını yitirdi.
Fransa’nın Oise bölgesinde, 700 nüfuslu küçük bir kasaba olan Berthecourt’ta yaşayan Renard ailesi, sade ama çalışkan bir hayat sürüyordu. Aile, baba Robert Renard, anne Gilberte Renard (1952’de 45 yaşında) ve iki oğulları Marius (1936-1953) ile Christian’dan oluşuyordu. Robert, el işçiliğiyle tanınan bir marangoz ustasıydı; kendi atölyesinde mobilyadan çatı kirişlerine kadar geniş bir yelpazede kaliteli ahşap işleri üretiyordu. Oğlu Marius, 16 yaşında, babasının izinden giderek marangoz olmayı hayal ediyordu ve aile işini devam ettirmek istiyordu.
Marius, 18 aylık çıraklık eğitimini tamamladıktan sonra, babası Robert tarafından Beauvais’teki bir meslektaşının yanına marangoz çırağı olarak gönderildi. Ancak 18 Aralık günü, Beauvais yakınlarında çalıştığı bir inşaatta trajik bir kaza meydana geldi. Bir kalasın çarpmasıyla yaklaşık 7 metre yükseklikten sırtüstü düşen Marius, dışarıdan belirgin bir yaralanma göstermese de şiddetli ağrılar nedeniyle derhal Beauvais’teki Hôtel-Dieu Hastanesi’ne kaldırıldı.
Hôtel-Dieu’da yapılan muayenede Marius'ta birden fazla kaburga ve pelvis kırığı tespit edildi. Sağ böbreğinin parçalanması ise durdurulamayan şiddetli bir iç kanamaya yol açmıştı. Kazadan bir saat içinde ameliyata alınan genç hastanın böbreği o denli hasarlıydı ki, Doktor Varin iç kanamayı kontrol altına almak için böbreği acilen çıkarmak zorunda kaldı. Hekimler "tek böbrekle normal bir yaşam sürdürülebilir, genç ve sağlıklı biri çabuk toparlanır" yaklaşımıyla durumu değerlendirdiler. Ancak ameliyattan sonraki 48 saat boyunca idrar çıkışı olmayınca, vücudu hızla toksik maddelerle dolmaya başladı ve yaşamı tehdit altına girdi. Bu kritik durum üzerine Marius, Paris'teki Necker Hastanesi'ne sevk edildi.
Marius, 21 Aralık 1952’de üroloji bölümü başkanı Prof. Louis Michon’un (1892-1973) servisine yatırıldı. Bu servis, son dönem böbrek hastalarının bakımını üstleniyordu. O dönemde bu hastalar için herhangi bir tedavi seçeneği bulunmuyordu.
Durumu öğrenen aile, apar topar Baba Robert, anne Gilberte, kayınvalide Leona ve 6 yaşındaki oğulları Christian’la birlikte Hotchkiss marka kamyonetlerine binerek Paris’teki kuzenlerinin evine doğru yola çıktı.
Necker Hastanesi’nde yapılan değerlendirmeler, Marius’un doğuştan sol böbreğinin bulunmadığını (konjenital agenezis) ortaya koydu. Beauvais’teki Hôtel-Dieu Hastanesi’nde geçirdiği acil ameliyatta sağ böbreği de çıkarıldığı için, Marius tamamen böbreksiz kalmıştı. O dönemde ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi gibi ileri görüntüleme yöntemleri henüz mevcut olmadığından, sol böbreğin yokluğu acil serviste fark edilememişti.
Aileye durum açıklandığında, Marius’un annesi Gilberte'in feryatları hastane koridorlarında yankılandı: "Oğlumu kurtarın, ne lazımsa alın, benim böbreğimi alın, oğlumu kurtarın!."
Necker Hastanesi’nde görev yapan Dr. Jean Hamburger (1909-1992), 1950’li yıllardan beri Fransa’da deneysel böbrek nakli çalışmalarına öncülük ediyordu. 17 Haziran 1950’de Amerikalı cerrah Richard Lawler’ın (1895-1982) gerçekleştirdiği ilk kadavradan insana böbrek nakli, dünya genelinde olduğu gibi Fransa’da da büyük yankı uyandırdı. Bu cesur girişim, Paris ve Boston’daki cerrahları klinik böbrek nakli denemelerine yöneltti. Ünlü Fransız cerrah René Küss (1913–2006), Lawler’ın etkisini şu sözlerle dile getirdi: “Lawler olağanüstü bir etki yarattı. İnsanlarda organ naklinin mümkün olabileceğine inanmamız için bize gerekçe sundu.”
Küss, bu süreçte cerrahi tekniği geliştirerek günümüzde de kullanılan modern böbrek nakli yöntemini (böbreğin leğen kemiği çukuruna yerleştirilmesi) tanımladı.
Ancak, 1951–1952 yılları arasında yapılan yaklaşık on kadavra böbrek nakli denemesi—bunların bazılarında giyotinle idam edilen mahkumlardan alınan organlar kullanılmıştı—tamamen başarısızlıkla sonuçlandı.
Temel başarısızlık nedenleri şunlardı:
O dönemde doku tipi belirleme (HLA eşleşmesi; (Human Leukocyte Antigen, İnsan Lökosit Antijeni) yöntemleri bilinmiyordu ve immünsüpresif ilaçlar (bağışıklığı baskılayıcı ilaçlar) henüz klinik kullanıma girmemişti. Bu nedenle organ eşleştirmesi; cinsiyet, yaş, kan grubu ve beden ölçüleri gibi çok temel biyolojik kriterlerle sınırlı kalıyordu.
Bu sınırlı uyum, donör ile alıcı arasındaki immünolojik uyuşmazlığın ne ölçülebilmesini ne de kontrol edilebilmesini mümkün kılıyordu. Sonuç olarak, nakledilen böbrekler kısa süre içinde işlevlerini yitiriyordu.
Bağışıklık reddini aşmak için bilim dünyası da paralel çalışmalar yürütüyordu: 1948’de, Philip Showalter Hench (1896-1965) ve Edward Calvin Kendall (1886-1972), kortizonun bağışıklık sistemini baskılayarak romatoid artrit gibi hastalıkları tedavi edebileceğini keşfetti. Bu buluş kendilerine 1950 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü'nü kazandırdı. Aynı yıllarda, Peter Medawar (1915-1987), organ nakillerinde vücudun yabancı dokuları reddetmesinin bağışıklık sisteminden kaynaklandığını deneysel olarak kanıtladı ve bu reddi önlemek için immünosupresif yöntemlerin gerekliliğini savundu.
Bu gelişmeleri bir araya getiren Hamburger, kortizonun organ naklinde bağışıklık reddini önleyebileceğini öne sürdü. Böylece kortikosteroidleri immünsüpresif amaçla organ naklinde kullanmayı öneren ilk isim oldu ve Necker Hastanesi’nde gerçekleştirdiği böbrek nakli denemelerinde kortizon uyguladı. Ancak doğru doz bilinmediğinden, uygulanan miktar olması gerekenin yaklaşık onda biri düzeyinde kaldı ve bu nedenle kortizonun potansiyel yararı o dönemde klinik olarak gösterilemedi. Kortikosteroidlerin nakillerdeki gerçek etkisi ise ancak 1960’lı yıllarda uygun dozlarla yapılan uygulamalarda ortaya çıktı.
Renard ailesinin önünde artık tek bir engel kalmıştı: organ nakli için Hamburger’i ikna etmek. Marius’un durumu kritik bir eşiğe dayanmıştı; dört gündür böbreksizdi. Hayatta kalabilmesi için kanındaki toksik maddeler sürekli izleniyor, zehirlenmeyi yavaşlatacak tedavilerle yaşamı ince bir dengede sürdürülüyordu. Aslında artık böbrek nakli dışında Marius’un hayatta kalmasını sağlayabilecek başka bir seçenek kalmamıştı.
Tam da böyle bir çıkmaz için Leo Loeb’ün (1869–1959), önemli bir tespitte bulunmuştu. 1921’de yayımlanan “Transplantation and Individuality” (Nakil ve Bireysellik) adlı makalesinde bağışıklık sisteminin doku nakline tepkisini fareler üzerinde inceledi. Temel bulgusu şuydu: Her bireyin genetik yapısı benzersizdir ve bağışıklık sistemi bu benzersizliği korumak için yabancı dokuları reddeder.
Loeb’in deneyleri ilginç bir asimetriyi ortaya koydu: Ebeveynden yavruya yapılan nakiller kısmen tolere edilirken, yavrudan ebeveyne yapılanlar tutarlı biçimde reddediliyordu. Bunun temel nedeni şuydu: Yavru, her iki ebeveynden gelen genetik materyali taşıdığı için ebeveyn dokularını “tanıyabiliyor”; ancak ebeveyn, yavrusunda kendisine ait olmayan, diğer ebeveyne ait genetik bileşenleri ‘yabancı’ olarak algılayıp bu dokulara karşı bağışıklık yanıtı başlatıyordu.
Bu bulgu, özellikle anneden çocuğa yapılan organ nakillerinde bağışıklık reddinin önlenebileceğine dair ilk bilimsel ipuçlarından birini sundu. HLA doku eşleştirmesi gibi immünogenetik kavramların henüz tanımlanmadığı 1920’li yıllarda, Leo Loeb’ün çalışmaları genetik uyumun doku nakli başarısındaki belirleyici rolünü ortaya koyan öncü adımlardı.
Bu tarihsel arka plan doğrultusunda, Marius’a annesi Gilberte’den yapılması planlanan böbrek naklinde de benzer bir biyolojik mantık geçerliydi: Anne-oğul arasındaki genetik yakınlık, önceki kadavra nakillerine kıyasla daha yüksek bir uyum olasılığı sunuyordu. Teorik olarak bu durum red riskini azaltıyordu; ancak dönemin teknolojik sınırlamaları nedeniyle başarı yine de garanti edilemiyordu. Öte yandan, organ alımı hastane koşullarında, kontrollü ve steril ortamda gerçekleştirileceği için nakledilecek böbreğin korunması en üst düzeyde sağlanabilecekti.
Hamburger, bu avantajları dikkate alarak, önceki insan nakillerine kıyasla daha iyi bir uyum umuduyla nakle onay verdi.
25 Aralık 1952’de, Paris’teki Necker Hastanesi’nde, Gilberte’nin organ bağışçısı olmayı kabul ettiğine dair yazılı ve imzalı resmi onayın alınmasının ardından, nakil operasyonu için tüm hazırlıklar tamamlandı. Anne ve oğul saat 19.00’da ameliyathaneye götürüldü ve yan yana iki salonda yattı. Ameliyatlar eşzamanlı başladı. Gilberte’nin sağ böbreği alındıktan 55 dakika sonra, gerekli damar ve üreter–mesane (üreterovezikal) bağlantıları başarıyla yapılarak Marius’a nakli tamamlandı.
Çok geçmeden nakledilen böbrek çalışmaya başladı. Marius, ilk günden itibaren bol miktarda idrar çıkardı; kan üre düzeyi hızla düştü. Ameliyat sonrası 15 gün boyunca günlük kan transfüzyonlarıyla anemisi tedavi edildi. Kısa sürede gücünü topladı. Ailesi onun kurtulduğunu sandı; doktorlar ise büyük bir temkinle yaklaşmaya devam etti.
Medyanın bu hikayeyi öğrenmesi uzun sürmez. Ocak 1953’ün başından itibaren tüm gazeteler ve dergiler, ‘nakledilmiş böbrekli genç’ ile ‘kahraman anne’nin hikayesini günbegün takip etti.
16 Ocak’ta her şey değişti: Nakledilen böbrek çalışmayı durdurdu. Acil ameliyatla yapılan incelemede, organın tipik reddedilme bulguları taşıdığı doğrulandı. Marius’un durumu, Fransa’yı ve ötesini derinden sarstı. Avrupa’nın dört bir yanından Necker Hastanesi’ne mektuplar yağdı. 111 kişi, ismini vermeden, Marius’a kendi böbreğini bağışlamayı teklif etti. Bu beklenmedik dayanışma dalgası, basında büyük yankı uyandırdı.
Marius’un durumu her geçen gün daha da ağırlaştı. Başlangıçta umutla beklenen iyileşme süreci, yerini yavaş ilerleyen bir organ yetmezliğine bıraktı. Basında çıkan haberler giderek daha karamsar bir ton aldı; Renard ailesinin yaşadığı çaresizlik ve korku ayrıntılarıyla aktarıldı. Sonunda, Marius’un tıbben kurtarılamayacağı kabul edildi.
27 Ocak 1953’te komaya giren Marius, akşam saatlerinde ilerleyen üremi tablosu içinde yaşamını yitirdi. Bu kayıp, yalnızca tıbbi bir başarısızlık değil, aynı zamanda ulusal bir yasa dönüştü. Fransa kamuoyu Renard ailesinin acısını içselleştirmişti; bu trajedi artık sadece bir ailenin değil, tüm ülkenin ortak kaybı haline gelmişti.
2 Şubat günü, Berthecourt’un küçük mezarlığında düzenlenen cenaze törenine binlerce kişi katıldı. Törene, ülkenin dört bir yanından gönderilen çelenkler eşlik etti; yas, sessiz ama görkemli bir şekilde paylaşıldı.
Gilberte Renard, oğluna böbreğini vererek tarihte ilk canlı verici olmayı kabul ettiğinde, bunu yalnızca “küçük bir fedakarlık” olarak tanımlamıştı. Ancak kamuoyu onu, “insanlığı onurlandıran örnek bir anne” olarak benimsedi. Cumhurbaşkanı Jules-Vincent Auriol (1884, -1966), bu özveriden etkilenerek aileye kırmızı güllerden oluşan bir çelenk gönderdi. Gilberte, birkaç ay sonra “Halk Sağlığı Nişanı” ile resmen onurlandırıldı.
Bu mütevazı kadın, yaşadığı trajediyi nadiren dile getirdi. Yakınları, onun sıkça “Marius’u yaşatmak için elimden gelen her şeyi yapardım” dediğini hatırlar. Berthecourt halkı onu, yardımseverliği, nezaketi ve vakur duruşuyla anımsar. Gilberte Renard, 1992 yılında, 85 yaşında hayata veda etti.
Dr. Régis Prévost, 8 Aralık 2019'da L'Observateur dergisine verdiği röportajda, 1952'deki bu trajik vakadan önemli bir ders alındığını vurguladı. Anatomi öğretmenlerinin bu hikayeyi temelleri hatırlatmak için kullandığını belirterek, "Bir hastanın iki böbreği olup olmadığını kontrol etmeden bir böbreği çıkaramazsınız" sözünün tıp etiğinin ve cerrahi pratiğinin temel kurallarından biri haline geldiğini aktardı.
Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme:
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / EKİM 2025
#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #LTx #JeanHamburger #BöbrekNakli