19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, bilim insanları bağışıklık sisteminin karmaşık işleyişini tam olarak çözememiş olsalar da, vücudun hastalıklara verdiği tepkileri dikkatle gözlemlemeye ve neden-sonuç ilişkilerini araştırmaya başladılar. Özellikle bazı kanser vakalarında gözlemlenen tümörlerin kendiliğinden gerilemesi gibi nadir olaylar, bağışıklık sisteminin hastalıklarla mücadeledeki potansiyel rolüne dair ilk ipuçlarını sundu. Bu öncü gözlemler, günümüzde bağışıklık sistemi olarak bildiğimiz savunma mekanizmalarının anlaşılmasına giden yolda atılan ilk adımları oluşturdu ve ilerleyen yıllarda daha kapsamlı araştırmaların önünü açtı.
Bağışıklık Biliminin Erken Dönem Gelişmeleri
1. Radyoterapik Deneyler
1895 yılında Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen (1845–1923), laboratuvarında elektrikle çalıştırılan özel bir cam tüp olan katot ışın tüpü üzerinde deneyler yaparken X-ışınlarını tesadüfen keşfederek bilim dünyasında çığır açan bir buluşa imza attı. Bu tüp, içindeki havanın büyük ölçüde boşaltıldığı ve iki ucuna elektrik akımı uygulanan bir yapıya sahipti. Röntgen, bu tüpten çıkan görünmez ışınların, yakındaki bir ekranın (baryum platinosiyanür adlı bir kimyasal maddeyle kaplı, yani ışına duyarlı hale getirilmiş bir yüzeyin) parlamasına neden olduğunu fark etti.
Röntgen’i asıl şaşırtan ise, bu ışınların kağıt, ahşap ve hatta metal gibi normalde ışığı geçirmeyen (opak) maddelerin içinden geçebilmesiydi. Çünkü o zamana kadar bilinen ışık türleri bu tür maddelerden geçemezdi. Bu durum, keşfettiği şeyin bilinen ışık formlarından tamamen farklı, yeni ve gizemli bir fenomen olduğunu gösteriyordu. Doğasını bilmediği bu yeni ışınlara, matematikteki "bilinmeyen" anlamını taşıyan "X" harfiyle ad verdi.
Keşif kısa sürede dünya çapında büyük yankı uyandırdı. “Röntgen ışınları” adıyla anılmaya başlayan bu yeni ışın türü, özellikle tıpta devrim niteliğinde bir dönemin kapısını araladı. X-ışınları sayesinde insan vücudunun içi, ilk kez zarar vermeden görüntülenebiliyordu. Ancak bu yeni ışınların etkileri yalnızca teşhisle sınırlı değildi. X-ışınlarının ciltte yanıklara yol açtığının gözlemlenmesi, bu etkinin tümör hücreleri üzerinde de kullanılabileceği düşüncesini doğurdu. Böylece, radyasyon enerjisiyle kanser hücrelerini yok etmeyi ya da büyümelerini durdurmayı amaçlayan radyoterapi kavramı ortaya çıktı.
Bu alandaki ilk tedavi amaçlı (terapötik) uygulamalardan biri, 1896 yılının Temmuz ayında Fransız hekim Victor Despeignes (1866–1937) tarafından gerçekleştirildi. Despeignes, mide kanseri olan bir hastayı X-ışınlarıyla tedavi etmeye çalışarak radyoterapinin öncülerinden biri oldu. Aynı yıl, Amerikalı tıp öğrencisi Emil Herman Grubbé (1875–1960) de Chicago'da meme kanseri olan bir hastaya X-ışınları uyguladığını iddia etti.
Bu erken girişimler, X-ışınlarının yalnızca görüntüleme değil, aynı zamanda özellikle deri kanseri gibi yüzeysel tümörlerin tedavisinde de kullanılabileceğini ortaya koyarak, kanser tedavisinde yeni bir dönemin başlangıcını simgeledi.
Marie ve Pierre Curie’nin Radyum Çalışmaları: Kanser Tedavisinde Yeni Bir Dönemin Başlangıcı
X-ışınlarının 1895’te keşfedilmesinden sadece birkaç yıl sonra, Marie Skłodowska Curie (1867–1934) ve eşi Pierre Curie (1859–1906), 1898 ile 1902 yılları arasında bilim tarihine yön verecek bir başka keşfe imza attılar. Uranyum (atom numarası 92 olan, radyoaktif bir element; ismi 1789 yılında gezegen Uranüs'ten esinlenerek verilmiştir) içeren pitchblende (zengin uranyum cevheri) madenini incelerken, bilinen elementlerden çok daha güçlü bir radyasyon yayan yeni bir maddeye ulaştılar. Bu yeni elemente, Latince’de "ışın" anlamına gelen radius kelimesinden türetilerek “radyum” adını verdiler.
Curie çifti, radyumun yaydığı yoğun radyasyonun canlı dokular üzerinde yıkıcı etkiler yarattığını gözlemledi. Pierre Curie’nin 1901’de kendi kolunda yaptığı deneyler, radyumun deri üzerinde yanıklara neden olduğunu gösterdi ve bu, radyasyonun biyolojik etkilerine dair ilk ipuçlarını sundu. 1900’lü yılların başında yapılan klinik çalışmalar, radyumun hızla bölünen kanser hücrelerini sağlıklı hücrelere kıyasla daha fazla etkilediğini ortaya koydu. Bu bulgu, radyasyonun kanser tedavisinde seçici bir etkiye sahip olabileceğini gösterdi.
Fransız doktorlar Henri-Alexandre Danlos (1844–1912) ve Paul Bloch (1866–1939), 1903 yılında radyumu deri kanserlerinin tedavisinde başarıyla kullanarak Curie'lerin çığır açan keşfini doğrudan klinik pratiğe taşıdılar. Bu öncü çalışmalar, radyumun doğrudan tümör dokusuna yerleştirilmesine dayanan ve sonraları "Curie terapisi" olarak adlandırılacak yöntemin temellerini attı. Günümüzde brakiterapi olarak bilinen bu hedefe yönelik tedavi tekniği, modern kanser tedavisinde halen önemli bir yer tutmaktadır.
Ayrıca Henri-Alexandre Danlos'un tıp dünyasına katkıları sadece bununla sınırlı değil. Kendisinin adıyla anılan Ehlers-Danlos sendromu (EDS), bağ dokusunu etkileyen genetik bir bozukluk olarak biliniyor. EDS, genellikle ciltte aşırı esneklik, eklemlerde aşırı hareketlilik ve dokuların kolayca zedelenmesi gibi belirtilerle kendini gösterir. Bu sendrom, vücudun kolajen üretimindeki kusurlardan kaynaklanır ve farklı genetik mutasyonlarla ilişkili çeşitli alt tipleri bulunur. Danlos'un bu alandaki çalışmaları, nadir görülen genetik hastalıkların anlaşılması ve tanımlanmasında önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Marie ve Pierre Curie’nin radyum çalışmaları, yalnızca bilimsel bir devrim yaratmakla kalmadı; aynı zamanda radyasyonun tıbbi potansiyelini ortaya çıkararak modern radyoterapinin temellerini attı. Bu keşif, kanser tedavisinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve tıp dünyasında yenilikçi tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine ilham verdi.
Loeb, James B. Murphy'nin bulgularını da titizlikle inceledi. Ona göre, vücudumuza dışarıdan bir doku nakledildiğinde (organ nakli gibi), bağışıklık sistemimiz hemen alarm durumuna geçer. Lenfositler, bu yabancı dokuyu hedef almak üzere bölgeye akın eder. Bu, bağışıklık sistemimizin normal ve sağlıklı bir tepkisidir. Kanser hücreleri ise bizim kendi vücudumuzdan köken aldığı için, bir kişinin kendi tümörünü vücudunun başka bir yerine naklettiğinde bağışıklık sistemi genellikle belirgin bir tepki vermez. Çünkü vücut, bu hücreleri tamamen "yabancı" olarak algılamaz.
Ancak Murphy'nin yaptığı bir deneyde ilginç bir durum ortaya çıktı:Bir tümör, aynı canlının vücudunda başka bir bölgeye nakledildikten sonra, o bölgeye X-ışınları uygulandığında tümörün büyümesi engelleniyordu. Bu durumun nedeni ilk bakışta bağışıklık sisteminin doğrudan harekete geçmesi gibi görünse de, Leo Loeb farklı bir açıklama getirdi. Loeb’e göre X-ışınları, uygulandığı bölgedeki dokuyu tümörün büyümesi ve hayatta kalması için elverişsiz bir ortama dönüştürüyordu. Yani radyasyon, sadece belirli bir hücre tipini değil, o bölgedeki tüm dokuları etkileyerek, tümörün beslenmesini ve yerleşmesini imkansız hale getiriyordu. Bu etki, Paul Ehrlich’in 1900’lerin başında ortaya attığı “atrepsi” (beslenememe) kavramını andırıyordu; çünkü radyasyon, adeta tümörün yeni yerleştiği bölgeyi yaşanmaz kılıyordu. Böylece, tümörün büyümesi yalnızca bağışıklık sistemiyle değil, aynı zamanda çevresel koşullarla da engellenmiş oluyordu.
Loeb, o kadar derinlemesine bağışıklık yanıtına odaklanmıştı ki Murphy'nin gösterdiği resmin tamamını görememişti. Murphy’nin bağışıklık sistemindeki kırılmayı keşfetmesi ve Loeb’in biyolojik engeller konusundaki öngörüleri, vücudun yabancı dokuları reddetme eğilimini aşmanın yolunu açtı. Bu bilimsel ilerlemeler, 1940’larda Peter Medawar (1915–1987)’ın doku reddi mekanizmalarını açıklamasıyla daha da netleşti ve 1954’te Joseph Murray (1919–2012)'in ilk başarılı böbrek naklini gerçekleştirmesiyle somut bir başarıya dönüştü.
İmmünolog Leslie Baruch Brent (1925–2019), 1997’de yayımladığı A History of Transplantation Immunology (Transplantasyon İmmünolojisinin Tarihi) adlı eserinde, Leo Loeb’in biyolojik bireysellik kavramını ortaya koyarak ve James B. Murphy’nin lenfositlerin greft reddindeki rolünü aydınlatıp ışınlama ile immünsüpresyon potansiyelini keşfederek öncülük ettiği erken dönem araştırmaların, modern transplantasyon immünolojisinin temelini oluşturduğunu çarpıcı bir şekilde vurgular. Bu çalışmalar doğrudan klinik immünsüpresyona uygulanmasa da, azatioprin ve siklosporin gibi ilaçların geliştirilmesine uzanan immünsüpresif tedavi devriminin teorik ve deneysel zeminini hazırladı.
Radyoterapiye geri dönecek olursak, radyoterapinin erken dönemdeki başarıları, kanser tedavisinde büyük umutlar yeşertti. Ancak, 1920'li ve 1930'lu yıllarda yapılan araştırmalar, yüksek doz radyasyonun lösemi gibi kanser türlerine ve kardiyovasküler hastalıklara yol açabileceğini gösterdi.
Radyasyonun potansiyel tehlikelerini fark eden ilk öncülerden biri, Amerikalı diş hekimi ve radyoloji uzmanı William Herbert Rollins (1852–1929) oldu. X-ışını kullanıcılarında görülen deri yanıkları ve doku hasarlarını gözlemledikten sonra, 1901’de Boston Medical and Surgical Journal’da yayımladığı X-Light Kills (X-Işığı Öldürür) adlı makalesinde, X-ışınlarının ciddi sağlık riskleri taşıyabileceğini bildirdi. Rollins, hem uygulayıcıları hem de hastaları korumak için, hastaların X-ışınına maruz kalmayan bölgelerinin kurşun kalkanlar ve radyoopak malzemelerle, gözlerin ise kurşunlu camla korunmasını önerdi. “Radyasyondan korunmanın babası” olarak anılan Rollins, 1903’te yayımladığı Notes on X-Light (X-Işığı Üzerine Notlar) adlı derlemesinde, bu uyarılarını geniş kitlelere duyurarak radyasyonun güvenli kullanımını şekillendirdi.
19. yüzyılın sonlarına doğru, hastalıkların mikroorganizmalar tarafından yayıldığı fikri, mikrop teorisinin bilimsel kabulüyle netlik kazandı. Bu dönemde, Alman mikrobiyolog Heinrich Hermann Robert Koch (1843-1910), 1876’da şarbon (anthrax) hastalığına neden olan Bacillus anthracis bakterisini izole ederek laboratuvarda çoğalttı ve belirli bir mikrobun belirli bir hastalığa neden olduğunu ilk kez deneysel olarak kanıtladı. Koch’un bu çığır açan çalışması, modern mikrobiyolojinin temel taşlarından biri oldu ve “Koch Postülatları” olarak bilinen yöntemi, bir mikroorganizmanın bir hastalığın sebebi olduğunu doğrulamak için kullanılan standart bir yaklaşım haline geldi. Bu keşif, bilim dünyasında bir devrim yaratarak hastalıkların nedenini anlamada yeni bir çağ başlattı.
Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme:
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / MAYIS 2025
#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #LeoLoeb #LTx