PAHSSc, Nadir Hastalıklar Gününü Destekliyor

AKCİĞER NAKLİNİN TARİHÇESİ -2.24- YUDİN - KADAVRADAN İLK KAN NAKLİ VE İLK KAN BANKASININ KURULUŞU - 2025.04.28

Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.24- Yudin - Kadavradan İlk Kan Nakli ve İlk Kan Bankasının Kuruluşu

 

"Kan kaybından öleceğine, frengiden ölsün daha iyidir!" 

 

Sergey Sergeyeviç Yudin (1891-1954)

  

Tıpta ve cerrahide, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında (1914-1918), hekimler kitlesel yaralanmalar ve acil müdahale ihtiyaçları karşısında edindikleri tecrübelerle geliştirdikleri çözümler sayesinde yeni bir kapının aralanmasına neden oldu.


Bir hatırlamak gerekirse

 

Cerrahide atılım için çözümlenmesi gereken üç ana konu vardı. 

 

  1. Cerrahide Ağrı Sorununun Çözümü:


Diş hekimi Horace Wells (1815-1848), 1844 yılında bir panayırda nitröz oksitin (gülme gazı) ağrı kesici etkisini tesadüfen keşfetti ve ağrıyı geçici olarak uyuşturduğunu gözlemledi. Ertesi gün kendi dişini bu gazla çektirerek tarihe geçti.

Onun öncü deneyiminden ilham alan eski asistanı William Morton (1819-1868), 1846 yılında işlemi etere uyarlayarak eterle gerçekleştirdiği ilk başarılı ameliyatı yaptı. Böylece cerrahinin en büyük sorunlarından biri olan ağrı, ilk kez kontrol altına alınmış oldu.

 

  1. Cerrahide Enfeksiyonların kontrolü: 

 

Joseph Lister (1827-1912), Louis Pasteur’ün (1822-1895) mikrop teorisinden ilham alarak 1860’larda fenol (karbolik asit) solüsyonu kullanmaya başladı. Ameliyat aletlerini ve yaraları bu maddeyle sterilize ederek enfeksiyon oranlarını önemli ölçüde düşürdü. Henüz antibiyotiklerin keşfedilmediği bu dönemde, Lister’in antiseptik yöntemi cerrahi güvenliğin temelini attı.

 

  1. Cerrahide Kan kaybını Telafi Etme Olasılığı: Bu ise büyük bir sorundu.

    Kan, vücudun yaşam nehridir - bu nehrin debisindeki en ufak bir dengesizlik, tüm organizmayı tehdit edecek kadar kritik öneme sahiptir. Çünkü hayati organların işlevlerini sürdürebilmesi, ancak kanın yeterli miktarda bulunması ve kesintisiz dolaşımıyla mümkündür.

    The American College of Surgeons’ın Advanced Trauma Life Support (ATLS; Amerikan Cerrahlar Koleji Gelişmiş Travma Yaşam Desteği) sınıflandırması, hemorajik şok sırasında sağlıklı 70 kg ağırlığındaki bir hastada beklenen fizyolojik tepkileri esas alır.

    Vücuttaki toplam dolaşımdaki kan hacmi, vücut ağırlığının yaklaşık %7’sine denk gelir. Bu da sağlıklı bir yetişkin bireyde ortalama 5 litre kan bulunduğunu gösterir. Hemorajik şok, ciddi kan kaybı nedeniyle vücudun işlevlerini sürdüremediği tehlikeli bir durumdur.

 

Hemorajik şok Evreleri:

 

Evre 1 (%15'e kadar kayıp - <750 ml):

Sağlıklı bir insan, bu kadar kan kaybını belirgin bir sorun yaşamadan karşılayabilir. Vücut, bu düzeydeki kaybı, herhangi bir belirti göstermeden dengeleyebilir. Nabız ve tansiyon normal sınırlarda kalır; sadece hafif bir çarpıntı (taşikardi) görülebilir.

 

Bir kadının adet dönemi sırasında ortalama olarak yaklaşık 60 mililitre kan kaybı gerçekleşir.

 

"1 ünite kan" olarak adlandırılan standart bağış miktarı, 450-500 mililitre arasında değişir. Bu miktar, Evre 1'in üst sınırının altında kalarak güvenli bir bağış aralığı sunar.


Evre 2 (%15-30 kayıp - 750-1500 ml):

Vücut, toplam kan hacminin %15-30’unu kaybettiğinde, dolaşım sistemi bu durumu dengelemeye çalışır ancak belirgin değişiklikler ortaya çıkar. Kalp atış hızı artarak dakikada 100-120 seviyelerine ulaşır (taşikardi), nefes alışveriş hızlanır ve solunum sayısı 20-24 arasında olur (taşipne).

 

Hastanın tansiyonu normal sınırlara yakın seyretse de, kan basıncında düşme eğilimi başlar ve hipotansiyon gelişir, buna bağlı olarak nabız zayıflar. Cilt soğur, nemlenir ve soğuk terleme görülebilir.


Bu aşama, hipovolemik şokun başlangıcını işaret eder. Vücut, azalan kan hacmini daha verimli kullanabilmek için hayati organlara kan akışını yönlendirmeye başlar.


Evre 3 (%30-40 kayıp - 1500-2000 ml):

Bu miktarda kan kaybı yaşandığında vücut artık kendi kendini dengeleyemez hale gelir ve acil tıbbi müdahale gerektirir. Bilinç bulanıklığı (mental konfüzyon) gelişir ve kişi çevresine tepki vermekte zorlanır. Ajitasyon görülür, kişi huzursuz ve sinirli olabilir.


Kanın asit-baz dengesi bozulur ve asidoz gelişir; yani kanda asit birikmeye başlar. Hasta çok hızlı nefes alıp verse bile bu solunum yeterli oksijen sağlayamaz. Kalp hızı 120 atım/dakikanın üzerine çıkar, fakat buna rağmen dokulara yeterli oksijen ulaşmaz, karbondioksit birikir. ve kan basıncı tehlikeli biçimde düşerek sistolik tansiyon 90 mmHg’nın altına iner.


Kan basıncı ciddi şekilde düşer ve sistolik tansiyon 90 mmHg’nın altına iner. Bu düşük basınç, böbreklerin yeterli kanlanmasını engeller ve sonuç olarak idrar miktarı belirgin şekilde azalır (oligüri).


Bu evrede, kişi organ yetmezliği sınırına gelir ve hayatta kalma olasılığı ciddi şekilde azalır.


Kan kaybı, tek başına büyük bir tehlikedir çünkü dokulara oksijen taşıyan sistemin çökmesine neden olur. Kritik seviyede kan eksikliği (iskemi), hayati organların beslenmesini engeller. Yeterli kan akışı olmadan, dokular ölür ve bu süreç, çoklu organ yetmezliği ile sonuçlanabilir.


Evre 4 (%40+ kayıp - >2000 ml):

Yaşamla bağdaşmayan bu son aşamada; bilinç kaybı, şiddetli hipotansiyon ve solunum yetmezliği görülür. Cilt buz gibi ve mermerimsi bir görünüm alır. Tedavi edilmezse kardiyak arrest (ani kalp durması) gelişir.

 

Her evrede geçen dakikalar hayati önem taşır. Özellikle 3. evreden sonra yapılacak her müdahale, geri dönüşü olmayan doku hasarı ile yarışır. Modern travma protokolleri, "golden hour" (altın saat) kavramına özel vurgu yapar.

 

Hamilelerde durum farklıdır: Vücut, doğum sırasında meydana gelebilecek kanamalara karşı hazırlık olarak kan hacmini %50 oranında artırır (7.5 litreye kadar). Bu biyolojik uyum, normalde ölümcül olabilecek 2-2.5 litre kan kaybını bile karşılayabilmesini sağlar. 

 

 

Kan Naklinin Tarihsel Gelişimi:

1628 - Dolaşım Sisteminin Keşfi (William Harvey, 1578-1657). 

 

İngiliz hekim William Harvey, 1628 yılında Frankfurt’ta yayımlanan Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus (De Motu Cordis; Hayvanlarda Kalbin ve Kanın Hareketine Dair Anatomik İnceleme) adlı çalışmasında, kanın kalp tarafından pompalanarak damarlar içinde sürekli bir devre oluşturduğunu bilimsel olarak kanıtladı. Bu keşfiyle, yaklaşık 1500 yıl boyunca kabul görmüş olan Galen’in (MS 129–216) “kan vücutta sürekli üretilir ve tüketilir” şeklinde ortaya koyduğu açık dolaşım sistemine meydan okudu.

1661 - Kılcal Damarların Keşfi (Marcello Malpighi, 1628-1694)

 

17. yüzyıla kadar her ne kadar bazı anatomik yanlışları bilim insanları tarafından sorgulanmış olsa da, Galen’in dolaşım sistemi hakkındaki görüşleri hala geniş kabul görüyordu. Bu durumu besleyen önemli kültürel alışkanlıklardan biri de “ipse dixit” yani “Üstat öyle dedi” anlayışıydı. 

 

Bu düşünce tarzı, Galen ve Aristoteles gibi otoritelerin sözlerinin sanki Tanrı sözü gibi Bu düşünce biçimi, Galen ve Aristoteles gibi otoritelerin sözlerinin Tanrı sözüymüşçesine sorgulanmadan mutlak gerçek olarak kabul edilmesini yansıtıyordu.


Harvey’nin, kanın kalpten pompalanarak tüm damarları dolaştığı kapalı bir devre sistemini deneysel verilerle ortaya koyduğu görüşü, Galen’in adeta Tanrı sözü sayılan öğretilerine meydan okur nitelikte olduğu için, bu çalışmasını kendi ülkesinde değil, Almanya’da yayımlayabildi. Aykırı kuramı bilim çevrelerinde hemen kabul görmedi. Ayrıca, Harvey’nin kuramı, atardamarlar ve toplardamarlar arasında doğrudan bir bağlantı gösteremediği için bir eksiklik taşıyordu.

Bu eksikliği tamamlayan kişi, İtalyan bilim insanı Marcello Malpighi oldu. 1661 yılında mikroskop yardımıyla kurbağaların akciğer ve yüzey dokularını inceleyen Malpighi, atardamarların kılcal damarlar aracılığıyla toplardamarlara bağlandığını gösterdi. Bulgularını De Pulmonibus (Akciğer Üzerine) adlı eserinde yayımlayarak, dolaşım sistemi hakkındaki tartışmalara son verdi.

 

Harvey’nin keşfi, dönemin tıp anlayışını kökten değiştirirken yeni bir soruyu da gündeme getirdi: Eğer kan belirli bir miktarda bulunuyorsa ve dolaşımı sağlanıyorsa, ciddi kan kaybı yaşayan hastalara nasıl yardım edilebilir? Bu durum, dönemin bilim insanları için çözülmesi gereken yeni bir bilmecenin başlangıcı oldu.

 

 

1665 - İlk Kan Nakli Hayvanlar Arasında Gerçekleştirildi.  (Richard Lower, 1631-1691)


İngiliz hekim Richard Lower, Şubat ayında iki köpek arasında başarılı bir kan nakli gerçekleştirdi. Orta büyüklükteki bir köpeğin boyun toplardamarını açarak kanını boşalttı ve hayvanın neredeyse güçsüz düşmesine neden oldu. Ardından, daha büyük bir mastif cinsi köpeğin boyun atardamarından aldığı taze kanı, ilk köpeğin toplardamarına aktardı. Bu işlem, hayvanın yeniden hayata dönmesini sağladı.

 

Lower, iki köpeği de hayatta tutmayı başardığı bu deneyle, kan naklinin mümkün olduğunu gösterdi.

 

1667 - İlk Hayvandan İnsana Kan Nakli (Jean-Baptiste Denis, 1635-1704)


Kral Louis XIV'ün (1638-1715) saray doktoru Fransız hekim Jean-Baptiste Denis, 15 Haziran 1667’de Paris’te, flebotomi (kan akıtma) işlemi sonrasında fenalaşan bir hastanın tedavisini üstlendi.

O dönem tıp anlayışı, Hipokrat ve Galen’in humoral teori adını taşıyan dört temel vücut sıvısına (mizah) dayanıyordu: kan, balgam, sarı safra ve kara safra. Bu kurama göre hastalıkların kaynağı, bu sıvılar arasındaki dengenin bozulmasıydı.

 

Terapötik flebotomi uygulaması, bedenin fazla sıvılardan arındırılarak sağlığın korunmasını amaçlıyordu. Üstelik yalnızca hastalık durumlarında değil, aşırı kanın şehvet ve kibir gibi davranışlara yol açtığına inanıldığından, kan akıtma işlemi, davranışları düzenlemek ve hatta yaşlanmayla azalan canlılığı geri kazandırmak amacıyla da uygulanıyordu. Doktorlar, bu yöntemlerle bedensel ve ruhsal dengeyi sağlamayı hedefliyordu.

İnatçı ateşi nedeniyle iki ay boyunca sülük tedavisi uygulanan 15 yaşındaki erkek hasta iyileşmeyince, doktorlar çareyi kan akıtmada buldu. Ancak 20. kan alımının ardından durumu daha da kötüleşince Denis’e başvuruldu. Denis, hastanın bu halini aşırı kan kaybına bağladı ve ellerinde başka bir tedavi seçeneği kalmadığı için, berber cerrah Paul Emmerez’in yardımıyla hayvandan insana ilk kan naklini gerçekleştirmeye karar verdi.

Sabah saat 5’te, hastanın dirsek içindeki bir damarı açılarak kan bir kaba akıtıldı. Yaklaşık 90 ml alınan kan koyuydu ve rengi de siyahtı. Kaynaklarda nakledilen kan miktarı konusunda farklı bilgiler bulunsa da, Denis ve Emmerez bir kuzunun şah damarından aldıkları ve sonuçta bağışıklık sistemini tetiklemeyecek miktardaki kanı hastanın damarına enjekte etti. Hastanın kolunda yoğun bir sıcaklık hissettiğini söylemesinin ardından normal şekilde çalışıp yemek yedi, sakin ve neşeliydi. Nakilden 11 saat sonra hafif bir burun kanaması geçirdi.

Bu, tarihteki ilk belgelenmiş ksenotransfüzyon (hayvandan insana kan nakli) olarak kayıtlara geçti.

Ancak sonraki denemelerde, şans Denis’in yanında olmadı. Bugün, hayvan kanının insan kanıyla uyumsuz olduğunu ve insanlar arasında bile kan uyumsuzluğunun ciddi sorunlara yol açabileceğini biliyoruz.

Denis'in dördüncü ve en skandal kan nakli, 19 Aralık 1667’de akıl sağlığı ciddi şekilde bozulan 34 yaşındaki Antoine Mauroy üzerinde gerçekleştirildi. Mauroy’nun ruhsal durumunu doğrudan kanıyla ilişkilendiren Denis ve ekibi, onun kötü kanını “iyi kanla” yeniden dengeleyip dengeleyemeyeceklerini merak ediyorlardı. Mauroy’nun zaten “bozulmuş” bir kana sahip olduğunu düşünen ekip, başka bir insandan alınacak kanın da ahlaki ya da fiziksel açıdan saf olmayabileceğini ve dolayısıyla risk oluşturabileceğini düşünerek, “masumiyetin” ve “saflığın” sembolü olarak gördükleri bir buzağının kanını tercih etti. Onlara göre hayvanın saf kanı, Mauroy’nun kanındaki kötü unsurları dengeleyebilir, davranışlarını olumlu yönde değiştirebilirdi. 

 

Nakilden sonra, Mauroy’un vücudu yabancı kanı reddederek güçlü bir bağışıklık tepkisi gösterdi. Ancak o dönemde bağışıklık sisteminin bu tür tepkileri bilinmediğinden, rakip hekimler Mauroy’un arsenikle zehirlendiğini ve bu yüzden öldüğünü iddia etti.

Antoine Mauroy’nun ölümünün ardından, 17 Nisan 1668’de Denis hakkında cinayet suçlamasıyla dava açıldı ve dosya Grand Châtelet Mahkemesi’ne sunuldu. Yargılama sonucunda Denis, ölümden sorumlu tutulmadı; resmi ölüm nedeni arsenik zehirlenmesi olarak kayda geçti. Yapılan soruşturmada polis, Mauroy’nun eşinin evinde arsenik buldu ve eşi suçlu bulundu.

 

Buna rağmen Fransız makamları, Châtelet Fermanı uyarınca, Paris Tıp Fakültesi’nin onayı olmadan herhangi bir kan naklini yasakladı.

 

Bu gelişmeden yaklaşık on yıl sonra, 1678’de, hem İngiliz hem de Fransız parlamentoları, insanlara yönelik tüm kan nakillerini yasakladı. Bu yasak, kısa süre içinde Avrupa genelinde yaygınlık kazandı ve böylece kan nakli uygulamaları yaklaşık bir buçuk yüzyıl boyunca tıbbın gündeminden tamamen silindi.


Tıp tarihçisi Holly Tucker, bu yasağın ardındaki temel kaygının bilimsel değil, kültürel olduğunu vurgular: Dönemin bazı otoriteleri, bilimin “canavarlar” yaratabileceğinden veya insan ırkını “yabancı kan” yoluyla yozlaştırabileceğinden korkuyordu.

Denis, transfüzyon denemelerine başlamadan önceki yaşamına geri dönerek öğrencilere ücretli dersler vermeye devam etti. Dört yıl sonra, bugün dünya çapında kullanılan kanama durdurucu sıvı “styptik”i icat etti.

1818 - İlk İnsanlar Arası Kan Nakli - Doğrudan Kan Nakli (James Blundell, 1790-1878)


İngiliz doğum uzmanı James Blundell (1790–1878), "Merhametsiz Doktor" olarak bilinen John Haighton’ın (1755–1823) yeğeniydi. Haighton, canlı organizmalar üzerinde cerrahi deneyler yapan bir viviseksiyon uzmanı ve fizyologdu. Haighton, ilk başarılı diş naklini raporlayan ve bir horozun mahmuzunu ibiğine nakleden ünlü cerrah John Hunter’ın (1728–1793) öğrencisiydi.

Blundell, cerrahi alanda çığır açan çalışmalarıyla tanınan Haighton ve Hunter gibi öncülerden ilham alarak, 1678 yılında getirilen kan nakli yasağına rağmen kendine özgü bir tıbbi yaklaşım geliştirmeyi başardı. Guy’s and St Thomas Hastanesi’ndeki görevinde, özellikle doğum sırasında yaşanan ağır kan kayıpları nedeniyle hayatını kaybeden genç kadınların durumunu düşündükçe, kan nakli fikri üzerine yoğunlaşmaya başladı.

 

John Leacock ve Edward Doubleday’in köpeklerdeki transfüzyon deneylerinden esinlenen Blundell, önce hayvanlar arasında başarılı kan nakli uygulamaları gerçekleştirdi. Ardından, insan damarlarına hastanın eşi gibi sağlıklı bir vericiden alınan kanın verilerek “canlandırılabileceğini” ve böylece iyileştirilebileceğini öne sürdü. 

 

John Hunter, 1817 yılında şu ifadeyi kullanmıştır:
"Kanın yaşam taşıdığına dair en büyük kanıtlardan biri, pıhtılaşmasını etkileyen koşullara bağlıdır. Eğer kan, canlılık ilkesine sahip olmasaydı, vücut açısından yalnızca yabancı bir madde olurdu."

 

Hunter, kanın sadece fiziksel bir sıvı olmadığını, vücudun işlevselliği için hayati bir öğe olduğunu savunuyordu. Blundell de bu düşünceden etkilenerek, yaşam gücü (vitalizm) kavramını temel alarak kanın bir tür hayati enerji taşıdığına inanıyordu. Bu fikirle Eylül 1818'de, geliştirdiği hipotezi ilk kez pratiğe dökme fırsatını buldu.


Blundell’in karşısına çıkan hasta, “Brazier” adıyla anılan bir erkekti. Mide kanserine bağlı olarak gelişen pilor tıkanıklığı (mide çıkışının tümörle daralması), hastanın üç ay boyunca yediği her lokmayı kusarak geri çıkarmasına yol açmış; bu da vücudunun hızla zayıflamasına ve ciddi sıvı kaybına (dehidrasyon) neden olmuştu. Blundell onu muayene ettiğinde, uzun süredir devam eden kanamalar ve kusma nedeniyle çok fazla kan kaybettiğini; kan hacminin tehlikeli düzeye inerek hipovolemi geliştiğini tespit etti. Acil müdahale edilmezse Brazier’in yaşama şansı kalmamıştı.

Blundell, 26 Eylül 1818’de, öğleden sonra saat 14:00 ile 15:00 arasında, tarihte ilk kez belgelenmiş insandan insana doğrudan kan naklini gerçekleştirdi. “Birkaç beyefendi” olarak tanımladığı vericilerden alınan yaklaşık 350 ml kan bir kaba toplandı. Blundell, bu kanı ısıtılmış bir şırıngayla çekip doğrudan alıcının damarına enjekte etti. Hasta, ilk anda belirgin bir iyileşme göstermedi; fakat birkaç saat sonra cildi pembeleşti, nabzı güçlendi. Ertesi gün, yarım bardak bira içecek kadar toparlandı. Ancak tüm çabalara rağmen, işlemden 56 saat sonra hayatını kaybetti. Blundell’in bu deneyimi, kan naklinin hayati bir müdahale olduğu görüşünü daha da güçlendirdi. Blundell, ilk kan naklini gerçekleştirdiği bu olayı, 22 Aralık 1818’de Londra Tıbbi-Cerrahi Derneği’ne sunduğu bir raporda kamuoyuna duyurdu.


Blundell, kanın yaşam enerjisi taşıdığına inanıyordu ve solunumun durması veya kan kaybı sonucu gerçekleşen ölümün (tıpkı asılma veya boğulma gibi) belirli bir süre boyunca geçici olabileceğini düşündü. Ona göre, bu süre içinde yapılan kan nakli hastayı hayata döndürebilirdi.

 

Bu fikrini Vaka No. 2’de test etmeye karar verdi. Doğum sırasında rahimden aşırı kanama (plasental kanama) nedeniyle 5-6 dakika önce hayatını kaybeden genç bir kadına, şırınga yöntemiyle yaklaşık 475 mililitre kan enjekte etti. Ancak, ne yazık ki, bu girişim başarılı olmadı ve hasta hayata döndürülemedi. Sonraki yıllarda bu iki vaka dahil 4 başarısız deneme daha gerçekleştirdi.

Doğrudan transfüzyon sırasında Blundell, karşılaştığı pıhtılaşma sorunu, hem nakledilebilen kan miktarını hem de işlem süresini kritik şekilde kısıtlıyordu. Bu engeli aşmak için 1824 yılında "Impellor" adını verdiği yenilikçi bir cihaz tasarladı.

 

Bu cihaz, kanın pıhtılaşmasını geciktirmek için süt ısısında (≈35°C) suyla doldurulan çift duvarlı bir bölmeye sahipti. Donörden alınan kan, şırınga ve valf sistemiyle basınç altında alıcının damarına iletiliyordu. Bu mekanizma, kan akışını düzenleyerek pıhtı oluşumunu minimize etmeyi amaçlıyordu.

 

Blundell, 1829 yılında "Gravitator" adını verdiği yenilikçi bir cihaz tasarladı. Bu sistem, yerçekimi gücünü kullanarak, yüksek bir haznede toplanan kanın ince bir tüp aracılığıyla yavaş ve kontrollü biçimde alıcının damarına akmasını sağlıyordu. Bu yöntem, daha büyük miktarlarda kan naklini güvenli şekilde gerçekleştirmeyi mümkün kıldı


29 yaşındaki Bayan Cocklin, 28 Eylül 1825 Çarşamba günü sabah saat 04:15'te, evinde bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Doğum başlangıçta sorunsuz geçmişti, ancak yaklaşık iki saat sonra beklenmedik bir şekilde şiddetli kanama başladı. Durum hızla kritik bir hal aldı: Bayan Cocklin aşırı kan kaybı nedeniyle bilincini kaybetti, nabzı neredeyse hissedilmiyordu. Solgun yüzü, beyaz dudakları ve daralmış burun delikleri, hayati tehlikenin bariz işaretleriydi. Hızlı nefes alıp veriyor, sık sık iç çekiyor ve tüm vücudu soğuk terle kaplanmıştı.

 

Mücadele ve Umut

 

Kanama, ancak yoğun çabalar sonucunda iki saat içinde kontrol altına alınabildi. Ne var ki, hastanın durumu oldukça kötüydü. Geleneksel tedavi yöntemleri – brandy, amonyak ve afyon tentürü – geçici bir rahatlama sağlasa da, kalıcı bir iyileşme getirmedi. Artık tek seçenek, deneysel bir yöntem olan kan transfüzyonuydu.

 

Dr. James Blundell, acilen çağrıldı. Hastayı muayene ettikten sonra transfüzyonun kaçınılmaz olduğuna karar verdi. Operasyon, hastanın eşine önerildiğinde, eşi tereddüt etmeden kabul etti ve hatta gerekli kanı bağışlamayı teklif etti.

 

Tarihi Operasyon

 

Dr. Blundell, hastanın damar yolunu açmaya çalıştı, ancak hasta bilinçsizce büyük bir direnç gösterdi. Kanamanın durmasından altı saat sonra, Bayan Cocklin ölümün eşiğindeydi. Tam bu kritik anda, Dr. Edward Doubleday (1798-1882) devreye girdi. O dönemde kullanılan hipodermik iğneler bugünküler kadar keskin olmadığından, Doubleday, Blundell’in açtığı deliği genişletmek için kör bir iğne kullandı.

 

Operasyon, titizlikle planlanmıştı: Hastanın eşinin kolundan alınan kan, konik bir bardağa aktarıldı. Şırınga, hava kabarcığı oluşmasını engellemek için dikkatlice dolduruldu ve kan, yavaşça Bayan Cocklin’in damarına enjekte edildi.

 

Mucizevi İyileşme

 

İlk 60 cc (2 ons) kan enjekte edildiğinde, hastanın nabzı yükselmeye başladı. Toplam 180 cc (6 ons) kan nakledildikten sonra, Bayan Cocklin aniden kendini "bir boğa kadar güçlü" hissettiğini haykırdı! Bu cesaret verici gelişme üzerine, Doubleday nakle devam etti ve toplamda yaklaşık 420 cc (14 ons) kan transfüze edildi.

 

Sonuç ve Miras

 

Kan naklinin ardından Bayan Cocklin’in genel durumu hızla düzeldi. Operasyon sırasında neden bu kadar direnç gösterdiği sorulduğunda ise hiçbir şey hatırlamadığını söyledi. Ekip, bu şiddetli tepkilerin, daha önce doğum sonrası kan kaybıyla hayatını kaybeden başka bir kadında da tanık oldukları ölüm öncesi çırpınma belirtilerine benzediğini fark etti.

 

Yedi gün sonra, 4 Ekim’de, Cocklin tamamen iyileşmişti. Kolundaki kesi henüz kapanmamış olsa da, damar iltihabı gibi yerel komplikasyonlar kontrol altına alınmıştı. Bu vaka, yalnızca bir hayatı kurtarmakla kalmadı; aynı zamanda insan-insana kan transfüzyonunun tıpta uygulanabilir ve etkili bir yöntem olduğunu göstererek büyük bir dönüm noktası oldu.

Bu çarpıcı vakaya dair ilk elden bilgiler, Doubleday tarafından London Medical and Physical Journal’ın Kasım 1825 sayısında yayımlandı.

Blundell, 10 Kasım 1825'te Dr. Uwins ve Mr. Wright'ın bağışçı olduğu bir kan nakli gerçekleştirdi; hastaya yaklaşık 12 ons (yaklaşık 360 ml) kan verildi. Bu vakayı tam 13 yıl boyunca dikkatle izledi ve hastanın uzun süre sağlıklı kaldığını rapor etti. Böylece, başarılı kan nakillerinin sadece geçici değil, uzun vadeli iyileşmeler sağlayabileceği de ortaya konmuş oldu.

 

Ancak takip eden yıllarda, doğrudan kan nakillerine eşlik eden yüksek ölüm oranları bu yöntemin güvenilirliğini tartışmalı hale getirdi. Pek çok hekim, zamanla bu uygulamadan uzaklaştı.

 

Bu kuşkular, 1839 yılında yaşanan trajik bir ölümle daha da derinleşti. Napolyon’un New Jersey’de yaşayan kardeşi Joseph Bonaparte’ın kızı Charlotte, doğum sonrası şiddetli kan kaybı nedeniyle hayatını kaybetti. Oysa ki kan nakli, onun hayatını kurtarabilecek bir seçenek olabilirdi.

 

1901 - Kan Gruplarının Keşfi (Karl Otto Landsteiner, 1868-1943)

Avusturyalı bilim insanı Karl Landsteiner, 1901 yılında A, B ve O olmak üzere üç ana kan grubunu keşfederek kan uyuşmazlıklarının nedenlerini bilimsel olarak ortaya koydu. Farklı gruplardaki kanlar karıştığında, kırmızı kan hücrelerinin birbirine yapışarak çökelmesine (aglütinasyon) yol açtığını ve bunun hayati organlarda hasara neden olabileceğini gösterdi. Bu önemli buluş, güvenli kan nakillerinin önünü açarak tıpta devrim niteliğinde bir ilerlemeye yol açtı.

 

Ertesi yıl, öğrencileri AB grubunu tanımlayarak ABO sistemini tamamladı. Böylece kan uyuşmazlıkları önlenebilir hale geldi ve transfüzyonlar çok daha güvenli şekilde uygulanmaya başladı.

 

Landsteiner’in çalışması, daha önce gerçekleştirilen başarılı kan nakillerinin aslında doğru kan gruplarının tesadüfen eşleşmesiyle gerçekleştiğini ortaya koyarak, o dönemdeki hayatta kalma vakalarının büyük ölçüde birer şans eseri olduğunu gözler önüne serdi.

 

 

1902 - Alexis Carrel’in (1873-1944) Yenilikçi Damar Dikiş Tekniği 

 

Carrel 1902‘de damarları pürüzsüz bir şekilde birleştirerek, bağlamayı ve kan akışını engellenmeden sürdürmeyi sağlayan bir damar dikiş tekniği geliştirdi. Bu yöntem, organ nakillerinin yanı sıra doğrudan kan nakillerinde de büyük bir ilerleme kaydedilmesini sağladı.

 

1908 yılında, New York’un ünlü Bellevue Hastanesi’nde görev yapan cerrah Dr. Adrian Van Sinderin Lambert (1872-1952), hayatının en büyük sınavıyla karşı karşıya kaldı. Yeni doğan kızı Mary, doğumdan itibaren nedeni o yıllarda bilinmeyen ve bu yüzden etkili bir tedavisi bulunmayan Hemorrhagica Neonatorum (yenidoğanın hemorajik hastalığı) ile mücadele ediyordu. Bu hastalık, doğumdan hemen sonra başlayan ve vücudun çeşitli bölgelerinde kontrolsüz kanamalara yol açan, K vitamini eksikliğine bağlı ölümcül bir kanama bozukluğuydu. Mary, solunum ve sindirim sistemlerinden sürekli kan kaybediyor, göz çevresinde büyük bir hematom (deri altında kan birikimi) oluşuyordu. Henüz beş günlükken neredeyse komaya girmişti.

 

Çaresiz baba Lambert, son bir umutla 8 Mart Pazar günü sabahın erken saatlerinde, College of Physicians and Surgeons dekanı olan ağabeyi Samuel Waldron Lambert (1859–1942) ile birlikte Alexis Carrel’i uyandırdı. "Kızıma kanımı verebilir miyim?" sorusu, o güne kadar hiç denenmemiş bir prosedürün başlangıcı olacaktı.

Ameliyat, Lambert ailesinin yemek odasında gerçekleştirildi. Dr. Lambert yemek masasına uzanırken, minik Mary ütü masasına yerleştirildi. Ne lokal anestezi ne de ağrı kesici kullanıldı. Carrel, üçgenleme anastomoz tekniğiyle baba ile kızın damarlarını birleştirdi. İşlem tamamlandıktan kısa bir süre sonra mucize gerçekleşti: Mary hareket etmeye ve ağlamaya başladı. Solgun teni pembe bir renge döndü ve kanamaları durdu.

 

Samuel Lambert, fazla kan verilmesinden endişe ederek transfüzyonun durdurulmasını istedi. İşlem sonlandırıldığında küçük Mary iyileşme belirtileri göstermeye başlamıştı. Dr. Adrian Lambert’in kolunda ise herhangi bir hasar oluşmadı.

Bu olay, tıp tarihinde Hemorrhagica Neonatorum'un ilk kez tedavi edildiği vaka olarak kayıtlara geçti; üstelik sadece tek bir transfüzyonla. Carrel’in damar cerrahisi ve organ nakli üzerine yaptığı çalışmalar, ona 1912’de Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü kazandıran ilk cerrah unvanını getirirken, Mary Lambert sağlıklı bir şekilde büyüdü. Yıllar sonra, Carrel, Mary’nin 21. doğum günü partisinde onur konuğu olarak ağırlandı.

1914 - Dolaylı Kan Nakli (Albert Hustin, 1882-1967 ve Luis Agote, 1868-1954)


1914 yılında Belçikalı doktor Albert Hustin ve Arjantinli doktor Luis Agote, birbirlerinden habersiz olarak, sodyum sitrat kullanarak kanın pıhtılaşmasını önlemenin güvenli bir yolunu geliştirdiler. Bu çığır açıcı buluş, kanın vücut dışında bozulmadan kısa süreli saklanmasını ve ihtiyaç duyulduğunda başka bir kişiye nakledilmesini mümkün kıldı. Böylece, kan ilk kez sadece anlık değil, planlı ve kontrollü bir şekilde kullanılabilir hale geldi. Bu yöntem, kanın depolanabilir bir tıbbi kaynak olarak görülmesini sağladı ve ilerleyen yıllarda kan bankacılığının temellerini atan en önemli adım oldu.

Patent almayarak, I. Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında siper savaşlarının en yoğun olduğu dönemde, çok sayıda yaralının hayatını kurtarmada kritik bir rol oynayan bu yöntemi insanlığa armağan ettiler.

 

Dolaylı Kan Nakli ve Doğrudan Kan Nakli Arasındaki Fark Nedir?

Dolaylı Kan Nakli Nedir?


Dolaylı kan nakli, kanın önce bir şişe veya torbada toplanıp saklanması, daha sonra ihtiyaç duyulduğunda alıcıya verilmesi demektir. Bu yöntemde, kanın pıhtılaşmasını önlemek için sodyum sitrat gibi antikoagülan maddeler kullanılır. Böylece kan, birkaç saat veya günlerce kullanıma hazır halde bekletilebilir.

 

Blundell'in Yöntemi vs. Hustin & Agote'nin Yöntemi

 

Aralarındaki farkı anlamak için basit bir benzetme yapalım ve kanı süt gibi düşünelim:

 

1. James Blundell (1820'ler): "Taze Süt" Sistemi

  • Nasıl Çalışıyordu?
    • Donör ve alıcı aynı anda birbirine bağlanıyordu.
    • Kan, doğrudan şırınga veya Impellor/Gravitator cihazlarıyla aktarılıyordu.
    • Pıhtılaşma sorunu nedeniyle işlem tamamlanabilmesi zaman alıyordu

 

  • Örnek:
    Taze sütü sağıp hemen içmek gibi düşünün. Sütü saklayamazsınız; anında tüketmelisiniz.

 

2. Hustin & Agote (1914): "Uzun Ömürlü Süt" Sistemi

  • Nasıl Çalışıyor?
    • Kan, sodyum sitrat eklenerek pıhtılaşması engelleniyor.
    • Toplanan kan, steril bir şişede saklanabiliyor, depolanabiliyor ve ihtiyaç anında alıcıya verilebiliyor.
    • Bu sayede donör ve alıcının aynı ortamda bulunması gerekmiyor.

 

  • Örnek:
    Sütü pastörize edip buzdolabında saklamak gibi. İstediğiniz zaman kullanabilirsiniz.

 

Neden Bu Kadar Devrimci?

 

  • Blundell'in Sorunu:
    • Kan nakli için donörün her an hazır olması gerekiyordu. Acil durumlarda bu mümkün değildi.
    • En az üç dört kişilik eğitimli teknik ekip ihtiyacı bulunuyor. 
    • Nakil süresince görevli personel, donör ve alıcıya bağlı kaldığından başka işlere veya hastalara geçiş mümkün olmuyordu.

 

  • Hustin & Agote'nin Çözümü: 
    • Kan stoklanabildiği için acil durumlarda hemen kullanılabildi.
    • Kan bankacılığının temeli atıldı.
    • I. Dünya Savaşı'nda binlerce askerin hayatı bu yöntemle kurtarıldı

 

1. Dünya Savaşı (1914-1918)

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, tıp dünyası büyük bir dönüşüm sürecine girdi. Hekimler, hastanelerde alışık oldukları düzenli hasta bakımının yerine, savaş tıbbının gerektirdiği acil ve kitlesel müdahalelerle karşı karşıya kaldılar. Cephelerde yaşanan ani yaralanmalar ve ölümcül salgın hastalıklar, geleneksel tedavi yöntemlerinin yetersiz olduğunu açıkça ortaya koydu.

 

Bu zorlu koşullar, doktorları yeni stratejiler geliştirmeye zorladı. Sınırlı kaynaklar, yetersiz ekipman ve sürekli artan hasta sayısı, hekimlerin yaratıcılığını ve adaptasyon becerilerini sınadı. Savaş sırasında geliştirilen acil cerrahi teknikleri, kitlesel yaralanmalar için özel bakım prosedürleri ve hastalık kontrol yöntemleri, yalnızca savaş alanlarında değil, modern tıbbın temel taşları arasında yerini aldı.ürettikleri çözümler ya da çözüm arayışları da geleceğin tıbbına hizemt eedecekti. 

 

Savaş koşullarında geliştirilen yenilikçi tıbbi çözümler, yalnızca cephelerdeki acil müdahaleler için değil, savaş sonrası hastane sistemlerinin yeniden şekillenmesinde de önemli bir rol oynadı. Kitlesel yaralanmalara yönelik acil kan ihtiyacını karşılamak amacıyla geliştirilen yöntemler modern kan bankacılığının temelini oluştururken, Alexander Fleming’in Birinci Dünya Savaşı sırasında yaralı askerlerde ve cerrahi girişimlerde ciddi enfeksiyonlara neden olan streptokok bakterilerine karşı yürüttüğü araştırmalar, enfeksiyonla mücadelede yeni bir dönemin kapılarını aralaması gibi bugün tıpta kullanılan pek çok kritik uygulama, savaş tıbbının mirası olarak varlığını sürdürmektedir.

 

 

1915 - Kan Saklama Teknikleri Geliştirildi. (Francis Peyton Rous, 1879-1970 ve Joseph R. Turner)

 

1. Dünya Savaşı'nda cephe koşullarında yapılan doğrudan kan nakilleri son derece zorlu ve riskli işlemlerdi. Alexis Carrel'in damar anastomoz tekniği veya şırınga yöntemiyle yapılan bu nakiller genellikle 1,5-3 saat sürüyordu ve en az iki cerrah ile bir hemşirenin sürekli müdahalesini gerektiriyordu. Bu da savaş koşullarında zaten kısıtlı olan sağlık personelini uzun süre tek bir hastaya bağlıyordu.

 

Kan naklinin önündeki en büyük engellerden biri pıhtılaşmaydı. 1914’te Hustin ve Agote’un sitratı keşfetmesine rağmen, antikoagülan (kanda pıhtı oluşmasını önleyen madde) yöntemler savaşın ilk yıllarında yaygın olarak kullanılmıyordu. Bu nedenle kan nakillerinde pıhtılaşma riski yüksek oranlara ulaşarak işlem başarısını önemli ölçüde sınırlıyordu. Açık cerrahi gerektiren anastomoz (damar uçlarının cerrahi olarak birleştirilmesi) yöntemi ise, sterilizasyon imkanlarının kısıtlı olduğu saha koşullarında enfeksiyon gibi ciddi komplikasyonlara (örneğin pıhtı atması gibi) yol açabiliyordu.

 

Cephe hastanelerindeki hijyen koşulları son derece yetersizdi. Steril malzeme eksikliği nedeniyle cerrahlar genellikle kullanılmış çarşafları kaynatarak pansuman malzemesi yapmak zorunda kalıyorlardı. İngiliz cerrah Geoffrey Langdon Keynes'in (1887-1982), 1915 raporuna göre, doğrudan kan nakli yapılan hastaların %35'inde sepsis (vücudun enfeksiyona karşı verdiği, hayati organları etkileyebilen ve yaşamı tehdit eden aşırı inflamatuar yanıt) gelişiyordu.

1916 yılında Flanders cephesinde yapılan bir araştırma, her bir kan nakli için ortalama 2,8 sağlık çalışanının görev aldığını gösteriyordu. Deneyimli ekipler zamanla işlem süresini 1 saate kadar düşürmeyi başarsa da, acil durumlarda tek cerrahla yapılan nakillerde ölüm oranı %70'e kadar çıkabiliyordu.

Özetle, savaş sırasında yaralıların tedavisinde hayati öneme sahip olan kan nakli, ciddi bir sorun olarak ortaya çıktı. 

 

Amerikalı patolog Francis Peyton Rous, savaş sırasında askerlerin en büyük ölüm nedenlerinden birinin kan kaybı olduğunu fark ederek, bu soruna çözüm üretmek amacıyla meslektaşı Joseph R. Turner ile işbirliği yaptı. İkili, cephede kan naklinin etkinliğini artırmak ve yüksek kan kaybına bağlı ölümleri azaltmak için yeni teknikler üzerinde çalışmalara başladı.

 

Her ne kadar Karl Landsteiner, yaklaşık 10 yıl önce kan gruplarını keşfetmiş ve kan uyumunun önemini vurgulamış olsa da, 1915 yılına kadar kan nakli tıpta yaygın bir uygulama haline gelmemişti. Tıp camiası, kan uyumsuzluğunun ölümcül sonuçlarını Birinci Dünya Savaşı sırasında, ağır yaralı askerlerin tedavisi esnasında acı bir şekilde deneyimleyerek kavradı.

 

Rous ve Turner, ilk olarak donör (verici) ve alıcı arasında kan grubu uyumunun mutlaka kontrol edilmesi gerektiğini belirlediler ve transfüzyon sırasında oluşabilecek komplikasyonları önlemek için kan uyumluluğunu test eden bir yöntem geliştirdiler.

 

O dönemde kan nakli hâlâ riskli ve deneysel bir girişim olarak kabul ediliyordu. Bu nedenle Rous ve Turner, doğrudan kan naklinin sınırlarını aşmak amacıyla kanın korunması ve pıhtılaşma sorunlarına odaklandılar. İlk aşamada, kan örneklerine jelatin ekleyerek kısa süreli koruma sağladılar. Ancak 1916'da bu yöntemi geliştirerek, sodyum sitrat ve glikoz içeren bir solüsyon kullandılar. Bu sayede kanın pıhtılaşması önlendi, raf ömrü bir haftadan iki haftaya çıkarıldı ve dolaylı kan nakli için gerekli süre elde edilmiş oldu.

Daha sonra Rous ve Turner, The Preservation of Living Red Blood Cells In Vitro: I. Methods of Preservation ("Canlı Kırmızı Kan Hücrelerinin İn Vitro Korunması: I. Koruma Yöntemleri") başlıklı çalışmalarında, 3 ölçü insan kanı, 2 ölçü izotonik sodyum sitrat çözeltisi (yüzde 3,8 sodyum sitrat) ve 5 ölçü izotonik dekstroz çözeltisi (yüzde 5,4 dekstroz) karıştırıldığında kırmızı kan hücrelerinin yaklaşık 4 hafta boyunca canlı kalabildiğini gösterdiler. Bu formül, daha sonra "Rous-Turner Solüsyonu" olarak anılacak ve modern kan bankacılığı uygulamalarının temelini oluşturacaktı.

 

1917 - Savaşta İlk Dolaylı Kan Nakli ve Kan Depolanması. (Lawrence Bruce Robertson, 1885-1923 - Oswald Hope Robertson, 1886-1966)

Lawrence Bruce Robertson

 

Ekim 1915'te Kanadalı cerrah Lawrence, savaş sırasında birden fazla şarapnel yarası bulunan bir askere, şırınga yöntemiyle ilk savaş zamanı kan transfüzyonunu başarıyla uyguladı. Bu ilk başarılı girişimin ardından, Lawrence, sonraki aylarda dört ardışık kan transfüzyonu daha gerçekleştirerek, kan naklinin etkinliğini artırmaya yönelik çalışmalarını sürdürdü.

 

Lawrence, elde ettiği bulguları 1916'da British Medical Journal dergisinde yayımlanan "The Transfusion of Whole Blood: A Suggestion for Its More Frequent Employment in War Surgery" (Tam Kan Transfüzyonu: Savaş Cerrahisinde Daha Sık Kullanımı İçin Bir Öneri) başlıklı makalesinde paylaştı. Bu çalışma, savaş alanlarında kan naklinin önemini vurgulayarak, tıp camiasında konunun daha geniş çapta kabul edilmesini sağladı. Lawrence, bir grup meslektaşının desteğiyle, İngiliz yetkililerini kan transfüzyonunun savaş cerrahisindeki kritik rolü konusunda ikna etmeyi başardı.

 

Daha sonra, Lawrence, hekimlerin doğrudan kan nakli uygulamalarına olan yaklaşımını değiştirerek, dolaylı kan nakline yönelmelerini teşvik etti. 24 Kasım 1917’de British Medical Journal’da yayımlanan "Further Observations on the Results of Blood Transfusion in War Surgery with Special Reference to the Results in Primary Hemorrhage" (Savaş Cerrahisinde Kan Transfüzyonunun Sonuçlarına Dair Daha Fazla Gözlem: Özellikle Birincil Kanama Sonuçlarına İlişkin) başlıklı makalesinde, dolaylı transfüzyon yöntemini uyguladığı 36 vakayı ayrıntılı bir şekilde inceledi.

 

Makalesinde şunları belirtti: "Şokun eşlik ettiği ciddi primer kanama vakalarında, kan transfüzyonu genellikle ani ve neredeyse inanılmaz bir iyileşme sağlar. Hızla titreyen bir nabzı olan soluk, yarı bilinçli bir hastadan, daha yavaş ve dolgun nabızlı, bilinçli ve rahat bir hastaya dönüşüm, nakledilen kanın etkinliğinin dramatik bir kanıtıdır."


Oswald Hope Robertson 

 

Oswald, Massachusetts General Hospital’da kırmızı kan hücrelerinin eksikliğiyle ortaya çıkan pernisiyöz anemi (ciddi kansızlık hastalığı) üzerine lisansüstü çalışmalarını sürdürürken, 6 Nisan 1917'de Amerika Birleşik Devletleri I. Dünya Savaşı'na katıldı. Bunun üzerine Oswald, Ordu Tıbbi Kolordusu’nda hizmet etmek üzere Fransa’daki Batı Cephesi’ne gönderildi.

 

Batı Cephesinde Rous ve Turner ile birlikte çalışarak, kan nakli alanındaki yenilikleri uygulamaya geçiren ilk hekim oldu. Kanın uzun süre saklanabilmesi sağlanınca, Oswald dahiyane bir geliştirdi ve yaklaşan muharebe öncesinde, Ekim ayında Boulogne’da bir kan depolama ünitesini faaliyete geçirdi. 

 

Tıp birliği, savaşa katılmayacak hafif yaralı askerler arasından gönüllü bağışçılar seçecek ve bu askerlerin, evrensel verici özelliği taşıyan O kan grubuna sahip olmasına özen gösterecekti.

 

Her gönüllü yaklaşık iki bardak kan bağışlayacak, bu kan şişelere konulacak ve yeni keşfedilen etkili bir antikoagülan olan sodyum sitrat ile işlenecekti.

 

Şişeler, savaş bölgesine yakın noktalarda mühimmat kutularında stoklanacak ve talaş ile buz içinde saklanarak birkaç hafta boyunca korunacaktı.

İlk "kan deposu" sistemi, Batı Cephesi'ndeki Cambrai Muharebesi'nde (20 Kasım - 7 Aralık 1917) test edildi. Bu muharebe sırasında, 22 birim depolanmış kan, 20 ağır yaralı askere transfüzyon yapmak için kullanıldı. Yaralı tahliye istasyonlarına aynı anda çok sayıda ağır yaralı asker getirildiği için, Oswald'ın önceden depoladığı kan stokları sayesinde, kan bağışı için zaman kaybedilmeden yaralıların acil ihtiyaçları karşılandı. Bu yöntem, savaş alanında önceden saklanan kanın etkin bir şekilde kullanılabileceğini kanıtladı.

 

1918 Mart'ında Amerikan Seferi Kuvvetleri, Oswald'ın metodunu resmen benimsedi ve hastanelerinde uygulamaya başladı. Oswald, bu başarısı nedeniyle İngiliz hükümeti tarafından "Distinguished Service Order" (Seçkin Hizmet Nişanı) ile ödüllendirildi.

 

22 Haziran 1918'de British Medical Journal'da yayımlanan "Transfusion With Preserved Red Blood Cells" (Korunmuş Kırmızı Kan Hücreleri ile Transfüzyon) başlıklı makalesinde Oswald, depolanmış kanın etkinliğini vurguladı. Çalışmada, korunmuş kan kullanılan hastalarda cilt renginde düzelme, nabzın yavaşlayıp güçlenmesi ve kan basıncında 20-40 mmHg artış gibi olumlu sonuçlar gözlendiği belirtildi.

Oswald’ın çalışmaları, modern kan bankacılığının temelini attı ve savaş tıbbının kalıcı miraslarından biri haline geldi.

 

 

Türkiye’de Kan Nakli ve Kan Bankacılığının Doğuşu

 

Serge Voronof’un maymun testis dokusu nakli deneyleri yalnızca Avrupa’da değil, Osmanlı’nın son dönemlerinde de ilgiyle karşılandı. Bu ilginin bir yansıması olarak Prof. Dr. Burhaneddin Toker, yaşlanmaya karşı cerrahi yöntemlerle gençleştirme arayışlarını ve modern tıp uygulamalarını bir araya getirerek 1922 yılında Usûl-i Cerrahiyye ve Ameliyât ile Gençleştirme adlı eserini kaleme aldı.

Toker, aynı zamanda Türkiye'de kan nakli çalışmalarını başlatan ilk isim oldu. 1921 yılında, henüz Osmanlı Devleti döneminde, kan nakli konusunda ilk adımları attı. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından, bu alandaki çalışmalarını sürdürerek 1938 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesi’nde Türkiye'nin ilk başarılı kan naklinin gerçekleştirilmesine öncülük etti. 1940-1945 yılları arasında bazı üniversitelerde ve hastanelerde küçük ölçekli kan üniteleri kuruldu. 1952 yılında ise Cerrahpaşa’da kanın hücresel bileşenlerinden ayrıştırılarak plazma elde edilmesi sağlandı.

 

Kızılay, 11 Haziran 1868’de “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kuruldu. 1938 yılında Atatürk’ün siroz hastalığını teşhis eden ve 1953’te Kızılay Genel Başkanı olan Prof. Dr. Nihat Reşat Belger (1882–1961)’in önerisiyle, Kızılay Kongresi’nde bir kan hizmetleri teşkilatı kurulmasına karar verildi. Bu doğrultuda, 1954 yılında bazı doktorlar İngiltere ve ABD’ye gönderilerek kan nakli konusunda eğitim almaları sağlandı.

 

1957 yılında, Ankara ve İstanbul’da eş zamanlı olarak Türkiye’nin ilk modern kan bankaları olan Kızılay Kan Merkezleri faaliyete geçti. Bu merkezler, kan bağışı ve depolama süreçlerini organize ederek, Türkiye’de kan nakli uygulamalarına büyük bir ivme kazandırdı. İzmir Kızılay Kan Merkezi ise 1960 yılında hizmete girdi. 1974’te, Türkiye Kızılay Derneği Kan Bağışı Organizasyonu kuruldu ve bu organizasyon, halkın kan bağışı konusunda bilinçlendirilmesi için eğitim programları düzenlemeye ve gezici kan bağışı kampanyaları yapmaya başladı.

Sergey Sergeyeviç Yudin ve İlk Kan Bankasının Kuruluşu


Tüccar ve sanayici bir ailede dünyaya gelen Yudin, 1911 yılında Moskova Üniversitesi Fiziko-Matematik Fakültesi Doğa Bilimleri Bölümü’ne kabul edildi. Bunun nedeni, tıp fakültesinde büyük bir rekabetin olmasıydı: 180 kişilik kontenjana karşılık Moskova bölgesinden yaklaşık 230 başvuru yapılmıştı ve Yudin’in diploma notu ortalama seviyedeydi.

 

Bir yıl sonra tıp fakültesine geçen Yudin, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle akademik eğitimini tamamlayamadı. Savaşın ilk günlerinde gönüllü olarak Kızıl Haç’ın öncü bir birliğinde sıradan doktor (zauryad-vrach) olarak cepheye gitti. Daha sonra 101. Tümen Sağlık Birliği’nin başına geçti ve kardeşi Pyotr’un görev yaptığı 267. Duhovşçinskiy Piyade Alayı’nın doktoru olarak atandı. Gösterdiği cesaret nedeniyle 4. derece Aziz George Madalyası ile ödüllendirildi.

 

Savaş boyunca üç kez yaralanan Yudin, en ağır yarasını 15 Temmuz 1916’da, bir patlama sonucu aldı. Hastaneye kaldırıldıktan sonra ekstern sınavlarını birinci dereceyle tamamlayarak doktorluk diplomasını aldı. Bu başarısıyla Duhovşçinskiy Alayı’nın baş doktoru oldu.


1922-1928 yılları arasında Serpukhov’daki Krasny Tekstilshchik fabrika hastanesinde cerrah olarak görev yapan Yudin, 1922 sonunda Almanya’ya gönderildi. Burada ünlü cerrahlar A. Bier, F. Sauerbruch ve diğerlerinin kliniklerinde becerilerini geliştirdi.

 

Doğuştan yetenekli bir cerrah olan Yudin, 1925 yılında "Spinal Anestezi" üzerine yazdığı teziyle büyük bir başarı elde etti. Aynı yıl, bu eser Sovyet Cerrahi Derneği tarafından 1924–1925 yıllarında yayımlanan en iyi cerrahi çalışma olarak F.A. Rein ödülüyle ödüllendirildi.

 

Yudin’in elde ettiği bu başarı, ona 1927 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde altı ay boyunca eğitim alma fırsatı sundu. Bu süreçte, cerrahi tekniklerini geliştirme ve modern tıbbi ekipman edinme imkânı buldu. Ancak, ülkesine döndüğünde, çalıştığı hastane için satın aldığı ekipmanlara gümrükte el konuldu.

Amerika’dan dönüşünün ardından Yudin, 1928 yılında N. V. Skılifosovskiy Acil Tıp Enstitüsü’nde cerrahi bölüm başkanı olarak göreve başladı. Burada mide cerrahisi alanında önemli başarılara imza attı ve on yıl içinde üç binden fazla mide ameliyatı gerçekleştirdi.

 

Yudin’in kadavralara bakışı, Kharkov Tıp Enstitüsü Cerrahi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Vladimir Nikolaevich Shamov’un (1882–1962) Eylül 1928’de Dnipro’da gerçekleşen III. Tüm Ukrayna Cerrahlar Kongresi’ndeki sunumu ile köklü bir değişim geçirdi. Shamov, ölmüş köpeklerden alınan kanın canlı köpeklere başarıyla nakledilebileceğini gösterdi. Deneylerden birinde, 11 saat boyunca cesette beklemiş bir köpeğin kanı başka bir köpeğe nakledildi ve alıcı köpek hayata döndü.

 

Bu sonuç, ölümün ani bir son değil, kademeli bir süreç olduğunu ve farklı dokuların farklı hızlarda bozulduğunu ortaya koyuyordu. Kadavra, yalnızca bir ölü beden değil, hâlâ yaşamsal işlevler taşıyan bir kaynak olarak değerlendirilebilirdi. Birinci Dünya Savaşı’nda cephede görev yaparken kan ve organ eksikliği nedeniyle yaşadığı zorluklarla mücadele eden Yudin için bu keşif son derece önemliydi. Kadaverik bağışın hayat kurtarabilecek gerçek bir tıbbi kaynak olduğuna kanaat getiren Yudin, bu yöntemi insanlar üzerinde denemeyi düşünmeye başladı. Eğer kadavradan alınan kan bir köpeği hayata döndürebiliyorsa, bunu insanlar üzerinde de başarıyla uygulamak mümkün olabilir miydi?


23 Mart 1930’da, Moskova Sklifosovskiy Enstitüsü’ne ağır kan kaybı yaşayan 33 yaşında bir mühendis getirildi. Sıcak bir banyoda damarlarını keserek intihar girişiminde bulunmuştu ve ve zamanla yarışılıyordu. Dünya Savaşı sırasında geliştirilen kan saklama yöntemleri, henüz sivil hayatta uygulanmaya başlamamıştı. Bu nedenle, hastanelerde acil durumlar için hazır kan stoku bulunmuyordu. 

 

Üstelik, o dönemde devam eden frengi salgını nedeniyle, her kan bağışçısının mutlaka Wassermann testiyle taranması gerekiyordu. Ancak bu testin sonuçlanması günler sürüyordu ve hastanın bekleyecek vakti yoktu.

"Durum umutsuzdu. Yudin çaresizlik içinde çözüm ararken, ambulansla mühendisle aynı kan grubuna sahip, yeni ölmüş yaşlı bir adamın cesedi getirildi. Bu kişi, karaciğerinde yağ birikimi olan ve kalp yetmezliğinden ölen 60 yaşındaki bir alkolikti. Önünde zor bir karar vardı. Tüm riskleri göze alarak tarihe geçen şu sözleri söyledi:

 

“Kan kaybından öleceğine, frengiden ölsün; bu daha iyidir!”

 

Yudin, kadavra kanı nakletmeye karar verdi. Büyük bir Jané şırıngası kullanarak kadavranın karın bölgesindeki alt vena kavasından 420 ml kan çekti. Daha sonra, nakledilen 200 ml kadavra kanı sonrasında hastanın solgunluğunu yitirip pembeleştiğini, daha rahat ve derin nefes almaya başladığını hatırladı. Transfüzyon tamamlandığında ise hastanın bilinci tamamen yerine gelmişti. Birkaç gün sonra hastaneden taburcu edilen hasta hayata döndü.

 

Bu büyük başarı Yudin’e şöhret kazandırdı. Ancak birçok kişi, kadavraların resmi olarak başka bir bölümün kontrolünde olduğunu hatırlayarak, bu naklin nasıl gerçekleştirildiğini merak ediyordu. Gerçek ise oldukça basitti:

Sklifosovskiy Enstitüsü’nün patoloji bölümünün başında, morfin bağımlılığıyla mücadele eden Profesör Arseniy Rusakov bulunuyordu. Yudin ise enstitünün baş cerrahıydı ve enstitüdeki morfin stoklarının anahtarını elinde tutuyordu. Bu nedenle, Rusakov’un sessiz kalacağından emindi.


1930 yılının Eylül ayında, Cerrah Sergey Yudin, Harkiv’de düzenlenen Dördüncü Ukrayna Cerrahlar Kongresi’nde, kadavra kanı kullanarak gerçekleştirdiği ilk yedi klinik transfüzyonun sonuçlarını bilim dünyasıyla paylaştı.

Naklin başarıyla sonuçlanması, Yudin’in adını tıp tarihine altın harflerle yazdırdı. Bu olay, Sovyetler Birliği'nde (SSCB; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) kadavra kan transfüzyonunun modern bir tıbbi yöntem olarak benimsenmesinin önünü açtı. Özellikle askeri hekimler, savaş koşullarında hayat kurtarabilecek bu yeniliği hızla sahiplendi ve uygulamaya geçirdi.


Donörler yalnızca erkeklerden seçiliyordu. Etik nedenlerle çocuk kadavralar kullanılmazken, fizyolojik gerekçelerle kadın kadavralardan ölümün ardından kan alınmıyordu. Yudin, vajinal bölgedeki mikrobiyal flora nedeniyle ölüm sonrası kadın bedenlerinde enfeksiyon sürecinin çok hızlı ilerleyeceğini düşünüyordu.

Kadavra kanı genellikle akciğerlerde ve karın organlarında birikiyordu. Bağışçının kalbi artık atmıyordu, bu yüzden kan alımı zor ve karmaşıktı. Bunun için özel bir yöntem geliştirildi: Şah damarına iki kateter yerleştiriliyordu—biri beynin yönüne, diğeri ters yöne doğru. Ameliyat masası baş aşağı eğilerek akciğerlerde ve karın boşluğunda biriken kadavra kanı toplanıyordu. Bu yöntemle tek bir kadavradan üç litreye kadar kaliteli kan elde edilebiliyordu.Ölümden en geç altı saat sonra kan toplanmasına izin verildi. Yudin, büyük venöz dolaşım çemberindeki cesetteki kanın gün boyunca steril kaldığını ve tüm özelliklerini koruduğunu tespit etti. Ancak altı saat sonra rigor mortis devreye girer ve kan toplamak çok zordur. Ayrıca, kanın bakteriyel kontaminasyonunu önlemek için, boyundaki juguler damardan alınması gerektiğini buldu. Bir kesi yapıldı, tüplü kanüller yerleştirildi, ceset ters çevrildi ve kan yerçekimi ile aktı. Normal bağışta olduğu gibi aynı steril kaplarda toplanır. Daha sonra, bir yıkama çözeltisi yardımıyla, bir buçuk litre daha kan hazırlanır. Bu nedenle kadavra kanı 'tam' ve 'yıkanmış' olabilir. Böylece bir cesetten 3-4 litre kan elde edilebiliyor" dedi.

 

Ölümden sonra kan önce pıhtılaşıyor, ancak birkaç saat içinde yeniden sıvı hale gelerek “fibrinolize” oluyordu ve pıhtılaşma yetisini kaybediyordu. Bu durum, kadavra kanını canlı donörlerden alınan kana göre daha avantajlı hale getiriyordu; çünkü nakil sonrası sitrat şoku yaşanmıyor ve hastaya üç litreye kadar kan verilebiliyordu. Yudin ve öğrencileri, Sklifosovskiy Enstitüsü’nde toplamda iki buçuk binden fazla kadavra kanı nakli gerçekleştirdi—bu, yaklaşık yirmi üç ton kan anlamına geliyordu.

 

Kadavra kanı yöntemi, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar kullanıldı ve onunla birlikte tarihe karıştı. Dünyanın hiçbir diğer ülkesinde uygulanmadı. Günümüzde bu yöntemin uygulanması, bakteriyel enfeksiyon riski, hukuki zorluklar ve HIV, hepatit gibi hastalıkların tam olarak taranamaması nedeniyle artık uygun görülmemektedir.

 

Yudin, bu cesur girişimiyle yetinmeyerek bir başka büyük adım daha attı. 1930 yılında, Sklifosovskiy Enstitüsü’nde kadavra kanının uzun süre saklanabileceği ve gerektiğinde kullanılabileceği tam teşekküllü bir kan bankasının kurulmasını sağladı. Bu merkez, dünyada ilk tam teşekküllü kan bankası olarak kabul edildi.

1935 yılına gelindiğinde, Sovyetler Birliği'nde kan transfüzyonu sistemi büyük bir gelişme göstermişti. Sadece 5 yıl gibi kısa bir sürede, ülke genelinde 65 büyük kan merkezi ve 500'den fazla şube kurulmuştu. Bu merkezler küçük kan bankalarıyla donatılmış olup, konserve kan üretimi ve dağıtımı yapabiliyordu. Böylece oluşturulan yaygın ağ sayesinde, Sovyetler Birliği'nin en uzak bölgelerinde bile hastalara acil kan desteği sağlanabilir hale gelmişti. Bu sistem, ülke çapında kan teminini kolaylaştıran ve merkezi olarak yönetilen kapsamlı bir yapıya sahipti.

 

Ölümden sonra kan önce pıhtılaşıyor, ancak birkaç saat içinde yeniden sıvı hale gelerek “fibrinolize” oluyordu ve pıhtılaşma yetisini kaybediyordu.

"Fibra" (Latince) → "lif, iplik, doku" "Lysis" (Yunanca) → "çözülme, parçalanma, erime"

"Fibrinoliz" kelimesi, Latince ve Antik Yunanca kökenli bu iki kelimenin birleşiminden oluşturuldu..

Yudin, ölümden sonraki ilk altı saat içinde kan toplanmasının kritik olduğunu belirledi. Her ne kadar büyük venöz dolaşımdaki kanın 24 saat boyunca steril kaldığını saptamış olsa da, altı saatten sonra rigor mortis geliştiği için kan alımı ciddi şekilde zorlaşıyordu. Bakteriyel kontaminasyonu önlemek amacıyla kan, doğrudan boyundaki juguler venden alınmalıydı.

 

Kadavra kanı genellikle akciğerlerde ve karın boşluğunda biriktiğinden, Yudin özel bir toplama yöntemi geliştirdi. Kalbi durmuş bir donörden kan almak kolay değildi, bu yüzden şah damarına iki kateter yerleştirildi: biri beyne, diğeri ters yöne yönlendirilerek. Ardından, ameliyat masası baş aşağı eğilerek, biriken kan yerçekimi etkisiyle akıtılarak toplanması sağlanıyordu. Kan, normal bağış sürecinde olduğu gibi steril kaplarda muhafaza ediliyordu. Bu yöntemle tek bir kadavradan üç litreye kadar kaliteli kan elde edilebiliyordu.

 

Bu yöntem, kadavra kanını canlı donörlerden alınan kana göre daha avantajlı hale getiriyordu. Nakil sonrası sitrat şoku yaşanmıyor, ayrıca canlı donörden yalnızca bir ünite kan alınabilirken, kadavradan üç litreye kadar kan temin edilebiliyordu.

 

Yudin ve öğrencileri, Sklifosovskiy Enstitüsü’nde iki bin beş yüzden fazla kadavradan kan alımı gerçekleştirdi. Bu işlem, tam kan ve yıkanmış plazma gibi bileşenlerle birlikte toplamda yaklaşık yirmi üç ton kanın nakledilmesini sağladı.

 

Profesör Sergei Yudin'in kadavra kanı üzerine keşifleri bilim dünyasında büyük yankı uyandırmıştı, ancak herkes bu çalışmaları aynı coşkuyla karşılamadı. Toplumda oluşabilecek olumsuz tepkileri önlemek amacıyla, birkaç yıl sonra Yudin "kadavra kanı" terimini değiştirme yoluna gitti. Latince terminolojiye sığınarak önce "kadaverik kan", sonra "postagonal kan" ve daha sonra "fibrinoliz" gibi terimler kullandı.

Bu şekilde "ölü bir insanın yaşayan kanı" ifadesinin yaratabileceği tepkilerden kaçınmaya çalıştı.

Yudin, Sovyet sistemine karşı eleştirel görüşlerini hiçbir zaman gizlemedi. 1920'lerin sonundan itibaren OGPU (Birleşik Devlet Politik İdaresi - Sovyetler Birliği'nin erken dönem istihbarat ve gizli polis teşkilatı) tarafından "Sovyet karşıtı görüşleri ve açıklamaları" hakkında düzenli raporlar tutuldu. Ancak Yudin'in olağanüstü cerrahi yetenekleri, Sovyet yönetimi için çok değerliydi.

 

Siyasi görüşleri nedeniyle baskılara maruz kalan Yudin, 1948-1953 yılları arasında hapsedildi. 1952’de Sibirya’daki Berdsk kasabasına sürgün edildi ve burada cerrah olarak çalışmaya devam etti. Ancak, tam anlamıyla özgürlüğüne kavuşması, Josef Stalin’in (1878-1953) 1953’teki ölümünden sonra mümkün oldu.

 

Sovyet rejimi altında yaşadığı baskılara rağmen, bilimsel çalışmalarına devam eden Yudin'in kadavra kanı üzerine yaptığı araştırmalar, ölümden sonraki ilk saatlerde alınan organların transplantasyon için kullanılabileceği fikrini tıp dünyasına kazandırmış ve modern organ nakli prosedürlerinin temelini oluşturmuştur.

Gelecek Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.13.8- Antibiyotiğin Keşfinin Tarihçesi 

 

  

KAYNAKÇA:

 

    1. PAHSSc - Türkiye'de Akciğer Naklinin Tarihçesi
    2. Сергей Юдин: история профессора, придумавшего переливание трупной крови - 2003
    3. «Трупная кровь»: почему её переливали красноармейцам во время Великой Отечественной | Русская Семёрка | Дзен
    4. Смертию смерть поправ. Забытый советский метод переливания крови мёртвых
    5. Создатель первого банка крови Сергей Сергеевич Юдин - 2025
    6. Bleeding to Death: Am I at Risk, and How Can I Stop It? - 2025 Healthline Media LLC
    7. Hemorrhagic Shock - StatPearls - NCBI Bookshelf - 2022
    8. Salasso - Wikipedia
    9. 350 Years Ago, A Doctor Performed the First Human Blood Transfusion. A Sheep Was Involved - 2017
    10. Direct blood transfusions - PMC - 2014
    11. Hipovolemik şok -  Osman Erk - 2009
    12. Kan nakli tarihinden garip uygulamalar: Kan yerine süt nakletmek, hayvandan insana nakil ve fazlası... - 2023
    13. (PDF) Xenotransfusion, past and present - 2007
    14. Xenotransfusion: blood from animals to humans - Hektoen International - 2022
    15. Richard Lower | Books, Health and History - 2016
    16. The Influence of James Blundell on the Development of Blood Transfusion - 1928
    17. First successful human-human blood transfusion | Guinness World Records
    18. James Blundell, pioneer of blood transfusionWayback Machine - 2007
    19. Matthew Rowlinson, “On the First Medical Blood Transfusion Between Human Subjects, 1818” | BRANCH
    20. History of Blood Transfusion | SpringerLink
    21. Kan Transfüzyonu 1829 – Kan Kaybına Karşı Mücadele | Prof. Dr. Mustafa ÖZDOĞAN
    22. Doubleday, Edward (1798 - 1882)
    23. Alexis Carrel — Wikipédia
    24. Kan Transfüzyonunun Tarihçesi -  Tanju Atamer - 2009
    25. How three men saved countless lives: blood transfusion in the First World War - The National Archives blog
    26. Blood bank - Wikipedia
    27. Cambrai 1917 - Tallis Trenches and Treatment Online Museum.
    28. Ord. Prof. Dr. Burhaneddin Toker (1890-1951) ve Usûl-i Cerrahiyye ve Ameliyât ile Gençleştirme Kitabı (1922): Yirminci Yüzyılın Başında Gençleştirme Çılgınlığı – Erdem Bagatur / Geçmişten Tıp Öyküleri
    29. Atatürk’ün Hastalığı, Son Günleri ve Ölümü Hakkında Prof. Dr. Nihat Reşat Belger’in Notları - Utkan Kocatürk - 1985
    30. Blood Transfusion in World War I: The Roles of Lawrence Bruce Robertson and Oswald Hope Robertson in the “Most Important Medical Advance of the War” - ScienceDirect - 2009
    31. The first successful non-direct blood transfusion is carried out | South African History Online
    32. Kana kan! İntikam değil hayat kurtaran… | #tarih - Fatma Özlen - 2019
    33. (PDF) The Development of Blood Transfusion: the Role of Albert Hustin and the Influence of World War I - 2015
    34. Historia de la transfusión de la sangre Sus comienzos en Uruguay  Dr. Milton Rizzi - 1999
    35. Luis Agote Y Su Aporte A La Ciencia Universal - 2019
    36. Historia de la Transfusión Sanguínea, III entrega. Por el Dr. Claudio Dufour. | BioCells - 2011
    37. Dr. Luis Agote | Ediciones Médicas
    38. Primera transfusión de sangre - Infobae - 2023
    39. SABBATANI, Luigi - Enciclopedia - Treccani - 2017
    40. Albert Hustin (1882-1967) - Historia De La Medicina - 2024 - José L. Fresquet, profesor de Historia de la Ciencia de la Universitat de València, España
    41. (PDF) Sergei S. Yudin: An untold story 2006
    42. Transfusion of cadaveric blood an outstanding achievement of Russian transplantation, and transfusion medicine (to the 85th anniversary since the method establishment) - 2015
    43. КОСТЮКОВ МИХАИЛ ХАРИТОНОВИЧ (1895 - 10.02.1972), ID: RU12707902-pers-48144 - Цифровой архив НИПЦ «Мемориал» (Москва)
    44. ЮБИЛЕЙНЫЕ ДАТЫ. К 115-летию со дня рождения профессора Владимира Николаевича Шамова
    45. ✅ Отечественная гемотрансфузиология зародилась.. | Саратовский Центр Крови | VK

  


Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme: 
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / NİSAN 2025


 

Önceki Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.23- Shamov - Kadavradan Organ Nakli Mümkün 

 

 

 

#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #SergeyYudin #KadaverikKanNakli #LTx #KanBankası #BloodBank

 

 

Eskişehir Web Tasarım