Çiçek Hastalığı, İnsanlık Tarihinin En Eski ve En Ölümcül Salgınlarından Biri
İmmünoloji, yani bağışıklık bilimi, insanlığın bulaşıcı hastalıklarla mücadelesinin en eski ve çarpıcı örneklerinden biri olan çiçek hastalığıyla başlayan uzun bir yolculuğun ürünüdür.
Çiçek hastalığı (Smallpox/Variola), yüksek ateş, halsizlik ve kaşıntılı, kabarcıklı döküntülerle kendini gösteren son derece bulaşıcı ve ölümcül olabilen bir viral enfeksiyondur. "Variola" terimi, Latince varius (benekli, lekeli) kelimesinden türetilmiştir ve hastalığın ciltte oluşturduğu belirgin benekli döküntüleri tanımlar.
Hastalığa neden olan Variola virüsü, Poxviridae ailesine aittir; bu ailede ayrıca maymun çiçeği (Monkeypox) ve inek çiçeği (Cowpox) gibi akraba virüsler de bulunur. Ancak Variola virüsünün iki ana türü, bu kuzenlerinden çok daha ölümcül potansiyele sahiptir:
Variola major, tedavi edilmediğinde %30’a varan ölüm oranına yol açabilir.
Variola minor ise daha hafif seyirli olup, ölüm oranı %1-2 civarındadır.
Her iki form da özellikle çocuklar ve bağışıklık sistemi zayıf bireyler için ciddi bir tehdit oluşturur.
Hastalık genellikle grip benzeri belirtilerle başlar: yüksek ateş, baş ve sırt ağrısı, halsizlik gibi şikayetler görülür. Ardından vücutta kırmızı lekeler şeklinde döküntüler belirir. Bu lekeler kısa sürede önce içi sıvı dolu kabarcıklara, daha sonra irinle dolu, ağrılı püstüllere dönüşür. En bulaşıcı dönem de bu irinli kabarcıkların görüldüğü evredir; çünkü bu kabarcıklar yoğun miktarda virüs içerir. Hastalık doğrudan temasla ya da dökülen kabukların bulaştığı nesneler aracılığıyla kolayca yayılabilir.
Ağır vakalarda püstüller birbirine çok yakın çıkar ve birleşerek tüm vücudu kaplar. Bu tabloya “birleşik çiçek” (confluent smallpox) denir. Genellikle ölümle sonuçlanır ya da kalıcı izler ve ciddi sağlık sorunları bırakır.
Çiçek hastalığı sadece ciltle sınırlı kalmaz; bazı durumlarda virüs kana karışarak akciğer, karaciğer ve böbrek gibi hayati organlara yayılır. Bu durum iltihaplanmalara, damar içi kanamalara ve çoklu organ yetmezliğine yol açabilir. Hatta bazı ölümcül olgularda, döküntüler henüz ortaya çıkmadan önce toksik şok (vücudun enfeksiyona karşı verdiği aşırı ve kontrolsüz bağışıklık yanıtı sonucu gelişen, ani tansiyon düşüklüğü, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilen ciddi tablo) nedeniyle ani ölüm görülebilir.
Solunum yoluyla, doğrudan temasla ya da kontamine eşyalar aracılığıyla kolayca bulaşan bu virüs, tarihte sayısız salgına yol açmıştır. Modern tıbbın gelişmesine rağmen, 20. yüzyılda bile her yıl dünya genelinde yaklaşık 2 milyon insan bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Genetik analizler, variola virüsünün yaklaşık 10.000 yıl önce, Neolitik dönemde (M.Ö. 10.000 - 6000), Afrika veya Orta Doğu’da insan popülasyonlarında ortaya çıktığını öne sürer. Bu dönemde insanların yerleşik hayata geçmesi, tarım yapması ve hayvanlarla yakın temas kurması, virüslerin hayvanlardan insanlara geçişini (zoonoz) kolaylaştırmış olabilir. Özellikle variola virüsünün atasının, kemirgenlerde bulunan bir poxvirüs türünden evrimleştiği düşünülmektedir.
Çiçek hastalığının insanlık tarihindeki ilk izleri M.Ö. 10.000’lere kadar götürülebilse de, en eski somut kanıtlar M.Ö. 1157 civarına aittir; Mısır’daki III. Ramses’in mumyasında çiçek hastalığına işaret eden deri lezyonları bulunmuştur, ancak bu teşhis paleopatolojik (eski hastalıkların iskelet ve doku kalıntıları üzerinden incelenmesi) olarak kesin değildir. Ayrıca, M.Ö. 3. yüzyıla ait Hint yazıtları ve Çin kaynakları, çiçek hastalığına benzer bir hastalıktan bahseder. Hastalık, ticaret yolları ve göçlerle Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılarak küresel bir tehdit haline geldi.
Çiçek hastalığı, tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Özellikle 18. yüzyılda Avrupa’da her yıl yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açacak kadar ölümcül bir tehdit oluşturuyordu.
Aşılamanın Kökleri: Variolasyonun Tarihsel Yolculuğu
Çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski ve ölümcül salgınlara karşı bağışıklık oluşturmayı amaçlayan yöntemlerden biri olan variolasyon, tıp tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. M.S. 1000’li yıllarda Çin’de ortaya çıkan bu uygulama, hastalığın yıkıcı etkilerine karşı mücadelede atılan ilk adımlardan biriydi.
Antik Yunan hekimleri tarafından bilinmeyen çiçek hastalığına dair ilk sistematik bilgiler, Orta Çağ hekimlerinden gelmiştir. O dönemde modern anlamda bağışıklık sistemi henüz keşfedilmemiş olsa da, uygulayıcılar hafif bir enfeksiyonun kişiyi ağır hastalıktan koruduğunu gözlemleyerek variolasyonu geliştirmişlerdi.
Bu gözlemlerin teorik temelini güçlendiren kilit isimlerden biri de Pers hekimi Ebubekir Razi (Rhazes, M.S. 864–925) idi. Razi, yaklaşık 900'lü yıllarda kaleme aldığı "Kitab al-Jadari wa al-Hasba" (Çiçek Hastalığı ve Kızamık Kitabı) adlı eserinde, çiçek ve kızamığı ayrı hastalıklar olarak ilk kez sistematik biçimde tanımladı. Bu eser, söz konusu hastalıklar üzerine bilinen ilk yazılı metin olmasının yanı sıra, Razi'nin çiçek hastalığını geçirenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadığı yönündeki tespitiyle bağışıklık biliminin erken dönem gelişimine değerli bir katkı sağladı.
Hastalıkların görünmez etkenler tarafından yayıldığı fikrine dair en erken yazılı öngörülerden biri, Romalı bilgin Marcus Terentius Varro'dan (M.Ö. 116-27) geliyordu. Varro, "De Re Rustica" (Tarım Üzerine) adlı eserinde, bataklık bölgelerde bulunan "gözle görülmeyen küçük yaratıkların" hastalıklara yol açabileceğini belirtmişti. Bu fikir, mikroskop olmadan doğrulanamasa da, mikrop teorisinin kayda değer ilk yazılı işaretlerinden biri olarak kabul edilir.
Bu düşünceyi bir adım ileri taşıyan İbn-i Sina (M.S. 980-1038) ise, başyapıtı "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eserinde çiçek hastalığının gözle görülmeyen "kurtçuklardan" kaynaklandığını öne sürdü. Bu çarpıcı ifade, mikrop teorisine dair dikkat çekici bir göndermeydi. İbn-i Sina ayrıca, hastalıktan korunmada temizliğin ve hijyenin hayati önem taşıdığını özellikle vurgulayarak, bu alandaki ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.
Variolasyon Süreci:
Variolasyon, modern aşılarla kıyaslandığında oldukça tehlikeli bir yöntemdi. Amaç, hastalığı hafif bir şekilde geçirerek bağışıklık kazandırmaktı; ancak bu kontrollü enfeksiyon, bazen hastalığın beklenenden ağır seyretmesine, hatta ölümle sonuçlanmasına neden olabiliyordu. Ayrıca, variolasyon yapılan kişiler virüsü çevredekilere bulaştırarak salgın riskini artırabiliyordu. Bu nedenle işlemin yalnızca deneyimli kişilerce ve büyük bir dikkatle yapılması hayati önem taşıyordu.
Uygulamada karşılaşılan en önemli sorunlardan biri, dönemin yetersiz teşhis imkanları nedeniyle çiçek hastalığı (variola) ile su çiçeğinin (varisella) sıkça karıştırılmasıydı. Her iki hastalık da deri döküntüleriyle seyrettiği için, çoğu zaman aralarındaki farkı anlamak kolay değildi. Örneğin, yanlışlıkla su çiçeği geçirmiş bir kişiden alınan materyalle yapılan variolasyon, çiçek hastalığına karşı koruma sağlamazdı çünkü heriki hastalık tamamen farklı virüslerden kaynaklanıyordu. Daha da tehlikelisi, hafif seyreden bir su çiçeği vakasının çiçek hastalığı sanılarak variolasyon uygulanmasıydı. Bu durumda kişi bağışıklık gerektirmeyen bir enfeksiyon geçirirken, vücuduna gereksiz yere ölümcül variola virüsü bulaştırılmış olurdu.
Bir diğer hayati risk unsuru ise kullanılan materyalin miktarı ve niteliğindeki belirsizlikti. Modern dozaj sistemleri olmadığından, uygulayıcılar tamamen kendi deneyimlerine ve gözlemlerine güvenmek zorundaydı. Eğer virüs içeren materyal fazla kullanılırsa, kişinin hafif bir enfeksiyon geçirmesi beklenirken, ağır ve ölümcül seyreden çiçek hastalığına yakalanma riski doğuyordu. Aksine, yetersiz materyal kullanımı ise bağışıklık yanıtını tetikleyemediğinden koruma sağlamıyordu. Bu nedenle, variolasyonun etkinliği büyük ölçüde uygulayıcının bilgi ve titizliğine bağlıydı. Kullanılacak materyalin miktarı konusunda kesin bir dozaj standardı bulunmadığından, genellikle birkaç kabuktan elde edilen materyal kullanılıyordu. Günümüzde böyle bir yöntemin uygulanması gerekseydi, reçetede çok daha kesin ve ölçülebilir bir dozaj yer alırdı. Örneğin, yaklaşık bir çay kaşığı (1-2 gram) kadar materyal önerilebilirdi. Ya da modern farmasötik standartlara uygun şekilde, "0,01 mL Variola virüsü süspansiyonu (10^5 TCID50/mL), steril koşullarda deri çizme yöntemiyle uygulanır" gibi bilimsel bir talimat belirtilirdi.
1. Buruna üfleme (nazal insüflasyon) yöntemi: Tarihte çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski aşılama yöntemlerinden biri, 10. yüzyılda Çin'in Song Hanedanı (960–1279) dönemine uzanır. Dönemin el yazmalarında ayrıntılı biçimde tarif edilen “buruna üfleme” (nazal insüflasyon) tekniğinde, hastalığı hafif atlatmış kişilerin kurutulmuş çiçek kabukları toz haline getirilir, miskle karıştırılır ve sağlıklı bireylerin burun deliklerine üflenirdi. Amaç, solunum yoluyla vücuda alınan bu materyalin hafif bir enfeksiyon oluşturarak bağışıklık kazandırmasıydı. Bu yöntemin tercih edilmesinde, M.Ö. 551–M.Ö. 479 yılları arasında yaşamış olan Çinli filozof Konfüçyüs’ün öğretilerinden beslenen Konfüçyüsçü düşüncenin etkisi büyüktü; zira bu öğreti, bedenin bütünlüğüne cerrahi müdahalelerle zarar verilmesini uygun görmüyor, dolayısıyla nazal yolla uygulanan bu teknik kültürel olarak daha kabul edilebilir bulunuyordu.
Bu yöntemde donörler, hastalığı hafif geçiren kişiler arasından titizlikle seçilirdi. Taze kabuklar ağır enfeksiyon riski taşıdığı için, üç-dört kurutulmuş kabuk öğütülerek misk ile karıştırılırdı. Misk, erkek geyiklerin koku bezlerinden elde edilen, güçlü kokulu bir madde olup, tozun kokusunu maskelemek ve uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla kullanılırdı. Hazırlanan karışım pamuğa sarılıp gümüş bir boruya yerleştirilir ve ritüelleşmiş bir uygulama olarak erkeklerde sağ, kızlarda sol burun deliğine üflenirdi. in'de variolasyon, salyangoz şekline benzeyen, sert, kalın ve morumsu renkte olan "iyi kabuklar" sayesinde güvenilir bir yöntem haline gelmişti. İnce ve nemli kabuklardan ise özellikle kaçınılırdı.
Variolasyonun ne zaman yerleşik bir tıbbi uygulama haline geldiğini belirlemek zor olsa da, Çin'de 1700'lerde Avrupa'ya yayılmadan en az iki yüzyıl önce uygulandığı açıktır. Sung Hanedanı’ndan İmparator Jen Tsung (1010-1063) dönemine atfedilen bir mitolojik anlatı, variolasyonun kökenlerini renklendirir. Tibet’teki Omei Dağı’nda yaşayan bir rahibenin, çiçek hastası kabuklarını kurutup toz haline getirerek çocuklara buruna üfleme yöntemiyle bağışıklık kazandırdığı rivayet edilir. Altı gün süren hafif ateş ve birkaç yara sonrası çocukların hastalığa karşı korunduğu söylenirdi. Bu hikaye, rahibenin "Çiçek Tanrıçası" olarak tapınaklarda anılmasıyla efsaneleşse de, tarihsel kanıtlarla desteklenmez.
Çiçek aşısının Çin'de özel bir aile uygulamasından kamu sağlığı politikasına dönüşmesi ancak Qing Hanedanı döneminde gerçekleşti. 1662'de İmparator Shunzhi'nin çiçek hastalığından vefat etmesiyle bir veraset krizi yaşandı. Normalde taht merhum imparatorun en büyük oğluna geçecekken, kendisi tek gözü kördü ve o zamana kadar çiçek hastalığı geçirmemiş ve sağ kalmamıştı; bu hastalık özellikle Mançu etnik kökenli çocukların hayatına mal oluyordu. Bu nedenle, hanedan istikrarı adına taht, ikinci en büyük oğul olan Kangxi'ye geçti. Kangxi, toz haline getirilmiş çiçek kabuklarını çorbaya karıştırarak çiçek hastalığından kurtulmuş ve böylece bağışıklık kazanmıştı.
Bu kraliyet çıkmazı, ikinci oğul olan İmparator Kangxi'nin (1654-1722), Çin’in Qing Hanedanı’nın dördüncü imparatoru olarak, tebaası arasında variolasyon uygulamasını yaygınlaştırma kararında kilit rol oynadı. Çocukken çiçek hastalığından sağ kurtulmasını "ilahi bir işaret" sayan Kangxi, 17. yüzyılın sonlarına doğru, variolasyonu devlet politikası haline getirerek devlet tarafından resmen kabulünü sağladı. 1678'de imparator ailesini aşılatmaya başladı ve bu uygulama, 1681'de Çin ordusu ve ailelerine de yayıldı. Tarihçiler, Çin Seddi'ni savunan askerleri ve akrabalarını aşılamaya yönelik bu kampanyanın 4.200.000 kişiyi etkilediğini tahmin ediyor. 1682'de variolasyon kampanyası, imparatorluğun Moğol ve Mançu kabilelerine de ilerleyerek yüz binlerce kişiye daha bağışıklık sağladı. Böylece, başlatılan kampanya yalnızca saray çevresiyle sınırlı kalmayıp, orduyu ve sivil halkı da kapsayan; imparatorluk düzeyinde genişleyen büyük bir halk sağlığı seferberliğine dönüştü.
Kangxi'nin 1717 yılında yayımlanan resmî fermanı, bu başarıyı vurgular. Fermanda şu ifadelere yer verir: "Size, oğullarıma, kızlarıma ve torunlarıma bu aşıyı uygulattım. Hepiniz hastalığı zararsız atlattınız. Moğolistan'daki Kırk Dokuz Sancağın savaşçıları ve Kalka kabilesinin şefleri de bu yöntemi benimsedi. Hepsi sağlığına kavuştu... Bu cesaretim milyonlarca hayatı kurtardı. Hayatımın en büyük gururu budur!"
Bu başarının temelinde yalnızca devlet desteği değil, aynı zamanda uygulamadaki titizlikten kaynaklanıyordu. Aşı materyali, yalnızca hafif hastalardan alınan, sert ve kuru kabuklardan elde edilir; uygulama sonrası bireyler döküntüleri geçene kadar izole edilerek bulaş riski azaltılırdı. Kangxi döneminde yayımlanan resmi kılavuzlar, kabuk seçimi, insüflasyon tekniği ve izolasyon kurallarını ayrıntılı biçimde belirleyerek yöntemin güvenilirliğini pekiştirdi.
Bu sistematik ve kurumsallaşmış uygulama, tarihte belgelenmiş ilk halka açık, devlet destekli ve organize çiçek aşılaması (variolasyon) kampanyası olarak tıp tarihine geçti. Çin’de başlatılan bu kapsamlı halk sağlığı girişimi, yalnızca yerel düzeyde kalmayıp zamanla sınırlarını aşarak variolasyonun dünya genelinde tanınmasına ve benimsenmesine öncülük etti.
1660 yılında Londra’da kurulan Royal Society (İngiliz Kraliyet Topluluğu), modern bilimin şekillenmesinde öncü rol oynayan, dünyanın en köklü ve prestijli bilim kurumlarından biridir. Bilgi üretimini, titiz gözlem, deney ve akılcı tartışmalarla destekleyerek özellikle doğa bilimleri alanında Batı’daki bilimsel otoritenin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Topluluğun bilimsel yayın organı Philosophical Transactions of the Royal Society (Felsefi Bildiriler), 6 Mart 1665’te yayımlanan ilk sayısıyla bilimsel makale geleneğini başlatmış ve bilimsel iletişimin gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
18. yüzyılın başlarında, Çin’de uygulanan variolasyon yöntemi Batı’da ilgi uyandırmaya başladı. East India Company’de (Doğu Hindistan Şirketi) görev yapan adı bilinmeyen bir İngiliz tüccar, 5 Ocak 1700’de hekim ve Royal Society üyesi Dr. Martin Lister’a (1639-1712) yazdığı mektupta, Çin’de buruna üfleme yoluyla yapılan çiçek aşısı (nazal insüflasyon) yöntemini detaylı biçimde aktardı. Aynı yılın 14 Şubat’ında Dr. Clopton Havers (1657-1702), bu bilgiyi Royal Society’ye sundu. Ancak dönemin bilim çevreleri, büyük ihtimalle kültürel önyargılar nedeniyle, yönteme yeterince ilgi göstermedi.
Buruna üfleme yöntemi, her ne kadar ilkel görünse de, çiçek hastalığına karşı insanlığın erken mücadelelerinden biridir. Ritüel ile gözleme dayalı bu yöntem, hem Çin’de halk sağlığı politikasının temeli olmuş, hem de variolasyonun küresel yolculuğunda ilk adımlardan birini oluşturmuştur.
2. Deriye uygulama yöntemi: Bu yöntemde, keskin bir aletle kol veya bacak üzerinde küçük bir çizik açılırdı. Hafif çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınan kabuklardan hazırlanan toz, bu çiziğe nazikçe sürülür ve deriye nüfuz etmesi için hafif bir masaj veya bandajla desteklenirdi. Bu işlem, virüsün deri yoluyla vücuda girerek kontrollü bir enfeksiyon başlatmasını sağlardı.
İnokülasyon (inoculation) terimi, Latince inoculare fiilinden türemiştir (in: içine, oculus: göz, tomurcuk). Başlangıçta tarımda bir bitkiyi başka bir bitkiye "aşılamak" (örneğin, bir dalı başka bir ağaca eklemek) anlamında kullanılan bu terim, 18. yüzyılda tıbbi bağlamda çiçek hastalığına karşı bağışıklık oluşturmak için virüs materyalinin kontrollü bir şekilde vücuda verilmesi işlemini tanımlamak üzere benimsendi.
Osmanlı hekimi İtalyan Emmanuel Timoni (1669-1718), çiçek aşısı (variolasyon) yöntemini Batı dünyasına tanıtmada kilit bir rol oynadı. 1713 yılında, Londra’daki İngiliz Kraliyet Topluluğu’nun prestijli yayını Philosophical Transactions dergisinde yayımladığı "An Account, or History, of the Procuring the Small Pox by Incision, or Inoculation (Çiçek Hastalığının Kesik veya Aşılama Yoluyla Edinilmesine Dair Bir Rapor veya Tarih)" başlıklı mektubuyla dikkatleri üzerine çekti. Bu mektupta, Osmanlı topraklarındaki belirli yerel topluluklar arasında yaygın olarak uygulanan deri çizme yoluyla variolasyon yöntemini tüm detaylarıyla tarif etti. Timoni’nin bu öncü çalışması, "inoculation" teriminin tıbbi alanda standartlaşmasına ve variolasyonun Avrupa’da bilimsel olarak tanınmasına zemin hazırladı. Ne var ki, bu yöntemin geniş kitlelerce kabul görüp yaygınlaşması, 1720’li yıllarda Lady Mary Wortley Montagu’nun şahsi gayretleri ve etkili katkılarıyla mümkün olacaktı.
Çiçek hastalığıyla ilgili en eski güvenilir yazılı kaynaklardan biri, Çinli doktor Wan Quan (1499-1582) tarafından 1549 yılında yazılan Douzhen xinfa adlı eserdir. Türkçeye “Çiçek Hastalığı Üzerine Esaslar” olarak çevrilebilecek bu eser, immünolojinin tarihsel gelişiminde önemli bir mihenk taşı olmuştur.
12. yüzyılda, Avrupa’nın önde gelen tıp merkezi Salerno Tıp Okulu’nda “variola” terimi, çiçek hastalığını tanımlamak için standartlaştı. Bu dönemde, İslam dünyasının büyük tıp bilginleri El-Razi ve İbn-i Sina'nın eserlerinin Latince’ye çevrilerek Batı tıbbında “variola” teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Bu çeviriler, doğu ve batı tıp gelenekleri arasında köprü kurarak çiçek hastalığına dair bilgiyi zenginleştirdi.
Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), Tarih-i Cevdet (Cevdet'in Tarihi) adlı Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik eserinde, variolasyonun izini Çinlilerden de önce Uygur Türkleri dönemine (M.S. 744-840) kadar sürmektedir. Bu döneme ait bazı tıp kitaplarında kızamık ve çiçek hastalığına ilişkin bilgiler yer almaktadır. Uygulamanın, Anadolu’ya gelen Türkler tarafından da çiçek salgınları sırasında kullanıldığı bilinmektedir. Cevdet Paşa’nın kayıtlarında, çiçek aşısının Anadolu Yörükleri arasında yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir.
Kaynaklara göre, Türklerin tarih boyunca çeşitli çiçek aşısı yöntemleri geliştirdiği bilinmektedir. Bunlardan en yaygın olanı, çiçek hastalığına yakalanmış bir kişiden alınan irinin ceviz kabuğunda saklanması ve genellikle mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılarak, çocuğun kolunda açılan küçük bir kesik üzerine damlatılmasıdır. Bu yöntemle mikrop çocuğa geçer, vücutta 10-15 kadar hafif çiçek çıbanı (püstül) oluşur ve hastalık genellikle hafif atlatılırdı.
Eski Çin ve Hindistan’da da variolasyona benzer yöntemler uygulanmaktaydı. Çin’de çiçek hastalığına yakalanan kişilerden alınan kabuklar sağlıklı bireylerin burunlarına yerleştirilerek bağışıklık kazanmaları amaçlanırken, hastaların giysilerinin sağlıklı kişilere giydirilmesi de yaygın bir uygulamaydı. Hindistan’da ise MÖ 3000-800 yılları arasında etkili olan Ayurvedik dönemde, hastalıklı irinle temas ettirilen çöpler kurutularak sağlıklı çocukların kollarına açılan çiziklere sürülüyor; bu sayede hastalığa karşı direnç kazandırılmaya çalışılıyordu
Türk tıp tarihçisi Prof. Yavuz Unat’a göre, Hintliler ve Çinlilerin bu bağışıklık yöntemlerini Türklerden öğrenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Özellikle Uygur Türklerinin ticaret yollarındaki etkinliği sayesinde Hint usulü çiçek aşısının Çin'e ulaşmasında önemli bir rol oynadığı belirtilmektedir. Bu yöntemin daha sonra Selçuklular aracılığıyla 11. yüzyılda Anadolu'ya getirildiği ileri sürülmektedir.
Variolasyonun Osmanlı topraklarındaki köklü varlığına dair somut kanıtlar da bulunmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), 7 Kasım 1697 tarihli İstanbul'daki bir mezar taşında "Aşılamacızade Hekim Ali Çelebi" ibaresini tespit etmiştir. "Aşılamacızade" unvanı ("aşı yapanın oğlu" veya "aşıcı soyundan gelen" anlamına gelir), variolasyon uygulamasının nesilden nesile aktarılan kurumsallaşmış bir meslek olduğunu düşündürmektedir. Eğer bu zatın 65 yıl yaşadığı kabul edilirse, çiçek aşısı yapan babasının bu işi yaklaşık 1632'li yıllarda yapmış olduğu sonucu çıkar.
Bu bilgiyi destekler nitelikte, Rıfat Osman Bey (1874-1933) de 1632 tarihli, Edirne kadısına yazılmış ve devletin resmi kayıtlarına geçmiş bir hükümde, çiçek aşısı uygulayan bir kadından bahsetmektedir. Bu iki bulgu, 17. yüzyıl Osmanlı'sında variolasyon uygulamalarının belirli yerel topluluklar arasında yaygın şekilde uygulandığını ve bu alanda uzmanlaşmış kişilerin varlığını gösteren önemli kanıtlar sunmaktadır.
Emmanuel Timoni, yalnızca döneminin önde gelen hekimlerinden biri değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'yla (1299-1922) derin bağları olan köklü bir ailenin mensubuydu. Dedesi Vincent Timoni (Vinko Timonović), Osmanlı'nın 17. padişahı ve 96. İslam halifesi Sultan IV. Murad (1612-1640) döneminde sarayda tercümanlık (drogmanlık) yapmıştı. Babası Demetrio de Domenico Timoni (1616-1699) ise İngiltere'nin İstanbul Büyükelçiliği'nde aynı görevi üstlenmişti. Avrupa'da Padova ve Oxford üniversitelerinde tıp eğitimi alan Timoni, 1703 yılında İngiliz bilim çevrelerinin en saygın kuruluşlarından biri olan Royal Society’ye üye seçildi.
Osmanlı tahtının 23. padişahı ve İslam dünyasının 102. halifesi Sultan III. Ahmed (1673-1736) devrinde başkent Konstantinopolis'te doktorluk yapan Timoni, Beyazıt Camii yakınlarındaki muayenehanesiyle hem Levanten (Avrupalı) cemaatin ve İngiliz elçiliğinin gözde tabibiydi hem de bir dönem bizzat padişahın özel hekimi olarak sarayın güvenini kazanmıştı. Meslek yaşamı, yalnızca tıbbi başarılarını değil; ailesinin Osmanlı İmparatorluğu ile kuşaklar boyunca süregelen güçlü bağlarını ve imparatorluğun çok kültürlü toplumsal yapısını da gözler önüne seriyordu.
1701'de İstanbul'da büyük bir çiçek salgını yaşanırken, Timoni bu hastalığa karşı uygulanan geleneksel aşılama yöntemlerine pek çok kez tanık oldu. Osmanlı topraklarında yaygın olmasa da, özellikle Çerkesler, Gürcüler ve bazı Asya kökenli topluluklar arasında kullanılan bu yöntemi dikkatle inceledi.
Başlangıçta bu uygulamayı bilim dışı ve batıl bir halk geleneği olarak değerlendirse de, 1705-1713 yılları arasında sekiz yıl süren titiz gözlemleri fikrini değiştirmesine neden oldu. Bu süre zarfında her yaştan ve cinsiyetten binlerce kişinin bu yöntemle hastalığa karşı bağışıklık kazandığını fark etti. Yalnızca gözlem yapmakla kalmayıp, kendi akrabalarını da aşıladıktan sonra yöntemin güvenilirliğine tamamen ikna oldu ve variolasyonu bilimsel bir mercekle ele almaya başladı.
1713 yılında Royal Society’ye gönderdiği mektup, bu yerel uygulamayı Avrupa tıbbının dikkatine sundu. Timoni, çiçek aşısını bilimsel bir temelde Avrupa’ya tanıtan ilk kişi olarak, inoculation kavramının tıpta tanımlanmasına ve variolasyonun bilimsel zeminde kabul görmesine öncülük etti.
Timoni'nin araştırmaları, dönemin tıp anlayışına uygun olarak deneysel verilerden çok pratik faydalar üzerine kuruluydu. Sekiz yıllık gözlemleri, aşının etkinliğine dair genel bir kanıt sunsa da modern anlamda istatistiksel analizler veya kontrollü deneyler içermiyordu. Bu durum, 18. yüzyıl tıp literatürünün doğasını yansıtıyordu; zira nicel verilerin bilimsel kanıt olarak kabul görmesi henüz yaygınlaşmamıştı.
Timoni, İstanbul'da gözlemlediği variolasyon (çiçek aşılama) yöntemini sadece benimsemekle yetinmedi, uygulamaya önemli teknik katkılar da sağladı. Geleneksel yöntemde deri iğneyle delinirken, Timoni bunun yerine neşterle kontrollü bir kesi yapılmasını önerdi. Daha da önemlisi, o dönemde yaygın olan "iki ayrı kesi" uygulamasının gereksiz olduğunu kanıtlayarak, tek bir kesinin yeterli bağışıklık sağladığını ortaya koydu. Bu yenilikler, aşının daha güvenli ve standart hale gelmesine önemli katkı sağladı.
Osmanlı’nın çok kültürlü yapısıyla iç içe bir entelektüel olan Timoni, çalışmalarında kültürel veya dini önyargılardan bilinçli olarak uzak durdu. Aşının Müslümanlar, Hristiyanlar ya da diğer gruplar arasında nasıl uygulandığına değil, yönteminin evrensel tıbbi faydasına odaklandı.
Timoni’nin bu nesnel yaklaşımı, Batı tıp çevrelerinde şarklı ve ilkel olarak görülen geleneksel bir uygulamayı bilimsel bir bakış açısıyla yeniden değerlendirme çabasını yansıtıyordu. İstanbul’daki uzun süreli deneyimi ve sekiz yıllık titiz gözlemleri sayesinde kazandığı güvenilirliği kullanarak, Avrupalı meslektaşlarının zihnindeki egzotik Doğu algısını kırıp variolasyonu evrensel tıp literatürüne önyargılardan arınmış şekilde kazandırmayı amaçladı.
İki yıl sonra, Rus Çarı Büyük I. Petro Alekseyeviç Romanov'un (1672-1725) hekimliğini de yapan Venedikli doktor ve diplomat Jacobus (Giacomo) Pylarinos (1659-1718), ikinci kez Venedik konsülü olarak İzmir'e atandığında, Osmanlı topraklarındaki variolasyon uygulamalarına dair benzer gözlemler yaptı. Bu gözlemlerini, 1715 yılında yine Philosophical Transactions of the Royal Society dergisinde yayımlanan "Nova & Tuta Variolas Excitandi per Transplantationem Methodus, Nuper Inventa & in Usum Tracta" (Çiçek Hastalığını Aşılama Yoluyla Güvenli ve Yeni Bir Şekilde Uyandırma Yöntemi, Yakın Zamanda Keşfedilmiş ve Kullanıma Sunulmuştur) başlıklı mektupla bilim dünyasına duyurdu.
Seyahatleri esnasında Pylarini, bugün orta Yunanistan'da yer alan Teselya (Thessaly) bölgesinde dikkat çekici bir gözlemde bulundu. Burada tanıştığı bir Yunan köylüsü, çocukların ellerini enfekte olmuş bir koyunun yarasına sürerek onları hastalığa karşı bağışık hale getiriyordu. Pylarinos, bu uygulamaya eserinde de yer vererek, "Her Eylül ayında, hava serinlediğinde bazı yaşlı kadınlar aşılamalar (inokülasyon, çizikler) yapar" ifadelerini kaydetmiştir. Aslında Pylarinos, bu yöntemle ilk kez 1707 yılında Konstantinopolis’e ilk görev atamasıyla geldiği dönemde yaşanan büyük bir çiçek hastalığı salgını sırasında karşılaştı. Bu dönemde, dört küçük çocuğun annesi olan soylu bir kadın, çocuklarını kadın şifacılara götürerek deri çizdirip çiçek hastalığı kabarcıklarından alınan sıvıyla bağışıklık kazandırmayı planladığını söyledi. Pylarinos, bir yandan hekim olarak görüş bildirmesi gereken bir otorite, diğer yandan annenin endişelerini yatıştırmaya çalışan bir gözlemci olarak bu yöntemle yakından ilgilenmeye başlamıştı.
Pylarini'nin çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışma, Timoni'ninkinden farklı olarak daha somut detaylara ve kişisel gözlemlere dayanıyordu. Aşının nasıl uygulandığını, hatta belirli vakaları, örneğin soylu bir arkadaşının oğullarının nasıl aşılandığını ve bu süreçleri nasıl titizlikle takip ettiğini ayrıntılarıyla anlattı. Bu detaylı anlatım ve birebir gözlemler, Timoni'nin genelleyici raporuna göre daha güçlü ve ikna edici bir deneysel kanıt sunuyordu.
Ancak Pylarini'nin metinlerinde dikkat çeken bir başka nokta ise, Yunan ve Hristiyan kimliğini belirgin bir şekilde vurgulamasıydı. Bu durum, onun yaklaşımında milliyetçi ve dini inançların etkili olduğunu düşündürmektedir. Örneğin, aşıyı uygulayan anonim kadından "Yunan kadın" olarak bahsetmesi ve kendisinin de bir "Hristiyan hekim" olarak bu uygulamayı sahiplenmesi bunun göstergesidir. Pylarini, bilginin başlangıçta "halktan" ve deneyime dayalı bir yerden geldiğini kabul etse de, asıl öneminin bu bilginin "öğrenmiş, saygın, Avrupalı bir hekim" (yani kendisi) tarafından bilimselleştirilip meşrulaştırılmasıyla ortaya çıktığını ima eden bir karşılaştırma yapıyordu.
Bu yaklaşım, yerel ve geleneksel bir bilginin, Batı'nın bilimsel ve profesyonel çevrelerine nasıl aktarıldığını ve bir anlamda nasıl "yüceltildiğini" de gösterir. Pylarini, kendi otoritesini, olayları en ince ayrıntısına kadar tanımlayarak, gözlemlerinin doğruluğunu sürekli kontrol ederek ve bilimsel bir dil kullanarak inşa etti. Böylece, isimsiz ve yerel bir kadına ait deneyimsel bilginin karşısına kendi "eğitimli" hekim kimliğini koyarak, yöntemin akademik dünyada kabul görmesini sağladı.
Özetle, Timoni daha çok “genel fayda” ve “yaygınlık” üzerinden ikna etmeye çalışırken, Pylarini “detaylı gözlem,” “kişisel deneyim” ve “bilginin bilimsel meşruiyeti” üzerinden bir argüman geliştirir. Birbirini tamamlayan bu iki yaklaşım, aynı olgunun farklı yönlerini görünür kılar ve ortaya atılan yöntemin güvenilirliğini farklı açılardan destekleyerek güçlendirir. Pylarini, bilginin yerel ve geleneksel köklerini kabul etse de, onu bilimsel ve entelektüel bir çerçeveye oturtma çabasıyla hem yöntemin Batı bilim dünyasında kabulünü kolaylaştırır hem de kendi otoritesini ön plana çıkarır.
18. yüzyılın önde gelen bilim insanlarından biri olan John Woodward (1665–1728), Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni’nin çiçek aşısına dair Latince kaleme aldığı mektubun Batı bilim dünyasına kazandırılmasında kritik bir rol oynadı. Royal Society’nin saygın üyelerinden biri olarak, Timoni’nin metnine İngilizce açıklayıcı bir özet ekleyerek Philosophical Transactions dergisinde yayımladı ve böylece bu değerli bilginin daha geniş bir çevreye ulaşmasını sağladı.
Ancak Woodward'ın rolü basit bir çevirmenlikten çok daha öteydi. Doğu’dan gelen bu yenilikçi bilgiyi Batı’nın bilimsel anlayışıyla uyumlu hale getirerek adeta bir kültür elçisi gibi hareket etti. Aşının günlük hayattaki hayat kurtarıcı etkilerini öne çıkarırken, daha karmaşık teorik açıklamaları bilinçli şekilde Latince metinde bıraktı. Böylece bu yeni uygulamanın, şüpheyle yaklaşan Batılı bilim çevreleri tarafından daha kolay kabul edilmesini hedefledi.
Woodward, Timoni'den bahsederken doğrudan ismini kullanmayıp "o" veya "yazar" gibi ifadelerle anlatıma bilerek bir mesafe koydu. Metnin sonunda Timoni'nin kendi ağzından konuşmasına izin verse de, bu kısmı yine kendi çevirisinin bir devamı olarak sundu. Bu şekilde, Woodward anlatımın kontrolünü baştan sona elinde tutarak, Timoni'yi tanımayan Batılı okuyucular için bilgiyi kendi güvenilir onayıyla sunmuş oldu. Bu strateji, yeni bir bilgiyi Batı bilim dünyasına kabul ettirmek ve okuyucuların güvenini kazanmak adına bilinçli bir tercihti.
Timoni’den bahsederken Woodward, doğrudan adını kullanmak yerine “o” ya da “yazar” gibi ifadelerle anlatımına mesafe kattı. Bunu yaparken, bilgiyi okura kendi onayıyla sunmuş oldu; yani, metnin içeriğini doğrulayan ve destekleyen kişi olarak kendisini öne çıkardı. Bu, Timoni’yi tanımayan Batılı okurların güvenini kazanmak için bilinçli bir tercihti. Metnin sonlarına doğru Timoni’nin kendi ağzından “ben” diyerek konuşmasına izin verse de, bu bölümü sanki hala kendi çevirisinin bir parçasıymış gibi aktardı. Yani tüm anlatım boyunca kontrol hep Woodward’ın elindeydi.
Bu yaklaşım, Timoni’yi iki farklı rolde gösterdi: Bir yandan Batı’ya bilgi taşıyan biri olarak, öte yandan kendi deneyimlerini anlatan bir hekim olarak. Woodward, Timoni’yi bilgili ve saygın bir uzman gibi sunarken aynı zamanda Batılı okurlar için hala “yabancı” biri olarak tanıttı. Bu çelişkili tavır, kendini üstün gören Batı’nın Doğu’dan gelen bilgiye karşı hem merak hem de mesafeli bir tutum sergilemesini yansıtıyordu.
Woodward, Batı bilim dünyasının Doğu'dan gelen bilgilere duyduğu derin güvensizliğin farkındaydı. Bu yüzden, Timoni'nin çiçek aşısı hakkındaki değerli çalışmasını Batılı çevrelerde kabul görecek bir biçimde sunmak için özel bir strateji geliştirdi. Ancak bu titiz çabanın ardında ilginç bir detay gizliydi: Timoni'nin adının bile İngilizce metinlerde "Timone" ve Latince imzasında "Timonius" olarak üç farklı şekilde yer alması, Osmanlı'daki çok dilli bilim ortamının getirdiği iletişim karmaşasını ve bilginin Batı'ya aktarılırken yaşanan zorlukları çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli karışık yapısında adınızı bile doğru yazamıyorsunuz!
Atina Vebası, Tarihin En Ayrıntılı Belgelenen İlk Epidemisi
Antik Yunan tarihçisi ve general Thucydides (M.Ö. 460-400), Peloponnesos Savaşı'nın (M.Ö. 431-404) kavurucu ortamında patlak veren Atina Vebası'nı anlatarak, bulaşıcı hastalıkların toplumları nasıl temelden sarsabileceğine dair tarihin ilk ve unutulmaz tanıklığını kayıtlara geçirmiştir.
Bu amansız salgın, adını Yunanistan'ın güneyindeki devasa yarımadadan alan ve Antik Yunan dünyasının hakimiyeti için Atina ile Sparta ve müttefikleri arasında 27 yıl süren mücadelenin tam kalbinde ortaya çıkmıştı: Bir tarafta yükselen bir deniz imparatorluğu, diğer tarafta ise kara gücüyle meşhur Peloponnesos Birliği...
Savaşın galibi Sparta ve müttefikleri oldu. Ancak bu savaş, "zaferin bile yenilgiye dönüşebileceği"nin antik bir kanıtı haline geldi.
Peloponez Savaşı’nın ikinci yılında, Atina’ya şehrin tek erzak ve yemek kaynağı olan Pire Limanı üzerinden Etiyopya’dan yayılan salgın ulaşmış ve 250.000-300.000 kişilik nüfusun yaklaşık %25’ini (75.000-100.000 kişi) öldürmüştür. Thucydides, hem bir tarihçi hem de hastalığı bizzat yaşayan bir tanık olarak, salgının belirtilerini (yüksek ateş, şiddetli baş ağrısı, boğazda kanama, öksürük, kusma, ishal, kızarıklıklar ve aşırı susuzluk) detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Hayatta kalanların bağışıklık kazandığını ve tekrar hastalanmadığını gözlemleyen Thucydides, hastalananların hastalara yardım etmeye daha yatkın olduğunu, ancak korku nedeniyle birçok kişinin yalnız öldüğünü belirtir. Salgın, Atina’nın savaş gücünü zayıflatarak Peloponez Savaşı’ndaki yenilgisinde önemli bir rol oynamış, toplumsal düzenin ve ahlaki yapının çöküşüne yol açmıştır. Thucydides, hastalığın insandan insana bulaşabileceğini ilk kez yazıya döken kişi olarak tarihe geçmiştir.
Atina Vebası’nın nedeni yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. En güçlü teori, savaş koşullarındaki kalabalık ortam ve hijyen eksikliği nedeniyle bitler yoluyla bulaşan epidemik tifüs (Rickettsia prowazekii) olduğudur. Çiçek hastalığı da olası sebepler arasında yer alsa da, o dönemde bölgede ne kadar yaygın olduğu belirsizdir.
Hıyarcıklı veba (Yersinia pestis) teorisi ise Thucydides'in anlatımlarında lenf düğümü şişlikleri gibi tipik belirtilerin gözlemlenmemesi nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilir. 2006 yılında Kerameikos mezarlığında bulunan diş örneklerine uygulanan DNA analizleri, tifo (Salmonella enterica serovar Typhi) bakterisini işaret etse de, aynı coğrafyada yüzyıllardır süregelen insan yerleşimi ve dolayısıyla devam eden yaşam döngüsü, numune kontaminasyonu gibi metodolojik sorunlara yol açarak kesin bir teşhis konulmasını güçleştirmiştir.
Sosyetik Aşı: Dünya Çiçek Hastalığı İnokülasyonunu Bilimsel Yayınlardan Değil, Elit Çevrelerden Öğrendi
Dönemin Şekillendirdiği Olaylar
İmmünoloji tarihinin en cesur ve sıra dışı figürlerinden biri olan İngiliz aristokrat, yazar ve şair Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762), çiçek hastalığına karşı verilen mücadelede unutulmaz bir iz bırakmıştır. Lady Mary Pierrepont, bir dükün kızı olarak soylu çevrelerde büyüdü; ancak geleneksel beklentilerin ötesine geçen entelektüel bir merak ve güçlü bir özgürlük duygusuna sahipti. Daha 16 yaşındayken iki ciltlik şiir ve kısa bir roman yazacak kadar üretkendi. Eserlerinden günümüze sadece mektup yazışmaları ve bazı taslaklar (eskizler) ulaşabilmiştir. Babasının görücü usulü evlilik dayatmasına boyun eğmeyerek, 23 yaşındayken kendisinden 11 yaş büyük, aşık olduğu milletvekili Edward Wortley Montagu (1678-1761) ile 1712'de gizlice evlendi. Bu cesur kararı, babasının onu hiçbir zaman bağışlamamasına ve hayatlarının sonuna kadar ayrı düşmelerine yol açtı.
Edebi yeteneğiyle de dikkat çeken Lady Mary, yazdığı iki hiciv şiiriyle dönemin edebiyat çevrelerinde “kadın Alexander Pope” olarak anılmaya başladı. 18. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden Alexander Pope (1688–1744), özellikle The Rape of the Lock (Buklenin Çalınışı) ve An Essay on Man (İnsan Üzerine Bir Deneme) gibi eserleriyle antik Yunan ve Roma sanat ve edebiyatının kurallarına, ölçülülüğüne ve zarafetine dönüşü savunan bir akım olan klasikçiliğin simge isimlerinden biri olmuş, hiciv ustalığı ve uyumlu dizeleriyle çağdaşları üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Kadınlara karşı mesafeli ve zaman zaman küçümseyici tutumlar sergilemesine rağmen, Lady Mary’nin zekice yazılmış şiirlerine ve entelektüel gücüne kayıtsız kalamadı.
Aralarındaki karşılıklı hayranlık, zamanla mektuplarla sürdürülen yoğun bir yazışmaya dönüştü. Bu yazışmalar, adeta kelimelerle bir düello meydanına döndü; iki yetenekli şair, şiirleri aracılığıyla birbirlerinin kalem gücünü sınayarak edebi bir rekabete giriştiler. Bu durum, zamanla hem entelektüel bir çekişmeye hem de belirsiz bir romantik gerilime yol açtı. Başlangıçta saygıyla süregelen bu edebi ilişki, ilerleyen yıllarda rekabetin hatta düşmanlığın kıyısına kadar sürüklenecekti.
1715 yılının Aralık ayında, Lady Mary'nin şiirsel ve duygusal dolu günleri ani bir acıyla bölündü. Henüz 26 yaşında yakalandığı çiçek hastalığı, onun için sadece kişisel bir sınav değil, aynı zamanda ailesi için de derin bir yıkımdı; zira iki yıl önce aynı hastalık, 20 yaşındaki erkek kardeşi William Pierrepont'u (1692-1713) hayattan koparmıştı. Ölümle burun buruna geçen günlerin ardından hayatta kalmayı başarsa da, yüzünde kalan izler güzelliğini gölgelemiş, geriye sadece canlı ve parlak siyah gözleri eski cazibesini korumuştu. Bu ağır deneyim, Lady Mary'yi çiçek hastalığının hem bireysel hem de toplumsal yıkıcılığına bizzat tanık eden biri haline getirdi ve onu, bu hastalığa karşı korunma yöntemlerini araştırmaya yönelten en güçlü itici güç oldu.
Tarih 1683'ü gösterdiğinde, Avrupa’daki en geniş sınırlarına ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu için II. Viyana Kuşatması büyük bir kırılma noktası oldu. 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesi olan IV. Mehmed (1642–1693) döneminde gerçekleşen bu savaşta, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1635–1683) komutasındaki Osmanlı ordusu, Lehistan Kralı Jan III. Sobieski (1629–1696) liderliğindeki Kutsal İttifak güçleri tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu mağlubiyet, Osmanlı'nın Avrupa'daki genişleme çağını sona erdirerek hem askeri gücünü hem de uluslararası alandaki itibarını derinden sarstı. Osmanlı, diplomatik arenada da zayıflayarak saldırgan politikalar yerine savunmacı bir strateji benimsemeye zorlandı.
1684 yılında Papa XI. Innocentius’un (1611-1689) girişimiyle, Habsburg Avusturyası (İmparator I. Leopold, 1640-1705), Lehistan-Litvanya Birliği ve Venedik’in katılımıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Kutsal İttifak kuruldu. 1686’da Rusya’nın (Çar I. Petro) da bu ittifaka dahil olmasıyla güçlü bir cephe oluşturan bu koalisyon, Osmanlı'yı Avrupa'dan geri püskürtmek için kapsamlı bir mücadele başlatırken, savaşlar kısa sürede Avrupa'dan hızla Osmanlı'nın kendi topraklarına yayıldı. Bu çatışmalar aynı zamanda genç bir dehanın yükselişine de sahne oldu: Savoy-Carignan Prensi François-Eugène (1663–1736). Henüz 20 yaşında olan Eugen, 1683 Viyana Kuşatması sırasında sergilediği olağanüstü performansla dikkatleri üzerine çekti. Budapeşte (1686) ve Belgrad (1688) gibi stratejik şehirlerin kuşatmalarında askeri yeteneğini kanıtlayarak, yalnızca 25 yaşında mareşal rütbesine ulaştı.
Prens Eugen, 1716'da gerçekleşen Petrovaradin Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu bir kez daha bozguna uğrattı. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başkomutanı olan Sadrazam Damat Ali Paşa (1667-1716) şehit düşerken, henüz dört yaşındayken nişanlandırılıp beş yaşında evlendirilen Sultan III. Ahmed’in büyük kızı, çocuk gelin Fatma Sultan (1704-1733) dul kaldı. Prens Eugen’in önemli bir askeri üs olan Belgrad'ı ele geçirmesi, Osmanlı'nın Tuna hattındaki savunma sistemini çökertti. Avusturya'nın bu zaferi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Macaristan üzerindeki etkisini büyük ölçüde azaltırken, Habsburg İmparatorluğu'nun Orta Avrupa'daki gücünü pekiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı zaferlerle Avrupa’da büyük ün kazanan Prens Eugen, Habsburgların Orta Avrupa’daki yükselişinde kilit rol oynadı.
Osmanlı ordularına karşı kazandığı zaferlerle Avrupa'da ünlenen Prens Eugen'in adı, tarihin ilginç bir cilvesi olarak, 1912'de Viyana'da Osmanlı İmparatorluğu Sefaret Binası'nın bulunduğu caddeye verildi. Bugün Prinz-Eugen-Straße adıyla anılan bu cadde, Osmanlı'ya karşı savaşan komutanın ismini taşırken, yenilgiye uğrattığı imparatorluğun diplomatik temsilinin kalbinde yaşamaya devam ediyor. Günümüzde de aynı tarihi binada, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği faaliyetlerini sürdürmektedir.
Lady Mary'nin Osmanlı Hanedanlığı ile Tanışması
Bu dönemde 1716 yılında Edward, Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki büyükelçisi olarak İstanbul’a atandı. Eşi Lady Mary ile birlikte, Osmanlı yönetiminin merkezi ve sadrazamlık makamının bulunduğu tarihi Bâb-ı Âli (Padişah Kapısı ya da Yüce Kapı) semtinde yerleştiler. Osmanlı ile Avusturya arasındaki savaşın diplomatik boyutunda görev alan Edward, Büyük Britanya’nın tarafsızlığına dayanarak Osmanlı ile Avrupa devletleri arasındaki diplomatik temasların sürdürülmesine katkıda bulundu. 1718’de, günümüz Sırbistan’ının doğusundaki Požarevac kentinde imzalanan Pasarofça Antlaşması görüşmelerinde önemli bir rol oynadı. Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile birlikte çalışarak, Büyük Britanya ve Hollanda adına arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. Bu antlaşma sonucunda Avusturya, Osmanlı’dan Belgrad, Banat ve Temeşvar dahil olmak üzere önemli topraklar elde etti ve Habsburg İmparatorluğu, Orta Avrupa’daki en büyük toprak genişlemesine ulaştı.
Lady Mary, kendini tüm bu gelişmelerin tam ortasında buldu. Eşinin diplomatik görevi sayesinde Osmanlı saray çevresine yakın bir konumda bulunan Mary, dönemin siyasi ve toplumsal atmosferine yakından tanıklık etti. Mektuplarında Sultan III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan'dan söz ederken onu "beş yaşında evlendirilmiş, talihsiz bir prenses" olarak tanımladı. Osmanlı sarayındaki çocuk yaşta evlilikleri "barbarca bir gelenek" olarak nitelendiren Lady Mary, şunları yazdı: "Bu ülkedeki kadınlar, en görkemli saraylarda bile özgürlükten yoksun bırakılıyor. Sultan'ın küçük kızı henüz beş yaşında evlendirildi..." Fatma Sultan'ın ilk eşinin ölümünün ardından büyük bir yasa boğulduğunu, ancak sarayın ona matem tutma hakkı bile tanımadığını üzüntüyle aktardı. Nitekim 1717'de, henüz on üç yaşındayken, kendisinden yaklaşık 44 yaş büyük olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile evlendirildiğinde Lady Mary de düğün davetlileri arasındaydı.
Fatma Sultan, Nevşehirli İbrahim Paşa ile görkemli bir törenle hayatını birleştirdi. Ancak Lady Mary'nin mektuplarında belirttiği gibi, bu birliktelik, Antik Yunan mitolojisindeki Orpheus'un trajik hikayesini anımsatan bir sona doğru ilerliyordu. Sevdiği kadını ölümün pençesinden kurtarmaya çalışırken onu sonsuza dek kaybeden efsanevi ozan Orpheus gibi, bir başka ozan olan İbrahim Paşa'nın da kaderi hazin bir şekilde sonuçlanacaktı.
Osmanlı tarihinin en tutkulu ve romantik isimlerinden Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Fatma Sultan’a olan aşkını şiirlerine ölümsüzleştirmiştir. Bu eşsiz dizeler, Lady Mary Wortley Montagu’nun 1717-18 yıllarında kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla Batı’ya ve günümüze kadar ulaşmıştır. Belki de İbrahim Paşa’nın “Gözlerin siyah ve güzel, ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu” mısraları, çiçek hastalığının yüzünde bıraktığı izlere rağmen hala büyüleyici olan Lady Mary’nin derin ve anlam yüklü kara gözlerinde kendi ruhunun yankılarını bulmuştu
Lady Mary, Osmanlıca şiirleri tercüme ettirirken orijinal ahengin kaybolduğunu fark etti. Bu yüzden, çeviriyi hem İngiliz kültürüne uyarladı hem de şiirsel havasını korumaya çalıştı.
İbrahim paşa'nın Fatma Sultana Orijinal şiiri (İngilizce'den çeviri)
1. Kıta
2. Kıta
Arzulanan kavuşma her gün erteleniyor,
Zalim Sultan Ahmed, o gül gibi yanaklarını görmeme izin vermiyor.
Acımı dindirmek için bir öpücük almaya cesaret edemem,
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Gözlerin siyah ve güzel,
Ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu.
3. Kıta
Zavallı İbrahim Paşa bu dizelerde iç çekiyor,
Gözlerinden bir ok kalbimi delip geçti.
Ah, arzulanan kavuşma saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim?
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Ah Sultana, ceylan gözlü, melekler arasında bir melek,
Arzuluyorum ve arzum karşılıksız kalıyor,
Kalbimi avlamak sana zevk mi veriyor?
4. Kıta
Çığlıklarım göklere ulaşıyor,
Gözlerim uykusuz kaldı.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum,
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Hayatımın tacı, gözlerimin güzel ışığı, Sultana’m, prensesim,
Yüzümü toprağa sürüyorum, yanık gözyaşlarında boğuluyorum—çıldırıyorum!
Hiç mi merhametin yok? Bana bakmayacak mısın?
Lady Mary'nin düzenlemesiyle yayımlanan şiir: "Sultan III. Ahmed’in en büyük kızı olan Sultan’a hitaben (Turkish Verses Address’d to the Sultana, Eldest Daughter of Sultan Achmet III)" başlığını taşır.
1. Kıta
Şimdi Filomela yeniden ince nağmelerini söylüyor,
Tüm gece boyunca hoş acısına kendini bırakıyor.
Şehvetli ötüşünü duymak için koruluklara gittim,
Orada ilkbahardan daha güzel bir yüz gördüm.
Binlerce ihtişamın parladığı büyük ceylan gözlerin,
Onlar kadar parlak, canlı ve bir o kadar da vahşi.
2. Kıta
Boşuna vaat ediliyor bana böylesine ilahi bir ödül,
Ah, ne zalim Sultan ki geciktiriyor sevinçlerimi!
Delip geçen caziben aşık kalbimi esir alırken,
Acımı dindirecek bir öpücük almaya bile cesaret edemem.
O gözler ki...
3. Kıta
Zavallı aşığın bu dizelerde dert yanıyor,
O sevgili güzelliklerden doğuyor öldürücü acıları.
Arzulanan mutluluğun saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim? Bekleyip de yaşayabilir miyim?
Ah parlak Sultana! İlahi güzellikte genç kadın!
Çektiğim acıyı merhametsizce görebilir misin?
4. Kıta
Yumuşayan gökler delici feryatlarımı işitiyor,
Işıktan nefret ediyorum, uykularım kaçıyor.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum.
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Lady Mary'nin 31. mektubu, 1 Nisan 1717'de Edirne'den İngiliz şair, çevirmen ve hiciv ustası Alexander Pope'a (1688-1744) hitaben yazılmıştır.
1730 Patrona Halil İsyanı, Osmanlı İmparatorluğu'nda derinleşen toplumsal eşitsizliklerin patlama noktasına ulaştığı bir dönüm noktası oldu. Dönemin İstanbul'unda, Lale Devri'nin (1718–1730) getirdiği görece seküler yaşam tarzı ve sanat hamiliği, bir yanda saray çevresinin lüks içindeki yaşantısını sürdürürken, diğer yanda ağır vergiler altında ezilen halkın sefaletini daha da belirgin hale getirmişti.
İsyanın fitilini ateşleyen, halkın bu ekonomik krizin sorumlusu olarak gördüğü saray erkanına -özellikle de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya- duyduğu öfkeydi. "Şeriat isteriz!" sloganlarıyla sokaklara dökülen isyancılar, kısa sürede halkın geniş desteğini arkalarına alarak İstanbul'un kontrolünü ele geçirdiler.
Bu ayaklanmanın sonucunda, Padişah III. Ahmed tahtını kaybederken, sadrazam ve damat İbrahim Paşa idam edildi. Böylece Fatma Sultan, daha 26 yaşındayken ikinci kez dul kaldı.
Lady Mary, o dönemde kaleme aldığı mektupların yüzyıllar sonra bile yankı bulacağını muhtemelen hayal edemezdi. Ölümünden sonra, 1763 yılında yayımlanan yazışmaları geniş bir okuyucu kitlesine ulaşarak Avrupa'da büyük ilgi gördü. Hatta, 1797’de George Washington’u (1732–1799) “The Battle of Trenton” adlı sonatıyla onurlandıran Amerikalı besteci James Hewitt (1770–1827), Lady Mary'nin aktardığı Damat İbrahim Paşa’nın Fatma Sultan’a yazdığı şiiri romantik bir şarkıya dönüştürdü. Bu özel beste, günümüzde Johns Hopkins Üniversitesi bünyesindeki “The Lester S. Levy Nota Koleksiyonu”nda özenle korunmaktadır.
Şifayı Yazıya Döken Kadın: Lady Mary’nin Çiçek Aşısı, Variolasyonla Tanışması
Lady Mary Wortley Montagu, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gözlemleriyle Batı dünyasına yalnızca bu kadim imparatorluğun zengin sosyal dokusunu ve kültürel zenginliğini tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda tıp tarihini değiştirecek bir keşfi de beraberinde getirdi. 18. yüzyıl Avrupası'nda henüz bilinmeyen variolasyon (çiçek aşısı) yöntemini titizlikle belgeleyerek, mektuplarında bu hayat kurtarıcı tekniği tüm detaylarıyla anlattı. Böylece sadece bir seyyah ya da yazar değil, aynı zamanda Doğu'nun bilgelik hazinesini Batı tıbbına kazandıran bir öncü oldu.
Saygın Osmanlı hekimleri Emmanuel Timoni ve Jacobus Pylarinus, variolasyonun bilimsel önemini daha önce akademik çevrelere sunmuş olsalar da, onların anlatımları Batı'da ne yazık ki beklenen etkiyi yaratamamıştı. Buna karşın, bir büyükelçi eşi, yetenekli bir edebiyatçı ve yüksek sosyete figürü olarak Lady Mary'nin prestiji, etkileyici anlatım tarzı, canlı anekdotları ve kişisel deneyimleri Avrupa aristokrasisinde hızla ilgi uyandırdı. Onun şahsi gözlemleri ve ikna edici aktarımı, bilimsel otoriteden bile daha güçlü bir etki yaratarak, bu hayat kurtarıcı yöntemin Avrupa'ya taşınmasında belirleyici oldu. Lady Mary, bu sayede hem kültürel bir köprü kurdu hem de tıp tarihinde unutulmaz bir iz bıraktı.
Lady Mary, 1 Nisan 1717’de Edirne’den Sarah Chiswell’e yazdığı mektubunda, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Osmanlı'da veba hakkındaki yaygın korkuların abartılı olduğunu ifade eder. Günümüzde farelerden insanlara genellikle pireler yoluyla bulaştığı bilinen ve tarih boyunca büyük salgınlara yol açmış olan bu ölümcül bakteriyel hastalık, Batı'daki yaygın endişelerin aksine, Osmanlı topraklarında daha hafif seyrediyordu. Vebanın yoğun olduğu kasabalardan geçtiğini anlatan Lady Mary, hastalığın burada sınırlı bir etki bıraktığını, ölümlerin az olduğunu ve pek çok kişinin iyileştiğini belirtir.
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki karantina önlemleri Avrupa'ya kıyasla daha esnekti. Vebalı evler işaretlenip hastalar izole edilse de şehirler tamamen kapatılmazdı. Bu esnek yaklaşım, İslam inancının etkisiyle şekillenen dini kadercilikten ve Osmanlı'nın çok uluslu toplumsal yapısından kaynaklanıyordu. Veba gibi salgınlar Allah'ın takdiri olarak görülse de İslam tarihinde salgınlara karşı önlem alma bilinci erken dönemlerden itibaren mevcuttu. Örneğin, Sahih-i Buhârî'de yer alan bir hadiste Hz. Muhammed'in "Veba olan yere girmeyin, oradaysanız da çıkmayın" buyurduğu aktarılır. Bu hadis, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için bir tür karantina uygulamasını teşvik eder ve İslam'da erken bir farkındalığı gösterir.
Osmanlı'da bu hadis bilinse de farklı inançlara sahip topluluklardan oluşan toplumsal yapı ve merkezi otoritenin yerel düzeyde çözümleri tercih etmesi, salgın yönetiminde esnekliği artırıyordu. 1710-1720 yıllarında İstanbul'da görülen küçük çaplı salgınlarda ölüm oranları %10-20 civarındaydı. Bu oranlar, 1720'de Marsilya'da nüfusun yaklaşık yarısını (%50) yok eden ve tahminen 100.000 kişinin ölümüne neden olan büyük veba salgınıyla karşılaştırıldığında oldukça düşüktü.
18. yüzyıl Avrupa'sında, veba gibi yıkıcı salgınların ardındaki nedenlere dair yaygın bir inanış vardı: Miasma teorisi. Yaklaşık M.Ö. 400 yıllarından beri Antik Yunan hekimi Hipokrat'tan miras kalan bu köklü düşünceye göre, hastalıklar "kötü hava" yoluyla yayılıyordu. Çürüyen organik maddeler, bataklıklar ve genel olarak pis kokular havayı zehirleyerek insanları hasta ediyordu.
O dönemde tıp dünyası, mikroskobun yeni icadıyla çalkalanıyordu. Bilim insanları nihayet mikroskobik organizmaların varlığını teyit etmeye başlasa da, bu küçük canlıların hastalıklarla olan kesin bağlantısı henüz tam olarak anlaşılamamıştı. Yine de, bu yeni keşifler ve köklü miasma teorisi –her ne kadar farklı nedenlere dayansa da– temizlik ve hijyenin halk sağlığı için vazgeçilmez olduğunu vurgulayarak dolaylı yoldan önemli katkılar sağlıyordu. Vebaya karşı o dönemde önerilen çözümler arasında tütsü yakmak, sirkeli su kullanmak veya hastalığın pençesindeki şehirlerden kaçmak gibi geleneksel yöntemler vardı.
İşte tam da bu dönemde Lady Mary, Osmanlı’daki gözlemleriyle miasma teorisini sorgulayacak kadar ilerici bir zihne sahipti. Mektuplarında havanın enfekte olmadığına dair açık ifadeler kullanarak, bu yaygın inanışı eleştiren aydın bir figür olarak öne çıkar. Vebanın, Osmanlı’da da tıpkı İtalya ve Fransa’daki gibi kolayca ortadan kaldırılabileceğine inanır. Ancak hastalık burada çok az zarar verdiği için, Osmanlı halkının fazla endişelenmediğini; Batı’da uygulanan çeşitli tedavi yöntemlerine rağmen, yerel halkın tedavi olmak yerine bu rahatsızlığa katlanmayı tercih ettiğini şaşkınlıkla aktarır.
Lady Mary’nin mektubunda asıl ilgisini çeken konu, çiçek hastalığıydı. O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran ve ölümcül sonuçlara yol açan bu hastalığa karşı Osmanlı’da uygulanan geleneksel bir yöntemin mucizevi başarısı onun dikkatini çekmişti. Bu hastalığın Osmanlı topraklarında neredeyse etkisiz hale geldiğini gözlemleyen Lady Mary, büyük bir hayranlık duydu.
Halk arasında yaygın olan bu aşılama geleneğini, meyve ağaçlarını daha verimli ve dayanıklı hale getirmek amacıyla bir ağacın dalının başka bir ağaca aşılanmasını ifade eden tarımsal bir terim olan “engrafting” (aşılamak) sözcüğüyle tanımladı. Bu terimi kullanarak, ilk bakışta "kocakarı ilacı" gibi görülebilecek bu yenilikçi sağlık uygulamasının, yani sağlıklı bir bireye çiçek hastalığının kontrollü biçimde aktarılmasının inceliklerini büyük bir özenle aktardı.
Her sonbaharda, özellikle Eylül’ün serin günlerinde, deneyimli yaşlı kadınlar variolasyon işlemini gerçekleştirirdi. Aileler bir araya gelerek daha önce çiçek hastalığı geçirmemiş veya risk altındaki çocukları ve gençleri belirler, 15-16 kişilik gruplar oluşturarak toplu bir aşılama seansı düzenlerdi. Yaşlı kadın, çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınmış kabuk veya irinle dolu bir fındık kabuğu getirirdi. Bu materyal, bazen gülsuyu ile sulandırılır, bazı bölgelerde ise incir yaprağı suyu veya ezilmiş incir yaprağı ile karıştırılırdı. Kişinin kolunda veya bacağında büyük bir iğneyle küçük bir çizik açılır, bu çiziğe az miktarda materyal yerleştirilirdi. Bazı uygulamalarda iğne deriye saplandıktan sonra hafifçe dairesel hareketlerle çevrilerek materyalin deriye nüfuz etmesi sağlanırdı. İşlem, genellikle alın, kol veya göğüs gibi bölgelerde dört veya beş farklı noktada uygulanır ve çizikler bir kabuk parçasıyla kapatılırdı. Soylu veya varlıklı kişilerde ise bu kapatma için gül yapraklarının tercih edilebildiği bilinirdi.
Yunanlılar arasında alında, kollarda ve göğüste haç şeklinde çizikler açılması yaygın bir batıl inanç olsa da, bu iz bıraktığından, batıl inancı olmayanlar genellikle kol veya bacağın gizli kısımlarını tercih ederdi. Aşılanan çocuklar veya gençler, sekizinci güne kadar normal hayatlarına devam eder, ardından iki (nadiren üç) gün hafif bir ateşle yatakta kalırdı. Yüzlerinde 20-30 kabarcık çıkar, ancak bunlar iz bırakmadan sekiz gün içinde iyileşirdi. Lady Mary, çiziklerden çıkan akıntının hastalığın hafif atlatılmasına yardımcı olduğuna inanırdı.
Lady Mary, Osmanlı'da uygulanan bu variolasyon yönteminin güvenliğine yürekten inanıyordu. Her yıl binlerce kişinin bu işlemi sorunsuz geçirdiğine bizzat tanıklık etmiş, hatta Fransız Büyükelçisi'nin “Osmanlılar çiçek hastalığını adeta bir eğlence gibi atlatıyorlar” sözlerini esprili bir dille aktarmıştı. Bu yöntemden o kadar emindi ki, kendi küçük oğluna da uygulatmayı ciddi şekilde düşünüyordu.
Lady Mary, bu faydalı uygulamayı İngiltere’ye taşımak ve yaygınlaştırmak için güçlü bir vatansever kararlılıkla harekete geçeceğini dile getiriyordu. Ancak İngiliz hekimlerin, bu yöntemin kendi gelirlerini azaltacağı endişesiyle şiddetle karşı çıkacaklarını da öngörüyordu. Bu öngörü, belki de daha önce hekimler Timoni ve Pylarinus’un benzer bilimsel duyurularına neden kayıtsız kalındığının da dolaylı bir cevabıydı. Lady Mary, ülkesine döndüğünde bu konuda bizzat mücadele edeceğini açıkça ifade etti.
Amerikalı tıp tarihçisi Fielding Hudson Garrison (1870-1935), 1921 tarihli "An Introduction to The History of Medicine (Tıp Tarihine Giriş)" adlı eserinde Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni'nin kızının 1717'de çiçek hastalığına karşı aşılandığını belirtir. Kesin belgelerle doğrulanamasa da, anlatılagelen bir rivayete göre Timoni'nin kendisi de aşılanmış olmasına rağmen, aşılama çalışmaları sırasında çiçek hastalığından hayatını kaybettiği söylenir. Bu trajik anlatı, variolasyonun erken dönemdeki risklerini ve her zaman kesin koruma sağlamadığını çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer.
Türk usulü çiçek aşısının Avrupa’da yayılmasında önemli bir rol oynayan İngiliz asilzade Lady Mary, 18 Mart 1718’de İstanbul’daki yazlık konaklarında beş yaşındaki oğlu Edward’a çiçek aşısı (variolasyon) yaptırır. Böylece, bu geleneksel Osmanlı yöntemini kendi ailesinde uygulayan ilk Batılı olarak tıp tarihine geçer. Aşılama işlemi, İngiliz Elçiliği’nin doktoru Charles Maitland’ın (1668–1748) gözetiminde, deneyimli bir Osmanlı kadını tarafından gerçekleştirilmiştir.
Lady Mary'nin kocasına yazdığı mektuptaki satırlar, bu cesur deneyimin başarısını ve onun sevincini gözler önüne seriyordu: "Çocuğumuz geçen Salı günü (Julian takvimine göre) aşılandı ve şimdi şarkılar söylüyor, neşeyle oynuyor, hatta akşam yemeği için sabırsızlanıyor!" Bu ifadeler, sadece bir annenin mutluluğunu değil, aynı zamanda Doğu'nun tıbbi bilgeliğinin Batı'ya açılan kapısını da belgeliyordu.
Avrupa'da Variolasyon
1719 yılında, Lady Mary’nin eşi Edward, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği görevinden geri çağrıldı ve aile, çiçek hastalığı salgınlarının giderek yayıldığı Londra’ya döndü. 18. yüzyıl İngiltere’sinde bu hastalık, ciddi ve ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Lady Mary, Osmanlı'da gözlemlediği variolasyon yönteminin binlerce hayat kurtarabileceğini öngörmüştü. Ancak İngiltere’ye döndüğünde, bu yenilikçi uygulamayı tanıtma çabaları tıpkı tahmin ettiği gibi tıbbi, dini ve toplumsal çevrelerden güçlü bir dirençle karşılaştı.
1721 yılında Londra'da büyük bir çiçek hastalığı salgını baş gösterdiğinde, Lady Mary hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Osmanlı'daki günlerinden tanıdığı ve oğlu Edward'ın aşılanmasında da rol oynayan İngiliz Büyükelçiliği doktoru Charles Maitland (1668-1748), mesleki itibarını riske atma endişesine rağmen Lady Mary'nin ısrarlarına karşı koyamayarak, Nisan 1721'de onun üç yaşındaki kızı Mary Alice'i variolasyon yöntemiyle aşıladı.
Bu tarihi işlem, aralarında çocuklarından biri hariç hepsini çiçek hastalığından kaybetmiş olan Dr. James Keith'in de bulunduğu üç doktorun huzurunda gerçekleşti. Genç Mary Alice'in hızla iyileşmesi, yöntemin potansiyelini açıkça ortaya koydu ve gözlemcileri derinden etkiledi. Doktorlar, uygulamanın başarısından o kadar etkilendiler ki, Dr. Keith bile Maitland'dan kendi oğlu Peter'ı aşılamasını rica etti. Böylece Mary Alice, İngiltere'de variolasyon uygulanan ilk kişi olarak; Maitland ise bu yöntemi uygulayan ilk doktor olarak tarihe geçti.
Lady Mary, variolasyonun güvenilirliğini kanıtlamak için cesur bir adım attı; kızıyla birlikte çiçek hastalığının kol gezdiği evleri ziyaret ederek, yönteminin koruyuculuğunu bizzat gösterdi. Ancak birçok doktor, bu egzotik (yabancı ve alışılmadık) uygulamaya temkinli yaklaşıyordu. Bunun riskli olabileceği, ciddi hatta ölümcül sonuçlara yol açabileceği endişesini taşıyorlardı. Yanlış doz uygulanması durumunda, hafif geçirilmesi beklenen hastalığın ölümcül sonuçlara yol açabileceği ve yeni bir salgın başlatabileceği endişesi yaygındı.
İngiliz doktorlar variolasyona farklı açılardan da şüpheyle yaklaşıyorlardı:
Lady Mary'nin çiçek aşısı girişimleri, Kral I. George'un (1660-1727) sarayında duyulsa da, hanedan üyeleri çocuklarını bu yeni yönteme emanet etme konusunda oldukça temkinliydi. Ancak Lady Mary, hayat kurtarıcı potansiyeline inandığı bu buluşu İngiliz sosyetesinde yerleşik bir uygulama haline getirmekte kararlıydı. Aşının etkinliğini ve güvenliğini ikna edici bir şekilde kanıtlamak için daha etkileyici bir gösteriye ihtiyaç vardı.
Bu amaçla, Ağustos 1721'de Newgate Hapishanesi'nde tarihi bir deney gerçekleştirildi. İdam cezası almış altı mahkuma, aşı olmaları ve hayatta kalmaları halinde özgürlük vaat edildi. Mahkumların hepsi bu teklifi kabul etti ve şaşırtıcı biçimde hepsi sağlıklı kalmayı başardı. Daha da çarpıcı olanı, aşılanan mahkumlardan bir kadının, çiçek hastalığı olan bir çocuğu emzirmek üzere gönderilmesiydi. Altı hafta boyunca her gece çocukla uyumasına rağmen kadın hastalanmadı. Galler Prensesi'nin hâlâ biraz tereddütlü kalması üzerine, St. James Westminster cemaatinden yetim çocuklar üzerinde başka bir deney daha yapıldı.
Bu deneyler, variolasyonun çiçek hastalığına karşı gerçekten de koruma sağladığını bilimsel ve toplumsal olarak kanıtladı. Newgate deneylerinin başarısı, yöntemin kabulünü hızlandırdı ve kısa sürede 200'den fazla üst sınıf kişinin variolasyon yaptırmasına öncülük etti. Maitland, Galler Prensesi'nin emriyle Prensesler Amelia ve Caroline'ın, daha sonra da kardeşleri Prens Frederick'in aşılanmasında yer aldı. 1729'a gelindiğinde ise 897 kişi daha aşılandı ve bunlardan sadece 17'si hayatını kaybetti. Bu oran, dönemin koşulları göz önüne alındığında, çiçek hastalığının yaygın ölümcüllüğüne karşı elde edilmiş büyük bir başarıydı.
Ancak kraliyet desteğine rağmen variolasyon, toplumda hala ciddi şüphe ve direnişle karşılaşıyordu. Özellikle dini çevreler bu yönteme sert biçimde karşıydı. Kilise, çiçek hastalığını “Tanrı’nın günahkarlara verdiği bir ceza” olarak yorumluyor ve aşılamayı “ilahi düzene müdahale” olarak nitelendiriyordu. Rahip Theodore Delafaye (1715-1886) gibi bazı din adamları, hastalığın ortadan kalkmasının insanların ahlakını zayıflatacağı ve Tanrı korkusunu unutturacağı endişesini dile getiriyordu.
Bu tür söylemler halkı olduğu kadar Lady Mary'nin yakın çevresini de etkiledi. Kız kardeşi Lady Mar, çocuklarını aşılatmayı reddetti ve 1723 civarında onlardan birini çiçek hastalığından kaybetti. Lady Mary’nin mektup arkadaşı Sarah Chiswell de variolasyonu kabul etmedi ve 1726’da aynı hastalıktan hayatını kaybetti.
Yöntemin Osmanlı kökenli oluşu, Batı’da bazı çevrelerde yabancı düşmanlığını körükledi ve ciddi tepkilere yol açtı. Variolasyon, yalnızca bir tıbbi yenilik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve dini önyargıların hedefi hâline geldi. Bazı kişiler bu yöntemi “İslami bir istila” ya da “İslam’ın sızması” olarak tanımlarken, bazı Hristiyan çevreler Müslüman kökenli bir uygulamanın kendilerine fayda sağlamayacağı yönünde temelsiz iddialar öne sürüyordu. Lady Mary Wortley Montagu’nun kendi papazı bile, yöntemin Müslümanlar tarafından geliştirilmiş olmasını gerekçe göstererek, Hristiyanlara uygun olmadığını savunmuştu.
Bu tür önyargılar en çarpıcı biçimde, 1722 yılında Londra’daki St. Paul Kilisesi’nin vaizi Rev. Edmund Massey’nin verdiği bir vaazda dile getirildi. “A Sermon Against the Dangerous and Sinful Practice of Inoculation” (Aşılamanın Tehlikeli ve Günahkar Uygulamasına Karşı Bir Vaaz) başlıklı konuşmasında Massey, variolasyonu dini bir sapkınlık olarak tanımladı. Bu yöntemin, “Hz. İsa’nın Haçı’nın düşmanları ve kafirler tarafından uygulandığını” ve insanların çocuklarını “şeytana barış kurbanı olarak sunduklarını” ileri sürerek dini paniği körükledi.
Variolasyon yöntemi zamanla bilimsel bir yöntem olmaktan çıkıp siyasallaştı. Muhafazakar çevreler, “doğaya müdahale” ve “yöntemin tehlikeleri” üzerine makaleler yayımlayarak halk arasında güvensizlik yarattı. Bununla birlikte, Osmanlı ve İngiltere'nin çiçek hastalığına karşı mücadele yöntemleri keskin biçimde farklıydı. Osmanlı'da hastalar karantinaya alınarak salgının yayılması kontrol altına alınırken, İngiltere'de bu uygulama yeterince benimsenmediği için salgın yönetimi zayıf kaldı.
Daha da vahimi, variolasyonun İngiltere'de sağlıklı bir şekilde uygulanmasının önünde, dönemin yerleşik tıp anlayışı ciddi bir engel teşkil ediyordu. O dönemde hala Antik Yunan hekimleri Hipokrat (M.Ö. 460–370) ve Galen (M.S. 129–200) gibi isimlerin mirasını sürdüren "hümoral tıp" anlayışı egemendi. Bu görüşe göre, insan vücudu dört ana sıvıdan (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) oluşur ve sağlık, bu sıvıların dengede olmasıyla sağlanır. Hastalıkların nedeni, bu sıvıların dengesinin bozulması olarak görülüyordu.
Hastalıkların gerçek nedenleri hakkında henüz bilimsel bir fikir olmadığı için, tıp asıl olarak belirtileri yönetmeye odaklanıyordu. Dolayısıyla tedavi de, dengeyi yeniden sağlamak amacıyla vücuttan bir miktar sıvı—çoğunlukla kan—alıp atmakla mümkün sanılıyordu.
Bu anlayışla hareket eden İngiliz hekimler, variolasyon uygulamasından önce hastanın bozulan "sıvı dengesini" kan akıtma (bloodletting) yöntemiyle düzeltmeye çalışıyorlardı. Belki de bu şekilde uygulamanın daha etkili olacağını umuyorlardı. Ancak, vücut zaten enfeksiyonla mücadele halindeyken uygulanan bu yöntem, hastaları daha da zayıf düşürüyor ve bağışıklık sistemini iyice güçsüzleştiriyordu. Oysa variolasyon sürecinde bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyordu; yanlış tedavi yaklaşımları ise hastalığın seyrini ağırlaştırarak riskleri artırıyordu. Üstelik bazı doktorlar, vücuda gereğinden fazla miktarda çiçek hastalığı irini enjekte ederek komplikasyonlara yol açıyor, böylece güvenli bir yöntem olan variolasyonu adeta tehlikeli bir işleme dönüştürüyorlardı.
2 Mayıs 1755'te İngiltere'deki Kraliyet Doktorlar Koleji, variolasyon yöntemini resmen onayladı. Ancak yöntemi Osmanlı’da keşfedip İngiltere’ye getiren Lady Mary, ülkesindeki uygulamaları izledikçe derin bir hayal kırıklığına sürüklendi. Doktorların bilgisizliği ve maddi hırsı, yöntemin bilimsel ruhunu gölgede bırakarak uygulamayı yozlaştırdı.
İngiltere'deki bu çarpık uygulamaların yanı sıra, variloasyon yöntemini dünyaya tanıtan Osmanlı hekimlerinin, bu tekniğin kendi topraklarında bile her kesimden kabul görmediğini belgelemesi oldukça dikkat çekicidir. Yöntem, çeşitli etnik ve dini gruplar arasında yaygınlık kazanmış olsa da, özellikle kaderci anlayışa sahip bazı Müslümanlar tarafından "Allah'ın takdirine müdahale" endişesiyle reddediliyordu. Timoni ve Pylarinus'un gözlemlerine göre, bu kesim "ölüm zamanının ilahi iradeyle belirlendiği" inancıyla aşıya mesafeli duruyordu. İronik bir şekilde, zaman zaman birbirine düşmanlık besleyen iki dinin inananları—hatta inandıkları Tanrılar—söz konusu aşı karşıtlığı olduğunda benzer kaygılar dile getiriyor, aynı söylemlerde buluşarak adeta birbirine omuz veriyordu.
Sonuçta toplumsal bir kalıp ortaya çıkıyordu. Aydın kesim ve yüksek sosyoekonomik gruplar yenilikçi tedaviye açık yaklaşırken, geniş halk kesimleri çeşitli kaygılar nedeniyle variolasyona mesafeli kalıyordu. Bu durum, bilimsel ilerlemenin toplumsal kabulünde eğitim ve sosyal konumun ne denli belirleyici olduğunu gösteriyordu.
Türkçesi: “Saygıdeğer Lady Mary Wortley Montagu’nun aziz hatırasına…
Kendisi, çiçek hastalığına karşı etkili aşılama yöntemini
Türkiye’den bu ülkeye başarıyla tanıttı.
Yöntemin etkinliğine yürekten inanarak önce kendi çocukları üzerinde başarıyla denedi.
Ve ardından bu uygulamayı vatandaşlarına tavsiye etti.
Onun cesur örnekliği ve rehberliği sayesinde, bizler bu ölümcül hastalığın şiddetini hafifleterek tehlikesinden korunabildik.
Bu büyük iyiliğin hatırasını yaşatmak ve kendisinin bu yöntemden şahsen gördüğü faydalar için duyduğu şükranı dile getirmek amacıyla,
bu anıt, Theodore William Inge’in dul eşi ve Sir John Wrottesley’nin kızı Henrietta Inge tarafından, Tanrı’nın izniyle, 1789 yılında dikilmiştir.”
Günümüzde Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği), Lady Mary Wortley Montagu’yu “Koruyucu Tıbbın Öncüsü” unvanıyla onurlandırmaktadır. Diktikleri anıtta şu ifadeler yer almaktadır:
Royal Society of Biology Mary Wortley Montagu 1689-1762 Pioneer of preventative medicine Introduced smallpox inoculation to Britain in 1721, saving countless lives Commemorated here circa 1762 British Society for immunology www.rsb.org.uk
Türkçesi: "Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği) Mary Wortley Montagu (1689–1762), koruyucu tıbbın öncüsüdür. 1721’de çiçek aşısını Britanya’ya tanıtarak sayısız hayat kurtardı. Yaklaşık 1762’de burada anıldı. British Society for Immunology (İngiliz İmmünoloji Derneği) www.rsb.org.uk
Öte yandan variolasyonu 1721’de Amerika’ya tanıtan Cotton Mather (1663-1728), Lady Mary’nin bu hayat kurtarıcı yöntemi Osmanlı’dan İngiltere’ye taşıma başarısına hayranlık duyuyordu. Ancak bu hayranlık, Osmanlı hekimlerinin yıllar önce Avrupa’daki meslektaşlarına raporladığı ve Osmanlı’da uzun süredir başarıyla uygulanan bu yöntemin Batı bilim çevrelerince görmezden gelinmesine duyduğu sitem ve hayal kırıklığıyla gölgelenmişti. Üstelik bu hekimler, Avrupa’nın en seçkin tıp okullarından Padova’da eğitim görmüş ve Royal Society gibi saygın bilim kurumlarına üye kabul edilmiş kişilerdi. Oysa aynı bilgi, aristokrat bir İngiliz kadının kaleminden çıkınca bir anda kabul görmüş, önce saray çevrelerinde, ardından toplumun üst sınıflarında ilgiyle karşılanmış ve nihayetinde bilimsel otorite tarafından ciddiye alınmış ve Mather sayesinde Atlantik ötesine taşınarak Yeni Dünya’da da meşruiyet kazanmıştı.
Not: Tarihin en büyük ironilerinden biri, yargılayanların çoğu zaman yargıladıklarından çok daha karanlık bir geçmişe sahip olmaları değil midir? Masum insanları cadılıkla suçlayan ve idamlarına zemin hazırlayan, ırkçı ve bağnaz söylemleriyle tanınan vaiz Mather’ın, 1721 yılında Türkler hakkında sarf ettiği “eğitilmesi zor” yönündeki kibirli ve küçümseyici yargıyı tarihin vicdanı önünde geçersiz kılmak bizim elimizde
Amerika'da Variolasyon
Lady Mary, variolasyon yöntemini İngiltere’de tanıtma çabalarında toplumsal dirençle karşılaşsa da, bu mücadelede nispeten şanslıydı. Zira aynı dönemde Amerika’da bu yöntemi savunan din adamı ve bilim insanı Cotton Mather (1663-1728), çok daha sert bir tepkiyle karşılaştı, 14 Kasım 1721’de Boston’daki evi bombalandı.
Mather, İngilizlerin Amerika’daki egemenliğini sürdürdüğü kolonyal dönemde (yaklaşık 1607–1776) Massachusetts’te yaşamış; İngiltere Kilisesi’ni Katolik (Latince catholicus, “evrensel”) etkilerinden arındırarak saflaştırmayı amaçlayan Protestan Reform Hareketi’nin bir kolu olan Püriten topluluğunun (purify, İngilizce “saflaştırmak” fiilinden türetilmiştir) önde gelen vaizlerinden biri olarak, Amerikan tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri haline gelmiştir. Katolik Kilisesi'nin aşırı zenginleşmesi, yozlaşması ve siyasî/dünyasal meselelerle giderek daha fazla ilgilenmeye başlaması, birçok din adamının tepkisini çekmiş; bu rahatsızlık Reform hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Mather’ın mirası, dini fanatizmle bilimsel merakı, kölelik ve kolonyal şiddet gibi yapısal adaletsizliklere göz yummayla halk sağlığına yönelik cesur tutumları bir arada barındıran derin çelişkilerle örülüdür. 1692’deki Salem Cadı Davaları’nda çoğunluğu kadın olan 20 kişinin idamla sonuçlanan cadı avını körüklemiş; öte yandan çiçek hastalığına karşı variolasyon yöntemini savunarak halk sağlığı alanında öncü bir rol üstlenmiştir.
Mather’ın Salem Cadı Davaları’ndaki etkisi, Püriten teolojisine dayanan vaazları ve yazılarıyla dolaylı ancak yıkıcıydı. Hukuki süreçte doğrudan yer almasa da, manevi otoritesi ve cadılık tehdidine dair söylemleri, mahkemelerin bakış açısını şekillendirerek Salem’deki histeriyi körükledi ve Amerika tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin önemli figürlerinden biri olmasına yol açtı. Özellikle “görünmez kanıt” (spectral evidence) olarak bilinen, fiziksel delil yerine hayalet görüntülerine dayanan tanıklıkların mahkemelerde kullanılmasına sessizce onay vermesi, adaletsizliği derinleştirdi. Mather, bu tür delillerin dikkatle incelenmesini savunsa da, mahkemelerin bunları kullanmasını engellemedi; bu da masum insanların yalnızca başkalarının iddia ettiği doğaüstü görüntülerle idam edilmesine neden oldu.
Yeni Dünya'nın yerli halkları, Avrupalılarla temas etmeden önce uzun süre izole bir yaşam sürmüşlerdi. Bu durum, onları Avrupa kökenli hastalıklara karşı doğal bağışıklıktan yoksun bırakarak, salgınlarda korkunç kayıplar vermelerine neden oldu. Ne var ki, Afrikalı kölelerin çiçek hastalığı gibi salgınlardan daha az etkilenmesi, köle tacirlerinin gözünden kaçmadı. Tacirler, bu gözlemi Afrikalıları 'daha dayanıklı' bir iş gücü olarak pazarlamak için kullanırken, çoğu zaman ırkçı bir dille, Afrikalıların sözde 'vahşi doğasına' bağladılar.
Bu çarpıcı gözlem, Mather'ın da dikkatini çekti. Afrikalıların çiçek hastalığına karşı gösterdiği direnç, Mather'ı bu toplulukların geleneksel korunma yöntemlerini araştırmaya itti. İşte bu arayış, onu variolasyonla tanıştıracak ve bu yöntem, salgınlarla mücadelede onu tarihin sahnesine taşıyan en önemli adımlardan biri olacaktı.
Mather, 1678’de hafif çiçek hastalığı geçirerek ömür boyu bağışıklık kazandı. Bu durum, sonraki salgın dönemlerinde hem ailesine bakma hem de hastaları ziyaret etme imkanı tanıdı. 1702’de üç çocuğunun hastalığı atlatması ona büyük bir sevinç yaşatırken, 1713’teki kızamık salgını ise ikinci eşini, üç çocuğunu ve bir hizmetçisini kaybetmesiyle büyük bir yıkıma dönüştü. Bu ağır kayıplar, halk sağlığına duyduğu ilgiyi daha da derinleştirdi. Özellikle tıbbi desteğe ulaşamayan yoksul kesimlerin çiçek hastalığına karşı korunabilmesi için, variolasyon yöntemini tanıtan ve adım adım nasıl uygulanacağını sade bir dille açıklayan broşürler hazırladı. Bu sayede hem salgının yayılmasını önlemeyi hem de halk arasında sağlık bilincini ve korunma yöntemlerine dair farkındalığı artırmayı amaçladı.
18. yüzyılda din adamları, toplumun en eğitimli kesimleri arasında yer alıyordu. O dönemde henüz tıp eğitimi veren okullar, meslek birlikleri ya da lisans düzenleyici kurullar oluşmamıştı. Bu nedenle tıbbi bilgi, çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle, deneyimli hekimlerin yanında ediniliyordu. Cotton Mather’ın sahip olduğu tıbbi bilgi, dönemin birçok pratisyen hekiminden geri kalmıyordu; hatta bazı uzmanlara göre, kimi doktorlardan daha donanımlıydı.
Derin bir teoloji bilgisine sahip olan Mather, dini konularda hızlı ve kesin yanıtlar verebilecek bir birikime sahipti. Ancak tıp alanında ise sürekli öğrenmeye açık, sorgulayıcı bir zihniyet geliştirmişti. Bu bilimsel merakı sayesinde, 1713 yılında Londra’daki Royal Society’ye üye seçildi ve bu onura erişen sekizinci Amerikalı kolonist oldu. 1712 ile 1724 yılları arasında Kraliyet Topluluğu’na “Curiosa Americana” (Amerika’nın Nadir Harikaları) başlığı altında seksen iki yazı gönderdi. Bu yazışmalarda, “dünyanın bu bölgesinde meydana gelen tüm yeni ve sıra dışı doğa olaylarını” ayrıntılı biçimde ele aldı. Bu çalışmalarının bir kısmı, Royal Society tarafından yayımlanan ve dönemin en saygın bilimsel yayınlarından biri olan Philosophical Transactions dergisinde yer buldu.
Mather, variolasyon hakkında bir süredir bilgi sahibiydi; ancak Timoni’nin ayrıntılı açıklamaları ve özellikle Kraliyet Topluluğu’nun bu yöntemi onaylaması, onu Boston’da variolasyonu tanıtma konusunda harekete geçirdi. 12 Temmuz 1716’da Dr. John Woodward’a yazdığı mektupta, “Timoni’den aldığınız çiçek hastalığını aşı yoluyla edinme ve yayma yöntemine dair bilgiyi kamuoyuna sunduğunuz için teşekkür ederim” diye yazdı. Ayrıca, Doğu’ya seyahat eden bazı komşularının da variolasyonun başarısını doğruladığını ekledi. Mather, Onesimus’un hikayesini variolasyonun geçerliliğine dair ek bir kanıt olarak anlattı. Yöntemin faydalarına giderek daha fazla ilgi duyan Mather, Boston’da çiçek hastalığının tekrar ortaya çıkması durumunda, bir acil eylem planı hazırlayıp hekimler ile bir toplantı yaparak bu yöntemin uygulanmasını önermeye hazır olduğunu belirtti.
Mather, woodeart'ta"Timoni'nin yazısını okuduktan sonra sonra bu olumlu görüşü onaylamak istiyorum. Dahası sizi temin ederim ki çiçek hastalığının aşı ile tedavi edildiğinin Avrupa’nın bazı yerlerinde duydum, bir hizmetçimden de Afrika’da uygulandığını öğrendim. Zeki ve akıllı bir siyahi adam olan arkadaşım Onesimus’a çiçek kapıp kapmadığı sorulması üzerine hem evet hem hayır cevabını verdi. Kendisini sonsuza kadar koruyacağını söyledikleri çiçek ile ilgili bir operasyona maruz kaldığını belirtti ve bunun Garamantes’te sıklıkla kullanıldığını ve sonsuza dek bulaşma riskini önlediğini söyledi. Daha sonra operasyonu anlattı ve üzerinde kalan izi bana gösterdi. Tarifinin ise Timoni ile ilgili olduğunu gördüm.”
Bu yaklaşım, dönemin egemen tıbbi görüşü olan hümoral teoriyle açıkça çelişiyordu. Hümoral anlayışa göre, sağlığı korumanın yolu beden içindeki dört temel sıvının dengede tutulmasından geçiyordu. Buna karşın variolasyon, sağlıklı bir kişiye bilinçli biçimde hastalıklı madde verilmesini öngörüyor; bu yönüyle dönemin tedavi anlayışına tamamen ters düşen, son derece sıra dışı ve cesur bir yaklaşımdı. Mather ise bu zıtlığa rağmen yöntemin potansiyeline ikna olmuştu. Özellikle Timoni’nin, “aşı uygulanan hiç kimsenin çiçek hastalığından ölmediği” yönündeki deneysel gözlemi, onun bilimsel veriye duyduğu ilgiyi pekiştirerek cesaretini artırdı.
Mather’ın güveni, başka kaynaklardan gelen destekleyici bilgilerle daha da güçlendi. Örneğin, bir başka İtalyan asıllı Osmanlı doktoru olan Pylarini, İzmir ve İstanbul’daki variolasyon uygulamalarını araştırmış ve bu konudaki bulgularını Kraliyet Topluluğu’na sunmuştu. Pylarini’nin raporu da Timoni ile büyük ölçüde örtüşmekle birlikte, yöntemin Osmanlı’daki ileri düzey doktorlar tarafından değil, “sıradan, kaba insanlar” tarafından uygulandığını ileri sürüyordu.
Beş yıl sonra Boston’da çiçek hastalığının yeniden baş göstermesiyle, Mather 1716’da Dr. Woodward’a yazdığı mektubunda belirttiği eylem planını uygulamaya koymanın zamanının geldiğini fark etti. “Eğer uygulanırsa kaç hayat kurtarılabilir?” sorusunu kendine sorarak, hekimlerle bir görüşme düzenleyip variolasyon yöntemini Boston’da resmen gündeme getirmeye karar verdi.
Ancak 27 Mayıs itibarıyla en az sekiz yeni vakanın tespit edilmesiyle salgın hızla yayıldı. Haziran ortasına gelindiğinde hastalık, Boston'un her mahallesine sıçramış, kurulan bekçi sistemi tamamen çökmüştü. Artık cenazeler, sokakların boşaldığı gece saatlerinde gizlice defnediliyordu. Çocukların enfekte bölgelerden uzak tutulması amacıyla okullar belediye binasına taşındı.
Karantina, tecrit ve hijyen gibi bilindik yöntemler, bu ölümcül salgını durdurmakta çaresiz kalmıştı. Umutsuzluğa kapılan Vali Shute, Haziran sonunda halkı Tanrı'dan af dilemeye çağıran bir oruç ve dua günü ilan etti. Özellikle 1702'deki son salgından sonra doğanlar veya şehre yeni gelenler, daha önce bağışıklık kazanmamış olmaları nedeniyle büyük bir risk altındaydı. Mather, 26 Mayıs'ta günlüğüne "Çiçek hastalığının korkunç felaketi şimdi kasabaya girdi" notunu düşse de, aslında bu salgını uzun zamandır öngörmüştü. Mather için, 1716'da Royal Society'den Dr. Woodward ile paylaştığı, yayılımı önlemeye yönelik acil eylem planını nihayet yürürlüğe sokma zamanı gelmişti.
Mather, variolasyon yöntemini tanıtmak amacıyla 6 Haziran’da Boston’daki 14 doktora mektup gönderdi. Bu yazışmalarda, Timonius ve Pylarinus’un raporlarını paylaşarak hekimleri bu yöntemi uygulamaya ve çiçek hastalığına karşı ortak bir tıbbi mücadele başlatmaya davet etti. Ancak bu umut dolu çağrısı ne yazık ki yanıtsız kaldı.
Mather'ın variolasyon girişimlerine yanıt alamamasının ardında birçok neden yatıyordu. Bunların başında, Mather'ın Salem cadı avlarındaki tartışmalı ünü ve yönteme karşı duyulan derin şüphe geliyordu. Özellikle İskoç doktor William Douglass (1691-1752), variolasyonu sert bir dille eleştirerek onu "sahte bir tedavi" olarak nitelendirdi.
Padişah III. Ahmed (1703-1730), 10 Nisan 1708’de çi-
çek hastalığına yakalanmıştı.
23 Haziran’da çağrısını yinelediyse de hekimleri ikna edemedi. Sadece arkadaşı
Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766) bu aşıyı denemeye razı oldu. Dr. Bolyston ilk
olarak 6 yaşındaki oğlunu ve 36 yaşındaki kölesi ile bu kölenin oğlunu aşıladı.
Bir haa içinde üçü de iyileşince bu defa 287 kişiyi aşıladı. Bu gruptan sadece
altı kişi ölmüştü (Housman, 2020; Baraka, 2020; Boylstone, 2012). Önceleri
Türkiye’deki çiçek aşısı yöntemini kullanan Dr. Bolyston sonraları daha derin
bir kesi yapıp üzerini bantlamaya başlamış, aşılar serin mevsimlerde yapılıyor
olmasına rağmen yaz boyunca aşılamalar yapmıştı (Kass, 2012). Çok geçmeden Mather’ın aşıyı yaygınlaştırma çabalarına, Boylston’ın aşılamalarına karşı
şiddetli bir direniş başladı. Direnişçilerin başını aşının; Tanrı’nın kimin, nasıl
ve ne zaman öleceğini belirleme hakkına hakaret olduğunu ileri sürenler çekiyordu. Hekimler ise hastalık yapıcı aşı maddesinin vücuda sokulmasını, o
sıralarda tıpta geçerli olan, “hastalıklar bedenden zararlı maddelerin atılmasıyla
tedavi edilir” görüşüne aykırı olduğunu ileri sürüp hastalığın aşı ile yayılaca-
ğından endişe duydukları için aşılamaya muhalefet ediyorlardı (Tishma, 2020).
28
Nuran Yıldırım
Aşı destekçileri ile karşıtları arasında şiddetli tartışmalar yaşandı. Dr. Boylston, evi bombalanmasına ve ölümle tehdit edilmesine rağmen gizlice aşılama
yapmaya devam etti (Housman, 2020; Baraka, 2020; Boylstone, 2012). Eylül
ayı sonunda çiçeğe yakalanan 2.757 Bostonlunun 203’ü, Ekim ayında 411 kişi
hayatını kaybetmişti. Şehirde yaşam durma noktasına gelmiş; kilise hizmetleri
dışında halka açık bütün toplantılar yasaklanmış, dükkanlar kapatılmış, kayık-
çılar limana odun taşımayı reddettiği için yakıt kıtlığı olmuş, diğer şehirlerden
getirilen ürünlerin şehre girmesine izin verilmediğinden odun ve gıda fiyatları
yükselmişti (Kass, 2012).
1725’te Londra’ya giden Dr. Boylston, An Historical Account of the Smallpox Inoculated in New England, Upon all Sorts of Persons, Whites, Blacks, and of
All Ages and Contitutions (London 1726) adıyla yayınladığı kitapta, aşılamanın
çiçek hastalığından ölüm oranını yaklaşık %15’ten %1 veya %2’ye düşürdüğünü
gösterdi.Çok geçmeden Boston’da patlak veren çiçek salgınında, aşının hastalığı
yayacağı korkusuyla sadece 400 kişi aşılanmış, aşılıların 12’si ölürken, yaklaşık
3.600 aşısız çiçek hastasının 500’ü kaybedilmişti (1730). Bu sonuçlar karşısında
en şiddetli aşılama karşıtı Dr. William Douglass (1691–1752) fikrini değiştirip
aşının faydalarını kabul eden ve toplumu aşılamaya teşvik eden bir makale yayınlamıştı (1749). Buna rağmen çiçek salgınlarını Tanrının cezası olarak görenler aşılamayı Tanrı iradesine aykırı bularak karşı çıkmaya devam ettiler. Onların
baskıları nedeniyle aşılamayı yasaklayan yasalar hazırlandı (Housman, 2020;
Baraka, 2020; Boylstone, 2012).1752’de çıkan çiçek salgını öylesine yayılmıştı ki
hastalar için ilaç ve hastabakıcı bulunamıyordu. Bu salgında çiçeğe yakalanan
5.545 kişide 539 ölüme karşılık 2.124 aşılı kişinin 30’u ölmüştü. Bu olumlu sonuçları gören halkın aşıya güvenmeye başlamasıyla aşılama faaliyetleri yaygınlaşmıştı. Açılan çiçek hastanelerinde hekimler, önce uygun diyetler uyguluyor
aşılamanın ardından aşı sonrası bakım yapıyorlardı (1764). Yine de pek çok kişi
aşılamaya itiraz etmeye devam etti (Kass, 2012). Kuzey Amerika’nın bazı bölgelerinde kurulan aşılama evlerinde anlaşmalı hekimler tarafından Sutton Aşısı
ile binlerce başarılı aşılama yapılmıştır (Bell, 2009).
Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında (1775-1783) Kanada’da çiçek salgı-
nı çıkmış, salgından etkilenen Amerikan ordusu Quebec’i alamamıştı (1766)
(Tishma, 2020). Aynı yıl Amerika’da çiçek hastalığını yayacağı korkusuyla ordu
cerrahlarının aşı yapması yasaklanmıştı. Çiçek salgınının Kanada’da yarattığı
tahribatı inceleyen Benedict Arnold (1741-1801) ile Benjamin Franklin (1706-
1790), raporlarında yeni bir salgının ordunun çöküşüne neden olabileceğini dile
getirmişti. Bunun üzerine ordu komutanı ve Amerika Birleşik Devletleri’nin ilk
Başkanı George Washington (1732-1799), “Düşman kılıcından daha çok, orduya
29
Hakan Ertin’e Armağan
bulaşıp salgın yapacak çiçek hastalığından korkmamız gerekir” diyerek, 6 Ocak
1777’de Philadelphia’dan gelen bütün kuvvetlerin aşılanmasını emretti. O yıllarda çiçek aşısı Avrupa’da yaygın olarak uygulandığından İngiliz birliklerinin
çoğu çiçeğe karşı bağışıktı, bu da onlara büyük bir avantaj sağlamaktaydı. George Washington bir ay sonra da bütün ordunun aşılanmasını emretti (5 Şubat
1777). Yıl sonuna kadar yaptırılan 11 hastanede kitlesel aşılama yapıldı. George
Washington’un öngörüsü sayesinde Bağımsızlık Savaşı’nın zirvesinde, o yıllarda
emsali olmayan bir biçimde, birkaç cerrahla ordunun tamamı aşılanmıştı (Filsinger & Dweek, 2009). George Washington bu aşılama sayesinde hem İngilizleri hem çiçek hastalığını yenerek bir taşla iki kuş vurmuştu
nıray yıldırımdan koplı teorisi
Dr. Emanuel Timonius 1701’de tanık olduğu ve uyguladığı variolasyon hakkındaki bilgileri, padişahın
hastalığından dört sene sonra Seyyah Aubry de La Motraye (1674?-1743)’ye vermişti (1712). Acaba padişah çiçek
hastalığına yakalandığında variolasyonla ilgili gözlemlerini ve tecrübelerini,
padişahın diğer özel hekimleri Tobias Cohn (1652-1729) ve Daniel Fonseca Daniel de Fonseca (1672 - c. 1740) ile paylaşmış
mıydı? Yoksa mesleki rekabet nedeniyle kendine mi saklamıştı? Ünlü iki Musevi hekim Tobias Cohn ile Daniel Fonseca İstanbul’da yapılmakta olan variolasyondan haberdar mıydı? Padişahın bu tanınmış özel hekimleri variolasyonu
kendi aralarında değerlendirdiler mi? Kadınlar arasında yapılan bu folklorik
uygulamayı önemsemedikleri için mi Osmanlı sarayında uygulanmasını tav
I. Abdülhamid (1774-1789) döneminde İstanbul’da çıkan salgınlar saraya
kadar uzanmış ve yedi şehzade ile iki hanım sultan çiçekten vefat etmiştir.
I. Abdülhamid (1774-1789) döneminde, variolasyon bilimsel bir yöntem
olarak Avrupa’ya ve dünyaya yayılmışken, padişahların özel hekimleri, saray
hekimleri ve çiçek hastalığı görüldüğünde saraya çağrılan payitaht İstanbul’daki Müslim, gayrımüslim bütün hekimler variolasyonu tavsiye etmiş olsalardı,
şehzadeler ve sultanlar çiçekten ölmeyebilirdi.
I. Abdülhamid’in çiçek hastalığından vefat eden çocukları (Sarıcaoğlu,
2001: 15-17).
Şehzade Mehmed (ikinci kadından), 21 Ağustos 1776-20 Şubat 1781
Şehzade Murad Seyfullah (yedinci kadından), 22 Ekim 1793-3 Mart 1784
Şehzade Mehmet Nusret (altıncı kadından), 21 Eylül 1782-22 Ekim 1785
Fatma Hanım Sultan (ikinci kadından), 12 Aralık 1782-12 Kasım 1785
Şehzade Süleyman (beşinci kadından), 17 Mart 1779-19 Ocak 1786
Âlemşah Hanım Sultan (altıncı kadından), 11 Ekim 1784-28 Şubat 1786
timoni den yaklaşık 100 yıl sonra Çocukluğunda çiçek hastalığına yakalanan Sultan Abdülmecid (1839-
1861) yüzünde çiçek yaralarının izlerini taşımaktaydı. Çiçek hastalığına karşı
hassasiyeti vardı. Bu nedenle 1840’tan itibaren sistemli bir vaksinasyon uygulaması başlatmış, Rumeli gezisinde birçok çocuğu huzurunda aşılatarak halkı
aşıya alıştırmak istemiştir
Dr. Edward Tarry of Enfield, İngiltere’ye döndüğü 1712 yılında Beyoğlu ve Galata’da 4.000’den fazla aşılama yapıldığını gördüğünü beyan etmiştir Ne yazık ki, Batıy aolan hayranlık tıbta da Osmanlı'nın kendi arkabahçesindei variolasyonu görmeyi engellemiş ve Doğu toplumlarının bu alandaki başarılarını küçümseme eğilimi, çiçek aşısı örneğinde açıkça görülüyor.
Dönemin gazeteleri, hem Yunanistan topraklarındaki hem de Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum gazeteleri, aşılama programlarını yakından takip ediyordu. Örneğin, İstanbul'da yayımlanan "Postacı" ve Makedonya'daki "Selanik" gazeteleri bu haberlere geniş yer vermişti. O dönemdeki hekimler de aşılama için gerekli özel aletleri geliştirmişlerdi.
Sadece Rum kökenli hekimler değil, birçok Osmanlı hekimi de çiçek aşısının ilk yöntemi olan variolasyon tekniğini aktif olarak kullandı. Bunlardan bazıları:
Garamantee
Boylston'ın günlüğünde şu ifade yer alır:
"Halk her gün ölüyordu. Daha fazla gecikmek, Tanrı'nın bize verdiği bu bilgiye ihanet olurdu."
Timoni ye mektup yazdı vevap alamadı
Mather, strateji değiştirerek doktorlarla teker teker iletişime geçmeye başladı. Dr. Zabdiel Boylston’a kişisel bir mektup yazdı. 26 Haziran 1721’de Boylston, oğlu Thomas, kölesi Jack ve Jack’in oğlu Jackey’e variolasyon uyguladı. Bu, Batı Yarımküre’deki ilk belgelenmiş variolasyon oldu. Boylston, yöntemi geliştirerek yaz mevsiminde bile uyguladı ve hastalarına özel bakım sağladı.
Bu karşıtlığın temelinde, dönemin değişen dünya görüşleri vardı. Mather, variolasyonu Tanrı'nın insanlığı korumak için sunduğu gizemli bir armağan olarak görürken, Douglass daha seküler (yani dini inançlardan bağımsız, akılcı ve dünyevi değerlere dayalı) bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve uygulamanın sağlığa zarar verebileceğini savunuyordu. 18. yüzyılda giderek artan sekülerleşme eğilimi, dinin hastalık açıklamalarındaki etkisini azaltmış, bu da Mather ve Douglass'ı zıt kutuplara itmişti.
Douglass, variolasyonun kökenlerini ve özellikle Afrikalıların tıbbi katkılarını sorgulayarak, Mather'ın desteklediği Dr. Boylston'ın denemelerinin bilimsel geçerliliğine şüpheyle yaklaştı. Ona göre, din adamları kendi işlerini, doktorlar ise kendi işlerini yapmalıydı. Douglass'ın bu tutumu, tıbbi bilginin ve uygulamanın uzman hekimlerin tekelinde olması gerektiğini savunan, dönemin yükselen profesyonel tıp anlayışını yansıtıyordu. Bir anlamda, günümüzdeki her konuda ahkam kesen "uzmanlara" yönelik eleştirilere benzer bir duruş sergiliyordu.
Mather, strateji değiştirerek Dr. Zabdiel Boylston’a kişisel bir mektup yazdı. 26 Haziran 1721’de Boylston, oğlu Thomas, kölesi Jack ve Jack’in oğlu Jackey’e variolasyon uyguladı. Bu, Batı Yarımküre’deki ilk belgelenmiş variolasyon oldu. Boylston, yöntemi geliştirerek yaz mevsiminde bile uyguladı ve hastalarına özel bakım sağladı.
Cotton Mather, çiçek hastalığına karşı geliştirilen aşılama yöntemini Tanrı'nın insanlığı korumak için sunduğu gizemli bir armağan olarak kabul ederken, İskoçya doğumlu doktor William Douglass, yöntemi halk sağlığına zarar verebilecek sahte bir tedavi olarak nitelendiriyordu. 18. yüzyılın sekülerleşme sürecini yansıtıyordu; çünkü artık din ve ilahi yasalar insanların sınıflandırılmasında ve hastalıkların açıklanmasında eskisi kadar belirleyici değildi. Mather’a kıyasla, Douglass Afrikalıların tıbbi yenilik yapma kapasitesine daha kuşkucu yaklaşmış ve Boylston’ın aşılama deneylerinin bilimsel geçerliliğini daha fazla sorgulamıştır. küçümseme
Bir dönem cadı avlarının öncüsü Cotton Mather, bu kez çiçek hastalığına karşı Afrika kökenli variolasyon yöntemini savunduğu için gazeteler tarafından “büyücülük”le suçlandı. Sanki tarih, onu kendi silahıyla sınamış gibiydi.
Tarihteki ilk halka açık, organize ve belgelenmiş çiçek variolasyon kampanyası, 1721'de Boston'da Cotton Mather ve Zabdiel Boylston tarafından yürütüldü
Benjamin Franklin, otobiyografisinde şunları yazmıştır:
"1736'da dört yaşındaki oğullarından birini, yaygın şekilde bulaşan çiçek hastalığı nedeniyle kaybettim. Ona variolasyon yaptırmadığım için uzun süre büyük bir pişmanlık duydum ve hala duyuyorum. Bunu, çocuklarına bu işlemi yaptırmayan ebeveynler için söylüyorum; çünkü çocukları bu işlem sırasında ölürse kendilerini asla affedemeyeceklerini düşünüyorlar. Oysa benim örneğim gösteriyor ki pişmanlık her iki durumda da aynı olabilir ve bu yüzden daha güvenli olan seçenek tercih edilmelidir."
Mather'ın bu sözleri, variolasyonun Boston'da hızla kabul gördüğünü gösterse de, aynı zamanda onun ırkçı ve önyargılı bir bakış açısını da yansıtır. Doğu'yu "geri kalmış" gösterme eğilimine uygun olarak, Türklerin "kaderciliği" Batı'nın "rasyonalizmi" ile karşılaştırılıyor ve Türkler "medenileşmeye dirençli" olarak nitelendiriliyordu. Oysa çiçek aşısının Osmanlı'da yaygınlığı biliniyordu, ancak Türklerin bu uygulamaya mesafeli durduğu yönündeki şaşkınlık da anlaşılıyordu. Ironik bir şekilde, Mather kendi "medenileşmiş" olarak atfettiği Hristiyan toplumundan, aşı karşıtı Amerikalı papazların "hastalık Tanrı'nın günahkarlara verdiği bir cezadır, hastalığı aşıyla engellemek Tanrı'nın cezasına karşı çıkmaktır, günahtır" propagandası sonucunda evine atılan bombayla çok daha şiddetli bir direnişle karşılaşmıştı.
Öyle ki çiçek aşısıyla mücadelesinden sonra kölesi mücadeledeki sağ kolu Onesimus özgürlüğnü talep etmiş ama o kölesini azad etmemişti. Mather'in gözetiminde Amerika'daki ilk variolasyonları gerçekleştiren doktor Zabdiel Boylston'a (1679-1766) yönelik tehditlerin en şiddetlisi oldu. O dönemde, Boylston da variolasyon uyguladığı için linç edilmekle tehdit ediliyordu.
Onların Amerika'da yaktıkları ilk kıvılcımdan yaklaşık 50 yıl sonra Variolasyonun etkisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında da kritik bir şekilde hissedildi. Kıta Ordusu’nun başkomutanı George Washington (1732-1799), çiçek hastalığının Kıta Ordusu'na getirdiği ciddi tehdidin, savaşın kazanılma şansları için kılıçtan bile daha yıkıcı olduğunu anlamıştı. Bu nedenle, 6 Şubat 1777'de William Shippen, Jr.'a orduların aşılanması talimatını verdi. Bu stratejik karar, salgının önüne geçerek Amerikan kuvvetlerinin hayatta kalmasında ve savaşın gidişatında önemli bir rol oynadı.
James Franklin, radical editor of the New England Courant, used
his newspaper—and his vituperative prose—to support the anti-inoculators
and to criticize those who favored it
Mather, günlük yaşamında "iyi işler yapmayı" düzenli bir şekilde uygulamayı temel bir prensip haline getirmişti. “Hayatımın büyük amacı, iyilik yapmaktır.”
Harvard Üniversitesi'nden Zabdiel Boylston, Amerika'nın ilk halka açık aşılama kampanyasını başlatan Mather'a olumlu yanıt veren tek doktordu. 26 Haziran 1721'de Boylston önce altı yaşındaki oğlu Thomas'ı, ardından 36 yaşındaki kölesini ve kölenin iki yaşındaki oğlunu aşıladı.
Lady Mary Wortley Montagu'nün The Turkish Embassy Letters - 2020
Lady Mary Montagu ve Nevşehi̇rli̇ Damat İbrahi̇m Paşa’nin Şi̇i̇ri̇nden Doğan Bi̇r Şarkı - Emre Aracı - 2015
Smallpox and the story of vaccination | Science Museum
Onesimus (Bostonian) - Wikipedia
Lady Mary Wortley Montagu – the forgotten immunisation pioneer - 2021
Lady Mary Wortley Montagu - Wikipedia
Massachusetts Historical Society: Object of the Month - 2021
History of the Peloponnesian War - Wikipedia
(PDF) History of Vaccination and vaccine production in Türkiye: From past to present - 2022
8- El-Razi, Arapların Galen’i ve Pediatrinin Babası
History of smallpox - Wikipedia
Nova & Tuta Variolas Excitandi per Transplantationem Methodus, Nuper Inventa & in Usum Tracta: Per Jacobum Pylarinum - 1715