PAHSSc, Nadir Hastalıklar Gününü Destekliyor

AKCİĞER NAKLİNİN TARİHÇESİ -2.25.2- BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİN ANLAŞILMAYA BAŞLANMASI - 2025.05.20

Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.2- Bağışıklık Sisteminin Anlaşılmaya Başlanması

 

19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın başlarında, bilim insanları bağışıklık sisteminin karmaşık işleyişini tam olarak çözememiş olsalar da, vücudun hastalıklara verdiği tepkileri dikkatle gözlemlemeye ve neden-sonuç ilişkilerini araştırmaya başladılar. Özellikle bazı kanser vakalarında gözlemlenen tümörlerin kendiliğinden gerilemesi gibi nadir olaylar, bağışıklık sisteminin hastalıklarla mücadeledeki potansiyel rolüne dair ilk ipuçlarını sundu. Bu öncü gözlemler, günümüzde bağışıklık sistemi olarak bildiğimiz savunma mekanizmalarının anlaşılmasına giden yolda atılan ilk adımları oluşturdu ve ilerleyen yıllarda daha kapsamlı araştırmaların önünü açtı.

 

Bağışıklık Biliminin Erken Dönem Gelişmeleri

  

1. Radyoterapik Deneyler

  

Bu dönemde, radyasyonun tıpta kullanımı hem bağışıklık bilimi hem de kanser tedavisi açısından çığır açıcı bir gelişme olarak öne çıktı. X-ışınları ve radyumun keşfi, hem teşhis hem de tedavi alanında yeni olanaklar sundu.
 
Wilhelm Conrad Röntgen ve X-Işınları
 

1895 yılında Alman fizikçi Wilhelm Conrad Röntgen (1845–1923), laboratuvarında elektrikle çalıştırılan özel bir cam tüp olan katot ışın tüpü üzerinde deneyler yaparken X-ışınlarını tesadüfen keşfederek bilim dünyasında çığır açan bir buluşa imza attı. Bu tüp, içindeki havanın büyük ölçüde boşaltıldığı ve iki ucuna elektrik akımı uygulanan bir yapıya sahipti. Röntgen, bu tüpten çıkan görünmez ışınların, yakındaki bir ekranın (baryum platinosiyanür adlı bir kimyasal maddeyle kaplı, yani ışına duyarlı hale getirilmiş bir yüzeyin) parlamasına neden olduğunu fark etti.

 

Röntgen’i asıl şaşırtan ise, bu ışınların kağıt, ahşap ve hatta metal gibi normalde ışığı geçirmeyen (opak) maddelerin içinden geçebilmesiydi. Çünkü o zamana kadar bilinen ışık türleri bu tür maddelerden geçemezdi. Bu durum, keşfettiği şeyin bilinen ışık formlarından tamamen farklı, yeni ve gizemli bir fenomen olduğunu gösteriyordu. Doğasını bilmediği bu yeni ışınlara, matematikteki "bilinmeyen" anlamını taşıyan "X" harfiyle ad verdi.

 

Keşif kısa sürede dünya çapında büyük yankı uyandırdı. “Röntgen ışınları” adıyla anılmaya başlayan bu yeni ışın türü, özellikle tıpta devrim niteliğinde bir dönemin kapısını araladı. X-ışınları sayesinde insan vücudunun içi, ilk kez zarar vermeden görüntülenebiliyordu. Ancak bu yeni ışınların etkileri yalnızca teşhisle sınırlı değildi. X-ışınlarının ciltte yanıklara yol açtığının gözlemlenmesi, bu etkinin tümör hücreleri üzerinde de kullanılabileceği düşüncesini doğurdu. Böylece, radyasyon enerjisiyle kanser hücrelerini yok etmeyi ya da büyümelerini durdurmayı amaçlayan radyoterapi kavramı ortaya çıktı.

 

Bu alandaki ilk tedavi amaçlı (terapötik) uygulamalardan biri, 1896 yılının Temmuz ayında Fransız hekim Victor Despeignes (1866–1937) tarafından gerçekleştirildi. Despeignes, mide kanseri olan bir hastayı X-ışınlarıyla tedavi etmeye çalışarak radyoterapinin öncülerinden biri oldu. Aynı yıl, Amerikalı tıp öğrencisi Emil Herman Grubbé (1875–1960) de Chicago'da meme kanseri olan bir hastaya X-ışınları uyguladığını iddia etti.

 

Bu erken girişimler, X-ışınlarının yalnızca görüntüleme değil, aynı zamanda özellikle deri kanseri gibi yüzeysel tümörlerin tedavisinde de kullanılabileceğini ortaya koyarak, kanser tedavisinde yeni bir dönemin başlangıcını simgeledi.

 

Marie ve Pierre Curie’nin Radyum Çalışmaları: Kanser Tedavisinde Yeni Bir Dönemin Başlangıcı


X-ışınlarının 1895’te keşfedilmesinden sadece birkaç yıl sonra, Marie Skłodowska Curie (1867–1934) ve eşi Pierre Curie (1859–1906), 1898 ile 1902 yılları arasında bilim tarihine yön verecek bir başka keşfe imza attılar. Uranyum (atom numarası 92 olan, radyoaktif bir element; ismi 1789 yılında gezegen Uranüs'ten esinlenerek verilmiştir) içeren pitchblende (zengin uranyum cevheri) madenini incelerken, bilinen elementlerden çok daha güçlü bir radyasyon yayan yeni bir maddeye ulaştılar. Bu yeni elemente, Latince’de "ışın" anlamına gelen radius kelimesinden türetilerek “radyum” adını verdiler.

Curie çifti, radyumun yaydığı yoğun radyasyonun canlı dokular üzerinde yıkıcı etkiler yarattığını gözlemledi. Pierre Curie’nin 1901’de kendi kolunda yaptığı deneyler, radyumun deri üzerinde yanıklara neden olduğunu gösterdi ve bu, radyasyonun biyolojik etkilerine dair ilk ipuçlarını sundu. 1900’lü yılların başında yapılan klinik çalışmalar, radyumun hızla bölünen kanser hücrelerini sağlıklı hücrelere kıyasla daha fazla etkilediğini ortaya koydu. Bu bulgu, radyasyonun kanser tedavisinde seçici bir etkiye sahip olabileceğini gösterdi.

 

Fransız doktorlar Henri-Alexandre Danlos (1844–1912) ve Paul Bloch (1866–1939), 1903 yılında radyumu deri kanserlerinin tedavisinde başarıyla kullanarak Curie'lerin çığır açan keşfini doğrudan klinik pratiğe taşıdılar. Bu öncü çalışmalar, radyumun doğrudan tümör dokusuna yerleştirilmesine dayanan ve sonraları "Curie terapisi" olarak adlandırılacak yöntemin temellerini attı. Günümüzde brakiterapi olarak bilinen bu hedefe yönelik tedavi tekniği, modern kanser tedavisinde halen önemli bir yer tutmaktadır.

 

Ayrıca Henri-Alexandre Danlos'un tıp dünyasına katkıları sadece bununla sınırlı değil. Kendisinin adıyla anılan Ehlers-Danlos sendromu (EDS), bağ dokusunu etkileyen genetik bir bozukluk olarak biliniyor. EDS, genellikle ciltte aşırı esneklik, eklemlerde aşırı hareketlilik ve dokuların kolayca zedelenmesi gibi belirtilerle kendini gösterir. Bu sendrom, vücudun kolajen üretimindeki kusurlardan kaynaklanır ve farklı genetik mutasyonlarla ilişkili çeşitli alt tipleri bulunur. Danlos'un bu alandaki çalışmaları, nadir görülen genetik hastalıkların anlaşılması ve tanımlanmasında önemli bir kilometre taşı olmuştur.

 

Marie ve Pierre Curie’nin radyum çalışmaları, yalnızca bilimsel bir devrim yaratmakla kalmadı; aynı zamanda radyasyonun tıbbi potansiyelini ortaya çıkararak modern radyoterapinin temellerini attı. Bu keşif, kanser tedavisinde yeni bir dönemin başlangıcı oldu ve tıp dünyasında yenilikçi tedavi yöntemlerinin geliştirilmesine ilham verdi.

 

James Bumgardner Murphy ve Radyasyonun Bağışıklık Sistemine Etkileri: Organ Naklinin Kapısını Aralayan Keşifler

Organ nakli, insanlık tarihinin en büyüleyici hayallerinden biriydi. Ancak bu hayal, bağışıklık sisteminin yabancı dokuları kabul etmeme eğilimiyle uzun yıllar boyunca engellenmişti. Bilim dünyası, bu durumu vücudun yabancı dokulara karşı doğal bir direnci olarak görüyordu; ancak bu direncin nasıl çalıştığı ve aşılıp aşılamayacağı bir muammaydı. Alman asıllı Amerikalı patolog Leo Loeb (1869–1959), bu gizemi çözmeye ömrünü adadı. 1945’te yayımladığı Bireyselliğin Biyolojik Temeli (The Biological Basis of Individuality) adlı eserinde, her bireyin genetik kimliğinin eşsiz olduğunu ve bağışıklık sisteminin bu farklılığı bir tehdit olarak algıladığını ortaya koydu. Loeb’e göre, tek yumurta ikizleri ya da çok yakın akrabalar dışında, bir bireyden diğerine doku naklinin başarılı olması biyolojik olarak neredeyse imkansızdı. Bu karamsar bakış açısı, organ nakli araştırmalarını gölgede bırakarak bilim camiasında umutsuzluğa yol açtı.
 
Ancak, Loeb’in bu görüşlerinden çok önce, Amerikalı araştırmacı James B. Murphy (1884–1950) bağışıklık sisteminin manipüle edilebileceğine dair çığır açıcı bulgular sunmuştu. 1910’lu yıllarda Rockefeller Enstitüsü’nde çalışan Murphy, radyasyonun bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini araştırmaya başladı. 1912-1914 yıllarında tavuk embriyolarına tümör nakli deneyleri yaparken, lenfositlerin (bir tür beyaz kan hücresi) yabancı dokulara karşı verdiği tepkide kilit bir rol oynadığını fark etti. 1914’te Journal of Experimental Medicine’de yayımladığı "The Effect of Lymphocytes on Tumor Grafts (Lenfositlerin Tümör Nakilleri Üzerindeki Etkisi)" başlıklı makalesinde, lenfositlerin nakledilen tümör dokusuna karşı hücresel bir tepki oluşturduğunu ve bu tepkinin tümörün vücutta tutunmasını engellediğini belgeledi. Lenfosit enjeksiyonlarının tümör büyümesini baskıladığını göstermesi, bağışıklık sisteminin hücresel mekanizmalarına dair erken bir anlayış sağladı.
 
1915’te yayımladığı “The Effect of X-Rays on the Resistance to Cancer in Animals (X-Işınlarının Hayvanlarda Kansere Karşı Direnç Üzerindeki Etkisi)” başlıklı çalışmasında Murphy, önceki deneylerini bir adım ileri taşıdı ve radyasyonun bağışıklık sistemi üzerindeki etkilerini ayrıntılı biçimde inceledi. Düşük doz X-ışınlarının lenfositleri uyararak tümörün vücutta tutunmasını zorlaştırdığını, buna karşın yüksek dozların lenfositleri baskılayarak bağışıklık yanıtını zayıflattığını gösterdi. Bu sonuçlar, bağışıklık sisteminin dış etkenlerle yönlendirilebileceğini ortaya koyarak hem kanser tedavisi hem de doku nakli araştırmaları için yepyeni bir kapı araladı.
 
Murphy, 1916’da yayımladığı “The Lymphocyte in Resistance to Tissue Grafting, Malignant Disease, and Tuberculous Infection” (Doku Nakline, Malign Hastalıklara ve Tüberküloz Enfeksiyonuna Karşı Dirençte Lenfositin Rolü) başlıklı makalesinde, lenfositlerin yalnızca tümörlere değil, nakledilen dokulara karşı da benzer bir bağışıklık tepkisi geliştirdiğini ortaya koydu. Ancak asıl çarpıcı bulgu, yüksek doz radyasyonun bu savunma hücrelerini baskılayarak doku reddini engelleyebilmesiydi. Murphy’nin bu keşfi, uzun süre aşılamaz sanılan doku uyumsuzluğuna karşı vücudun gösterdiği savunma tepkisinin, dışarıdan yapılan bilinçli müdahalelerle kontrol altına alınabileceğini gösterdi. Böylece, organ naklinin önündeki biyolojik engellerin aşılabileceğine dair ilk kez ciddi bir umut doğdu ve bağışıklık sisteminin yönlendirilebileceği fikri bilim dünyasında yeni bir çığır açtı.

Loeb, James B. Murphy'nin bulgularını da titizlikle inceledi. Ona göre, vücudumuza dışarıdan bir doku nakledildiğinde (organ nakli gibi), bağışıklık sistemimiz hemen alarm durumuna geçer. Lenfositler, bu yabancı dokuyu hedef almak üzere bölgeye akın eder. Bu, bağışıklık sistemimizin normal ve sağlıklı bir tepkisidir. Kanser hücreleri ise bizim kendi vücudumuzdan köken aldığı için, bir kişinin kendi tümörünü vücudunun başka bir yerine naklettiğinde bağışıklık sistemi genellikle belirgin bir tepki vermez. Çünkü vücut, bu hücreleri tamamen "yabancı" olarak algılamaz.


Ancak Murphy'nin yaptığı bir deneyde ilginç bir durum ortaya çıktı:Bir tümör, aynı canlının vücudunda başka bir bölgeye nakledildikten sonra, o bölgeye X-ışınları uygulandığında tümörün büyümesi engelleniyordu. Bu durumun nedeni ilk bakışta bağışıklık sisteminin doğrudan harekete geçmesi gibi görünse de, Leo Loeb farklı bir açıklama getirdi. Loeb’e göre X-ışınları, uygulandığı bölgedeki dokuyu tümörün büyümesi ve hayatta kalması için elverişsiz bir ortama dönüştürüyordu. Yani radyasyon, sadece belirli bir hücre tipini değil, o bölgedeki tüm dokuları etkileyerek, tümörün beslenmesini ve yerleşmesini imkansız hale getiriyordu. Bu etki, Paul Ehrlich’in 1900’lerin başında ortaya attığı “atrepsi” (beslenememe) kavramını andırıyordu; çünkü radyasyon, adeta tümörün yeni yerleştiği bölgeyi yaşanmaz kılıyordu. Böylece, tümörün büyümesi yalnızca bağışıklık sistemiyle değil, aynı zamanda çevresel koşullarla da engellenmiş oluyordu.

 

Loeb, o kadar derinlemesine bağışıklık yanıtına odaklanmıştı ki Murphy'nin gösterdiği resmin tamamını görememişti. Murphy’nin bağışıklık sistemindeki kırılmayı keşfetmesi ve Loeb’in biyolojik engeller konusundaki öngörüleri, vücudun yabancı dokuları reddetme eğilimini aşmanın yolunu açtı. Bu bilimsel ilerlemeler, 1940’larda Peter Medawar (1915–1987)’ın doku reddi mekanizmalarını açıklamasıyla daha da netleşti ve 1954’te Joseph Murray (1919–2012)'in ilk başarılı böbrek naklini gerçekleştirmesiyle somut bir başarıya dönüştü.

 

İmmünolog Leslie Baruch Brent (1925–2019), 1997’de yayımladığı A History of Transplantation Immunology (Transplantasyon İmmünolojisinin Tarihi) adlı eserinde, Leo Loeb’in biyolojik bireysellik kavramını ortaya koyarak ve James B. Murphy’nin lenfositlerin greft reddindeki rolünü aydınlatıp ışınlama ile immünsüpresyon potansiyelini keşfederek öncülük ettiği erken dönem araştırmaların, modern transplantasyon immünolojisinin temelini oluşturduğunu çarpıcı bir şekilde vurgular. Bu çalışmalar doğrudan klinik immünsüpresyona uygulanmasa da, azatioprin ve siklosporin gibi ilaçların geliştirilmesine uzanan immünsüpresif tedavi devriminin teorik ve deneysel zeminini hazırladı.

 

Radyoterapiye geri dönecek olursak, radyoterapinin erken dönemdeki başarıları, kanser tedavisinde büyük umutlar yeşertti. Ancak, 1920'li ve 1930'lu yıllarda yapılan araştırmalar, yüksek doz radyasyonun lösemi gibi kanser türlerine ve kardiyovasküler hastalıklara yol açabileceğini gösterdi.

 

Radyasyonun potansiyel tehlikelerini fark eden ilk öncülerden biri, Amerikalı diş hekimi ve radyoloji uzmanı William Herbert Rollins (1852–1929) oldu. X-ışını kullanıcılarında görülen deri yanıkları ve doku hasarlarını gözlemledikten sonra, 1901’de Boston Medical and Surgical Journal’da yayımladığı X-Light Kills (X-Işığı Öldürür) adlı makalesinde, X-ışınlarının ciddi sağlık riskleri taşıyabileceğini bildirdi. Rollins, hem uygulayıcıları hem de hastaları korumak için, hastaların X-ışınına maruz kalmayan bölgelerinin kurşun kalkanlar ve radyoopak malzemelerle, gözlerin ise kurşunlu camla korunmasını önerdi. “Radyasyondan korunmanın babası” olarak anılan Rollins, 1903’te yayımladığı Notes on X-Light (X-Işığı Üzerine Notlar) adlı derlemesinde, bu uyarılarını geniş kitlelere duyurarak radyasyonun güvenli kullanımını şekillendirdi.


Amerikalı genetikçi Hermann Joseph Muller (1890-1967), radyasyonun kanserojen ve mutajenik etkilerini bilimsel olarak kanıtlayan ilk kişi olarak kabul edilir. 1927'de Science dergisinde yayımladığı “The Problem of Genic Modification ("Genetik Değişiklik Sorunu)” başlıklı makalesinde, X-ışınlarının Drosophila (meyve sineği) üzerinde mutasyonlara yol açtığını gösterdi. Bu çalışma, radyasyonun DNA hasarına neden olarak kanser riskini artırabileceğini ortaya koydu. Muller'in bulguları, radyasyonun uzun vadeli risklerini, özellikle de lösemi gibi kanser türlerini anlamada bir dönüm noktası oldu.

1920'lerde, saat kadranlarının gece parlamasını sağlayan radyumlu boya kullanan "radyum kızları" gibi işçiler arasında kemik kanseri, anemi ve lösemi vakaları gözlemlenmeye başlandı. 1931'de Harrison Stanford Martland (1883-1954), Journal of the American Medical Association'da yayımladığı "Occupational Poisoning in Manufacture of Luminous Watch Dials (Parlayan Saat Kadranlarının Üretiminde Mesleki Zehirlenme)" makalesinde, radyum maruziyetinin lösemi ve kemik sarkomu ile bağlantılı olduğunu belgeledi.

Bu bulgular, radyoterapi uygulamalarında dozajların daha dikkatli belirlenmesini ve güvenlik protokollerinin geliştirilmesini zorunlu kıldı. Günümüzde ise hassas dozaj teknikleri ve gelişmiş görüntüleme yöntemleri sayesinde radyoterapi, hem etkinlik hem de güvenlik açısından çok daha başarılı bir şekilde uygulanmaktadır.
 
2. Kimyasal Deneyler

 

19. yüzyılın sonlarına doğru, hastalıkların mikroorganizmalar tarafından yayıldığı fikri, mikrop teorisinin bilimsel kabulüyle netlik kazandı. Bu dönemde, Alman mikrobiyolog Heinrich Hermann Robert Koch (1843-1910), 1876’da şarbon (anthrax) hastalığına neden olan Bacillus anthracis bakterisini izole ederek laboratuvarda çoğalttı ve belirli bir mikrobun belirli bir hastalığa neden olduğunu ilk kez deneysel olarak kanıtladı. Koch’un bu çığır açan çalışması, modern mikrobiyolojinin temel taşlarından biri oldu ve “Koch Postülatları” olarak bilinen yöntemi, bir mikroorganizmanın bir hastalığın sebebi olduğunu doğrulamak için kullanılan standart bir yaklaşım haline geldi. Bu keşif, bilim dünyasında bir devrim yaratarak hastalıkların nedenini anlamada yeni bir çağ başlattı.

  

Bağışıklık Sistemi Nasıl Savunuyor?

Koch'un bulguları, bilim insanlarını önemli bir soruya yöneltti: Vücut, bu görünmez mikroplara karşı kendini nasıl savunuyor? Bu sorunun cevabını ararken, bağışıklık sistemiyle ilgili iki ana fikir ortaya çıktı:
  • Hücresel Bağışıklık: Bir grup bilim insanı, vücudun mikroplarla savaşmak için özel hücreler kullandığını savundu.
  • Hümoral Bağışıklık: Diğer bir grup ise, vücudun mikroplara karşı özel savunma maddeleri olan antikorlar ürettiğini öne sürdü.
Daha sonra anlaşıldı ki, bağışıklık sistemi aslında iki ana şekilde çalışıyor:
  • Doğuştan Gelen Bağışıklık: Bu sistem, vücudumuza giren mikroplara karşı hızlı ama genel bir savunma sağlar. Yani, mikropları tanımadan, hepsine benzer şekilde tepki verir. Bir alarm gibi düşünülebilir; herhangi bir yabancıya karşı anında çalmaya başlar.
  • Kazanılmış (Edinsel) Bağışıklık: Bu sistem ise daha akıllıca çalışır. Belirli mikropları tanır, onlara özel bir savunma geliştirir ve hatta bu mikropları hafızasına kaydeder. Böylece aynı mikrop vücuda tekrar girdiğinde, onu daha hızlı ve etkili bir şekilde yok edebilir. Bu, tıpkı tanıdık bir tehdide karşı önceden hazırlanmış özel bir plana sahip olmak gibidir.

Kısacası, bağışıklık sistemi hem hızlı ve genel bir savunma (doğuştan gelen), hem de mikropları tanıyıp onlara özel bir savunma (kazanılmış) sağlar. Bu savunmalar, hem özel hücreler hem de antikor gibi maddelerle gerçekleşir.

Not: Resimdekiler;
Pierre Curie (1859-1906), Henri-Alexandre Danlos (1844-1912), Marie Skłodowska Curie (1867-1934), Hermann Joseph Muller (1890-1967), Wilhelm Conrad Röntgen (1845-1923), Heinrich Hermann Robert Koch (1843-1910), Paul Ehrlich (1854-1915), Harrison Stanford Martland (1883-1954), Paul Bloch (1866–1939), İlya Meçnikov (1845-1916), Kitasato Shibasaburo (1853-1931), Emil Herman Grubbé (1875-1960), Emil von Behring (1854-1917), Hans Ernst August Buchner (1850-1902), Victor Despeignes (1866-1937), James Bumgardner Murphy (1884-1950), Alexis Carrel (1873-1944), Leo Loeb (1869-1959), William Herbert Rollins (1852-1929)

 

Gelecek Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.13.8- Antibiyotiğin Keşfinin Tarihçesi 

 

  

KAYNAKÇA:

 

    1. PAHSSc - Türkiye'de Akciğer Naklinin Tarihçesi
    2. A History of Organ Transplantation: Ancient Legends to Modern Practice - David Hamilton - 2012
    3. Kidneys, Twins, and Pathological Optimism: The Story of the First Successful Organ Transplant ‹ Literary Hub - 2021
    4. Transplantation And Individuality - Leo Loeb - 1921
    5. Historical Overview of Transplantation - PMC - 2013
    6. Leo Loeb - Wikipedia
    7. National Academy of Sciences - Leo Loeb (1869-1959) - A Biographical Memoir by Ernest W. Goodpasture - 1961
    8. The many faces of biological individuality - Thomas Pradeu - 2016
    9. Experimental Pathology and the Origins of Tissue Culture: Leo Loeb's Contribution - Jan A. Witkowski - 1983

  


Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme: 
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / MAYIS 2025


 

Önceki Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.1- Loeb - İnsanlar Arasında Organ Nakli Mümkün Değildir!  

 

 

 

#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #LeoLoeb #LTx

 

Eskişehir Web Tasarım