Çiçek Hastalığı, İnsanlık Tarihinin En Eski ve En Ölümcül Salgınlarından Biri
İmmünoloji, yani bağışıklık bilimi, insanlığın bulaşıcı hastalıklarla mücadelesinin en eski ve çarpıcı örneklerinden biri olan çiçek hastalığıyla başlayan uzun bir yolculuğun ürünüdür.
Çiçek hastalığı (Smallpox/Variola), yüksek ateş, halsizlik ve kaşıntılı, kabarcıklı döküntülerle kendini gösteren son derece bulaşıcı ve ölümcül olabilen bir viral enfeksiyondur. "Variola" terimi, Latince varius (benekli, lekeli) kelimesinden türetilmiştir ve hastalığın ciltte oluşturduğu belirgin benekli döküntüleri tanımlar.
Hastalığa neden olan Variola virüsü, Poxviridae ailesine aittir; bu ailede ayrıca maymun çiçeği (Monkeypox) ve inek çiçeği (Cowpox) gibi akraba virüsler de bulunur. Ancak Variola virüsünün iki ana türü, bu kuzenlerinden çok daha ölümcül potansiyele sahiptir:
Variola major, tedavi edilmediğinde %30’a varan ölüm oranına yol açabilir.
Variola minor ise daha hafif seyirli olup, ölüm oranı %1-2 civarındadır.
Her iki form da özellikle çocuklar ve bağışıklık sistemi zayıf bireyler için ciddi bir tehdit oluşturur.
Hastalık genellikle grip benzeri belirtilerle başlar: yüksek ateş, baş ve sırt ağrısı, halsizlik gibi şikayetler görülür. Ardından vücutta kırmızı lekeler şeklinde döküntüler belirir. Bu lekeler kısa sürede önce içi sıvı dolu kabarcıklara, daha sonra irinle dolu, ağrılı püstüllere dönüşür. En bulaşıcı dönem de bu irinli kabarcıkların görüldüğü evredir; çünkü bu kabarcıklar yoğun miktarda virüs içerir. Hastalık doğrudan temasla ya da dökülen kabukların bulaştığı nesneler aracılığıyla kolayca yayılabilir.
Ağır vakalarda püstüller birbirine çok yakın çıkar ve birleşerek tüm vücudu kaplar. Bu tabloya “birleşik çiçek” (confluent smallpox) denir. Genellikle ölümle sonuçlanır ya da kalıcı izler ve ciddi sağlık sorunları bırakır.
Çiçek hastalığı sadece ciltle sınırlı kalmaz; bazı durumlarda virüs kana karışarak akciğer, karaciğer ve böbrek gibi hayati organlara yayılır. Bu durum iltihaplanmalara, damar içi kanamalara ve çoklu organ yetmezliğine yol açabilir. Hatta bazı ölümcül olgularda, döküntüler henüz ortaya çıkmadan önce toksik şok (vücudun enfeksiyona karşı verdiği aşırı ve kontrolsüz bağışıklık yanıtı sonucu gelişen, ani tansiyon düşüklüğü, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilen ciddi tablo) nedeniyle ani ölüm görülebilir.
Solunum yoluyla, doğrudan temasla ya da kontamine eşyalar aracılığıyla kolayca bulaşan bu virüs, tarihte sayısız salgına yol açmıştır. Modern tıbbın gelişmesine rağmen, 20. yüzyılda bile her yıl dünya genelinde yaklaşık 2 milyon insan bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Genetik analizler, variola virüsünün yaklaşık 10.000 yıl önce, Neolitik dönemde (M.Ö. 10.000 - 6000), Afrika veya Orta Doğu’da insan popülasyonlarında ortaya çıktığını öne sürer. Bu dönemde insanların yerleşik hayata geçmesi, tarım yapması ve hayvanlarla yakın temas kurması, virüslerin hayvanlardan insanlara geçişini (zoonoz) kolaylaştırmış olabilir. Özellikle variola virüsünün atasının, kemirgenlerde bulunan bir poxvirüs türünden evrimleştiği düşünülmektedir.
Çiçek hastalığının insanlık tarihindeki ilk izleri M.Ö. 10.000’lere kadar götürülebilse de, en eski somut kanıtlar M.Ö. 1157 civarına aittir; Mısır’daki III. Ramses’in mumyasında çiçek hastalığına işaret eden deri lezyonları bulunmuştur, ancak bu teşhis paleopatolojik (eski hastalıkların iskelet ve doku kalıntıları üzerinden incelenmesi) olarak kesin değildir. Ayrıca, M.Ö. 3. yüzyıla ait Hint yazıtları ve Çin kaynakları, çiçek hastalığına benzer bir hastalıktan bahseder. Hastalık, ticaret yolları ve göçlerle Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılarak küresel bir tehdit haline geldi.
Çiçek hastalığı, tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Özellikle 18. yüzyılda Avrupa’da her yıl yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açacak kadar ölümcül bir tehdit oluşturuyordu.
Aşılamanın Kökleri: Variolasyon (Çiçekleme) Uygulamasının Tarihsel Yolculuğu
Çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski ve ölümcül salgınlara karşı bağışıklık oluşturmayı amaçlayan yöntemlerden biri olan variolasyon, tıp tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. M.S. 1000’li yıllarda Çin’de ortaya çıkan bu uygulama, hastalığın yıkıcı etkilerine karşı mücadelede atılan ilk adımlardan biriydi.
Antik Yunan hekimleri tarafından bilinmeyen çiçek hastalığına dair ilk sistematik bilgiler, Orta Çağ hekimlerinden gelmiştir. O dönemde modern anlamda bağışıklık sistemi henüz keşfedilmemiş olsa da, uygulayıcılar hafif bir enfeksiyonun kişiyi ağır hastalıktan koruduğunu gözlemleyerek variolasyonu geliştirmişlerdi.
Bu gözlemlerin teorik temelini güçlendiren kilit isimlerden biri de Pers hekimi Ebubekir Razi (Rhazes, M.S. 864–925) idi. Razi, yaklaşık 900'lü yıllarda kaleme aldığı "Kitab al-Jadari wa al-Hasba" (Çiçek Hastalığı ve Kızamık Kitabı) adlı eserinde, çiçek ve kızamığı ayrı hastalıklar olarak ilk kez sistematik biçimde tanımladı. Bu eser, söz konusu hastalıklar üzerine bilinen ilk yazılı metin olmasının yanı sıra, Razi'nin çiçek hastalığını geçirenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadığı yönündeki tespitiyle bağışıklık biliminin erken dönem gelişimine değerli bir katkı sağladı.
Genel olarak hastalıkların görünmez etkenler tarafından yayıldığı fikrine dair en erken yazılı öngörülerden biri, Romalı bilgin Marcus Terentius Varro'dan (M.Ö. 116-27) geliyordu. Varro, "De Re Rustica" (Tarım Üzerine) adlı eserinde, bataklık bölgelerde bulunan "gözle görülmeyen küçük yaratıkların" hastalıklara yol açabileceğini belirtmişti. Bu fikir, mikroskop olmadan doğrulanamasa da, mikrop teorisinin kayda değer ilk yazılı işaretlerinden biri olarak kabul edilir.
Bu düşünceyi bir adım ileri taşıyan İbn-i Sina (M.S. 980-1038) ise, başyapıtı "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eserinde çiçek hastalığının gözle görülmeyen "kurtçuklardan" kaynaklandığını öne sürdü. Bu çarpıcı ifade, mikrop teorisine dair dikkat çekici bir göndermeydi. İbn-i Sina ayrıca, hastalıktan korunmada temizliğin ve hijyenin hayati önem taşıdığını özellikle vurgulayarak, bu alandaki ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.
Variolasyon Süreci:
Variolasyon, modern aşılarla kıyaslandığında oldukça tehlikeli bir yöntemdi. Amaç, hastalığı hafif bir şekilde geçirerek bağışıklık kazandırmaktı; ancak bu kontrollü enfeksiyon, bazen hastalığın beklenenden ağır seyretmesine, hatta ölümle sonuçlanmasına neden olabiliyordu. Ayrıca, variolasyon yapılan kişiler virüsü çevredekilere bulaştırarak salgın riskini artırabiliyordu. Bu nedenle işlemin yalnızca deneyimli kişilerce ve büyük bir dikkatle yapılması hayati önem taşıyordu.
Uygulamada karşılaşılan en önemli sorunlardan biri, dönemin yetersiz teşhis imkanları nedeniyle çiçek hastalığı (variola) ile su çiçeğinin (varisella) sıkça karıştırılmasıydı. Her iki hastalık da deri döküntüleriyle seyrettiği için, çoğu zaman aralarındaki farkı anlamak kolay değildi. Örneğin, yanlışlıkla su çiçeği geçirmiş bir kişiden alınan materyalle yapılan variolasyon, çiçek hastalığına karşı koruma sağlamazdı çünkü heriki hastalık tamamen farklı virüslerden kaynaklanıyordu. Daha da tehlikelisi, hafif seyreden bir su çiçeği vakasının çiçek hastalığı sanılarak variolasyon uygulanmasıydı. Bu durumda kişi bağışıklık gerektirmeyen bir enfeksiyon geçirirken, vücuduna gereksiz yere ölümcül variola virüsü bulaştırılmış olurdu.
Bir diğer hayati risk unsuru ise kullanılan materyalin miktarı ve niteliğindeki belirsizlikti. Modern dozaj sistemleri olmadığından, uygulayıcılar tamamen kendi deneyimlerine ve gözlemlerine güvenmek zorundaydı. Eğer virüs içeren materyal fazla kullanılırsa, kişinin hafif bir enfeksiyon geçirmesi beklenirken, ağır ve ölümcül seyreden çiçek hastalığına yakalanma riski doğuyordu. Aksine, yetersiz materyal kullanımı ise bağışıklık yanıtını tetikleyemediğinden koruma sağlamıyordu. Bu nedenle, variolasyonun etkinliği büyük ölçüde uygulayıcının bilgi ve titizliğine bağlıydı. Kullanılacak materyalin miktarı konusunda kesin bir dozaj standardı bulunmadığından, genellikle birkaç kabuktan elde edilen materyal kullanılıyordu. Günümüzde böyle bir yöntemin uygulanması gerekseydi, reçetede çok daha kesin ve ölçülebilir bir dozaj yer alırdı. Örneğin, yaklaşık bir çay kaşığı (1-2 gram) kadar materyal önerilebilirdi. Ya da modern farmasötik standartlara uygun şekilde, "0,01 mL Variola virüsü süspansiyonu (10^5 TCID50/mL), steril koşullarda deri çizme yöntemiyle uygulanır" gibi bilimsel bir talimat belirtilirdi.
1. Buruna üfleme (nazal insüflasyon) yöntemi: Tarihte çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski aşılama yöntemlerinden biri, 10. yüzyılda Çin'in Song Hanedanı (960–1279) dönemine uzanır. Dönemin el yazmalarında ayrıntılı biçimde tarif edilen “buruna üfleme” (nazal insüflasyon) tekniğinde, hastalığı hafif atlatmış kişilerin kurutulmuş çiçek kabukları toz haline getirilir, miskle karıştırılır ve sağlıklı bireylerin burun deliklerine üflenirdi. Amaç, solunum yoluyla vücuda alınan bu materyalin hafif bir enfeksiyon oluşturarak bağışıklık kazandırmasıydı. Bu yöntemin tercih edilmesinde, M.Ö. 551–M.Ö. 479 yılları arasında yaşamış olan Çinli filozof Konfüçyüs’ün öğretilerinden beslenen Konfüçyüsçü düşüncenin etkisi büyüktü; zira bu öğreti, bedenin bütünlüğüne cerrahi müdahalelerle zarar verilmesini uygun görmüyor, dolayısıyla nazal yolla uygulanan bu teknik kültürel olarak daha kabul edilebilir bulunuyordu.
Bu yöntemde donörler, hastalığı hafif geçiren kişiler arasından titizlikle seçilirdi. Taze kabuklar ağır enfeksiyon riski taşıdığı için, üç-dört kurutulmuş kabuk öğütülerek misk ile karıştırılırdı. Misk, erkek geyiklerin koku bezlerinden elde edilen, güçlü kokulu bir madde olup, tozun kokusunu maskelemek ve uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla kullanılırdı. Hazırlanan karışım pamuğa sarılıp gümüş bir boruya yerleştirilir ve ritüelleşmiş bir uygulama olarak erkeklerde sağ, kızlarda sol burun deliğine üflenirdi. in'de variolasyon, salyangoz şekline benzeyen, sert, kalın ve morumsu renkte olan "iyi kabuklar" sayesinde güvenilir bir yöntem haline gelmişti. İnce ve nemli kabuklardan ise özellikle kaçınılırdı.
Variolasyonun ne zaman yerleşik bir tıbbi uygulama haline geldiğini belirlemek zor olsa da, Çin'de 1700'lerde Avrupa'ya yayılmadan en az iki yüzyıl önce uygulandığı açıktır. Sung Hanedanı’ndan İmparator Jen Tsung (1010-1063) dönemine atfedilen bir mitolojik anlatı, variolasyonun kökenlerini renklendirir. Tibet’teki Omei Dağı’nda yaşayan bir rahibenin, çiçek hastası kabuklarını kurutup toz haline getirerek çocuklara buruna üfleme yöntemiyle bağışıklık kazandırdığı rivayet edilir. Altı gün süren hafif ateş ve birkaç yara sonrası çocukların hastalığa karşı korunduğu söylenirdi. Bu hikaye, rahibenin "Çiçek Tanrıçası" olarak tapınaklarda anılmasıyla efsaneleşse de, tarihsel kanıtlarla desteklenmez.
Çiçek aşısının Çin'de özel bir aile uygulamasından kamu sağlığı politikasına dönüşmesi ancak Qing Hanedanı döneminde gerçekleşti. 1662'de İmparator Shunzhi'nin çiçek hastalığından vefat etmesiyle bir veraset krizi yaşandı. Normalde taht merhum imparatorun en büyük oğluna geçecekken, kendisi tek gözü kördü ve o zamana kadar çiçek hastalığı geçirmemiş ve sağ kalmamıştı; bu hastalık özellikle Mançu etnik kökenli çocukların hayatına mal oluyordu. Bu nedenle, hanedan istikrarı adına taht, ikinci en büyük oğul olan Kangxi'ye geçti. Kangxi, toz haline getirilmiş çiçek kabuklarını çorbaya karıştırarak çiçek hastalığından kurtulmuş ve böylece bağışıklık kazanmıştı.
Bu kraliyet çıkmazı, ikinci oğul olan İmparator Kangxi'nin (1654-1722), Çin’in Qing Hanedanı’nın dördüncü imparatoru olarak, tebaası arasında variolasyon uygulamasını yaygınlaştırma kararında kilit rol oynadı. Çocukken çiçek hastalığından sağ kurtulmasını "ilahi bir işaret" sayan Kangxi, 17. yüzyılın sonlarına doğru, variolasyonu devlet politikası haline getirerek devlet tarafından resmen kabulünü sağladı. 1678'de imparator ailesini aşılatmaya başladı ve bu uygulama, 1681'de Çin ordusu ve ailelerine de yayıldı. Tarihçiler, Çin Seddi'ni savunan askerleri ve akrabalarını aşılamaya yönelik bu kampanyanın 4.200.000 kişiyi etkilediğini tahmin ediyor. 1682'de variolasyon kampanyası, imparatorluğun Moğol ve Mançu kabilelerine de ilerleyerek yüz binlerce kişiye daha bağışıklık sağladı. Böylece, başlatılan kampanya yalnızca saray çevresiyle sınırlı kalmayıp, orduyu ve sivil halkı da kapsayan; imparatorluk düzeyinde genişleyen büyük bir halk sağlığı seferberliğine dönüştü.
Kangxi'nin 1717 yılında yayımlanan resmi fermanı, bu başarıyı vurgular. Fermanda şu ifadelere yer verir: "Size, oğullarıma, kızlarıma ve torunlarıma bu aşıyı uygulattım. Hepiniz hastalığı zararsız atlattınız. Moğolistan'daki Kırk Dokuz Sancağın savaşçıları ve Kalka kabilesinin şefleri de bu yöntemi benimsedi. Hepsi sağlığına kavuştu... Bu cesaretim milyonlarca hayatı kurtardı. Hayatımın en büyük gururu budur!"
Bu başarının temelinde yalnızca devlet desteği değil, aynı zamanda uygulamadaki titizlikten kaynaklanıyordu. Aşı materyali, yalnızca hafif hastalardan alınan, sert ve kuru kabuklardan elde edilir; uygulama sonrası bireyler döküntüleri geçene kadar izole edilerek bulaş riski azaltılırdı. Kangxi döneminde yayımlanan resmi kılavuzlar, kabuk seçimi, insüflasyon tekniği ve izolasyon kurallarını ayrıntılı biçimde belirleyerek yöntemin güvenilirliğini pekiştirdi.
Bu sistematik ve kurumsallaşmış uygulama, tarihte belgelenmiş ilk halka açık, devlet destekli ve organize çiçek aşılaması (variolasyon) kampanyası olarak tıp tarihine geçti. Çin’de başlatılan bu kapsamlı halk sağlığı girişimi, yalnızca yerel düzeyde kalmayıp zamanla sınırlarını aşarak variolasyonun dünya genelinde tanınmasına ve benimsenmesine öncülük etti.
1660 yılında Londra’da kurulan Royal Society (İngiliz Kraliyet Topluluğu), modern bilimin şekillenmesinde öncü rol oynayan, dünyanın en köklü ve prestijli bilim kurumlarından biridir. Bilgi üretimini, titiz gözlem, deney ve akılcı tartışmalarla destekleyerek özellikle doğa bilimleri alanında Batı’daki bilimsel otoritenin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Topluluğun bilimsel yayın organı Philosophical Transactions of the Royal Society (Felsefi Bildiriler), 6 Mart 1665’te yayımlanan ilk sayısıyla bilimsel makale geleneğini başlatmış ve bilimsel iletişimin gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
18. yüzyılın başlarında, Çin’de uygulanan variolasyon yöntemi Batı’da ilgi uyandırmaya başladı. East India Company’de (Doğu Hindistan Şirketi) görev yapan adı bilinmeyen bir İngiliz tüccar, 5 Ocak 1700’de hekim ve Royal Society üyesi Dr. Martin Lister’a (1639-1712) yazdığı mektupta, Çin’de buruna üfleme yoluyla yapılan çiçek aşısı (nazal insüflasyon) yöntemini detaylı biçimde aktardı. Aynı yılın 14 Şubat’ında Dr. Clopton Havers (1657-1702), bu bilgiyi Royal Society’ye sundu. Ancak dönemin bilim çevreleri, büyük ihtimalle kültürel önyargılar nedeniyle, yönteme yeterince ilgi göstermedi.
Buruna üfleme yöntemi, her ne kadar ilkel görünse de, çiçek hastalığına karşı insanlığın erken mücadelelerinden biridir. Ritüel ile gözleme dayalı bu yöntem, hem Çin’de halk sağlığı politikasının temeli olmuş, hem de variolasyonun küresel yolculuğunda ilk adımlardan birini oluşturmuştur.
2. Deriye uygulama yöntemi: Bu yöntemde, keskin bir aletle kol veya bacak üzerinde küçük bir çizik açılırdı. Hafif çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınan kabuklardan hazırlanan toz, bu çiziğe nazikçe sürülür ve deriye nüfuz etmesi için hafif bir masaj veya bandajla desteklenirdi. Bu işlem, virüsün deri yoluyla vücuda girerek kontrollü bir enfeksiyon başlatmasını sağlardı.
İnokülasyon (inoculation) terimi, Latince inoculare fiilinden türemiştir (in: içine, oculus: göz, tomurcuk). Başlangıçta tarımda bir bitkiyi başka bir bitkiye "aşılamak" (örneğin, bir dalı başka bir ağaca eklemek) anlamında kullanılan bu terim, 18. yüzyılda tıbbi bağlamda çiçek hastalığına karşı bağışıklık oluşturmak için virüs materyalinin kontrollü bir şekilde vücuda verilmesi işlemini tanımlamak üzere benimsendi.
Osmanlı hekimi İtalyan Emmanuel Timoni (1669-1718), çiçek aşısı (variolasyon) yöntemini Batı dünyasına tanıtmada kilit bir rol oynadı. 1713 yılında, Londra’daki İngiliz Kraliyet Topluluğu’nun prestijli yayını Philosophical Transactions dergisinde yayımladığı "An Account, or History, of the Procuring the Small Pox by Incision, or Inoculation (Çiçek Hastalığının Kesik veya Aşılama Yoluyla Edinilmesine Dair Bir Rapor veya Tarih)" başlıklı mektubuyla dikkatleri üzerine çekti. Bu mektupta, Osmanlı topraklarındaki belirli yerel topluluklar arasında yaygın olarak uygulanan deri çizme yoluyla variolasyon yöntemini tüm detaylarıyla tarif etti. Timoni’nin bu öncü çalışması, "inoculation" teriminin tıbbi alanda standartlaşmasına ve variolasyonun Avrupa’da bilimsel olarak tanınmasına zemin hazırladı. Ne var ki, bu yöntemin geniş kitlelerce kabul görüp yaygınlaşması, 1720’li yıllarda Lady Mary Wortley Montagu’nun şahsi gayretleri ve etkili katkılarıyla mümkün olacaktı.
Çiçek hastalığıyla ilgili en eski güvenilir yazılı kaynaklardan biri, Çinli doktor Wan Quan (1499-1582) tarafından 1549 yılında yazılan Douzhen xinfa adlı eserdir. Türkçeye “Çiçek Hastalığı Üzerine Esaslar” olarak çevrilebilecek bu eser, immünolojinin tarihsel gelişiminde önemli bir mihenk taşı olmuştur.
12. yüzyılda, Avrupa’nın önde gelen tıp merkezi Salerno Tıp Okulu’nda “variola” terimi, çiçek hastalığını tanımlamak için standartlaştı. Bu dönemde, İslam dünyasının büyük tıp bilginleri El-Razi ve İbn-i Sina'nın eserlerinin Latince’ye çevrilerek Batı tıbbında “variola” teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Bu çeviriler, doğu ve batı tıp gelenekleri arasında köprü kurarak çiçek hastalığına dair bilgiyi zenginleştirdi.
Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), Tarih-i Cevdet (Cevdet'in Tarihi) adlı Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik eserinde, variolasyonun izini Çinlilerden de önce Uygur Türkleri dönemine (M.S. 744-840) kadar sürmektedir. Bu döneme ait bazı tıp kitaplarında kızamık ve çiçek hastalığına ilişkin bilgiler yer almaktadır. Uygulamanın, Anadolu’ya gelen Türkler tarafından da çiçek salgınları sırasında kullanıldığı bilinmektedir. Cevdet Paşa’nın kayıtlarında, çiçek aşısının Anadolu Yörükleri arasında yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir.
Kaynaklara göre, Türklerin tarih boyunca çeşitli çiçek aşısı yöntemleri geliştirdiği bilinmektedir. Bunlardan en yaygın olanı, çiçek hastalığına yakalanmış bir kişiden alınan irinin ceviz kabuğunda saklanması ve genellikle mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılarak, çocuğun kolunda açılan küçük bir kesik üzerine damlatılmasıdır. Bu yöntemle mikrop çocuğa geçer, vücutta 10-15 kadar hafif çiçek çıbanı (püstül) oluşur ve hastalık genellikle hafif atlatılırdı.
Eski Çin ve Hindistan’da da variolasyona benzer yöntemler uygulanmaktaydı. Çin’de çiçek hastalığına yakalanan kişilerden alınan kabuklar sağlıklı bireylerin burunlarına yerleştirilerek bağışıklık kazanmaları amaçlanırken, hastaların giysilerinin sağlıklı kişilere giydirilmesi de yaygın bir uygulamaydı. Hindistan’da ise M.Ö. 3000-800 yılları arasında etkili olan Ayurvedik dönemde, hastalıklı irinle temas ettirilen çöpler kurutularak sağlıklı çocukların kollarına açılan çiziklere sürülüyor; bu sayede hastalığa karşı direnç kazandırılmaya çalışılıyordu
Türk tıp tarihçisi Prof. Yavuz Unat’a göre, Hintliler ve Çinlilerin bu bağışıklık yöntemlerini Türklerden öğrenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Özellikle Uygur Türklerinin ticaret yollarındaki etkinliği sayesinde Hint usulü çiçek aşısının Çin'e ulaşmasında önemli bir rol oynadığı belirtilmektedir. Bu yöntemin daha sonra Selçuklular aracılığıyla 11. yüzyılda Anadolu'ya getirildiği ileri sürülmektedir.
Variolasyonun Osmanlı topraklarındaki köklü varlığına dair somut kanıtlar da bulunmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), 7 Kasım 1697 tarihli İstanbul'daki bir mezar taşında "Aşılamacızade Hekim Ali Çelebi" ibaresini tespit etmiştir. "Aşılamacızade" unvanı ("aşı yapanın oğlu" veya "aşıcı soyundan gelen" anlamına gelir), variolasyon uygulamasının nesilden nesile aktarılan kurumsallaşmış bir meslek olduğunu düşündürmektedir. Eğer bu zatın 65 yıl yaşadığı kabul edilirse, çiçek aşısı yapan babasının bu işi yaklaşık 1632'li yıllarda yapmış olduğu sonucu çıkar.
Bu bilgiyi destekler nitelikte, Rıfat Osman Bey (1874-1933) de 1632 tarihli, Edirne kadısına yazılmış ve devletin resmi kayıtlarına geçmiş bir hükümde, çiçek aşısı uygulayan bir kadından bahsetmektedir. Bu iki bulgu, 17. yüzyıl Osmanlı'sında variolasyon uygulamalarının belirli yerel topluluklar arasında yaygın şekilde uygulandığını ve bu alanda uzmanlaşmış kişilerin varlığını gösteren önemli kanıtlar sunmaktadır.
Emanuel Timonius (1669–1718)
Emmanuel Timoni, yalnızca döneminin önde gelen hekimlerinden biri değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'yla (1299-1922) derin bağları olan köklü bir ailenin mensubuydu. Sakız Adası doğumlu Timoni’nin dedesi Dedesi Vincent Timoni (Vinko Timonović), Osmanlı'nın 17. padişahı ve 96. İslam halifesi Sultan IV. Murad (1612-1640) döneminde sarayda tercümanlık (drogmanlık) yapmıştı. Babası Demetrio de Domenico Timoni (1616-1699) ise İngiltere'nin İstanbul Büyükelçiliği'nde aynı görevi üstlenmişti. Avrupa'da Padova ve Oxford üniversitelerinde tıp eğitimi alan Timoni, 1703 yılında İngiliz bilim çevrelerinin en saygın kuruluşlarından biri olan Royal Society’ye üye seçildi.
Osmanlı tahtının 23. padişahı ve İslam dünyasının 102. halifesi Sultan III. Ahmed (1673-1736) devrinde başkent Konstantinopolis'te doktorluk yapan Timoni, Beyazıt Camii yakınlarındaki muayenehanesiyle hem Levanten (Avrupalı) cemaatin ve İngiliz elçiliğinin gözde tabibiydi hem de bir dönem bizzat padişahın özel hekimi olarak sarayın güvenini kazanmıştı. Meslek yaşamı, yalnızca tıbbi başarılarını değil; ailesinin Osmanlı İmparatorluğu ile kuşaklar boyunca süregelen güçlü bağlarını ve imparatorluğun çok kültürlü toplumsal yapısını da gözler önüne seriyordu.
1701'de İstanbul'da büyük bir çiçek salgını yaşanırken, Timoni bu hastalığa karşı uygulanan geleneksel aşılama yöntemlerine pek çok kez tanık oldu. Osmanlı topraklarında yaygın olmasa da, özellikle Çerkesler, Gürcüler ve bazı Asya kökenli topluluklar arasında kullanılan bu yöntemi dikkatle inceledi.
Başlangıçta bu uygulamayı bilim dışı ve batıl bir halk geleneği olarak değerlendirse de, 1705-1713 yılları arasında sekiz yıl süren titiz gözlemleri fikrini değiştirmesine neden oldu. Bu süre zarfında her yaştan ve cinsiyetten binlerce kişinin bu yöntemle hastalığa karşı bağışıklık kazandığını fark etti. Yalnızca gözlem yapmakla kalmayıp, kendi akrabalarını da aşıladıktan sonra yöntemin güvenilirliğine tamamen ikna oldu ve variolasyonu bilimsel bir mercekle ele almaya başladı.
Ne tuhaftır ki Padişah III. Ahmed, 10 Nisan 1708'de çiçek hastalığına yakalandığında, özel hekimi Timoni variolasyonun etkinliğini çoktan biliyordu—bu bilgiye rağmen sarayda uygulanmamış olması, tarihe düşen sessiz bir soru işareti gibi.
1713 yılında Royal Society’ye gönderdiği mektup, bu yerel uygulamayı Avrupa tıbbının dikkatine sundu. Timoni, çiçek aşısını bilimsel bir temelde Avrupa’ya tanıtan ilk kişi olarak, inoculation kavramının tıpta tanımlanmasına ve variolasyonun bilimsel zeminde kabul görmesine öncülük etti.
Timoni'nin araştırmaları, dönemin tıp anlayışına uygun olarak deneysel verilerden çok pratik faydalar üzerine kuruluydu. Sekiz yıllık gözlemleri, aşının etkinliğine dair genel bir kanıt sunsa da modern anlamda istatistiksel analizler veya kontrollü deneyler içermiyordu. Bu durum, 18. yüzyıl tıp literatürünün doğasını yansıtıyordu; zira nicel verilerin bilimsel kanıt olarak kabul görmesi henüz yaygınlaşmamıştı.
Timoni, İstanbul'da gözlemlediği variolasyon (çiçek aşılama) yöntemini sadece benimsemekle yetinmedi, uygulamaya önemli teknik katkılar da sağladı. Geleneksel yöntemde deri iğneyle delinirken, Timoni bunun yerine neşterle kontrollü bir kesi yapılmasını önerdi. Daha da önemlisi, o dönemde yaygın olan "iki ayrı kesi" uygulamasının gereksiz olduğunu kanıtlayarak, tek bir kesinin yeterli bağışıklık sağladığını ortaya koydu. Bu yenilikler, aşının daha güvenli ve standart hale gelmesine önemli katkı sağladı.
Osmanlı’nın çok kültürlü yapısıyla iç içe bir entelektüel olan Timoni, çalışmalarında kültürel veya dini önyargılardan bilinçli olarak uzak durdu. Aşının Müslümanlar, Hristiyanlar ya da diğer gruplar arasında nasıl uygulandığına değil, yönteminin evrensel tıbbi faydasına odaklandı.
Timoni’nin bu nesnel yaklaşımı, Batı tıp çevrelerinde şarklı ve ilkel olarak görülen geleneksel bir uygulamayı bilimsel bir bakış açısıyla yeniden değerlendirme çabasını yansıtıyordu. İstanbul’daki uzun süreli deneyimi ve sekiz yıllık titiz gözlemleri sayesinde kazandığı güvenilirliği kullanarak, Avrupalı meslektaşlarının zihnindeki egzotik Doğu algısını kırıp variolasyonu evrensel tıp literatürüne önyargılardan arınmış şekilde kazandırmayı amaçladı.
Jacobus Pylarinius (Giacomo Pylarini, 1659-1718)
Kefalonya doğumlu Pylarini, 1797’de Napolyon tarafından sona erdirilen 1100 yıllık Venedik Cumhuriyeti’nin hem usta bir hekimi, hem donanımlı bir diplomatı hem de devlet adına görev yapan güvenilir bir casusuydu. Onun çok yönlü yetenekleri ve diplomasi ile tıbbı birleştiren çifte rolü, Venedik'in Osmanlı İmparatorluğu ile olan karmaşık ilişkilerinde büyük bir avantaj sağladı.
Pylarini, İtalya’daki Padova Üniversitesi’nden avukatlıktan sonra ikinci diploması olan tıp lisansını 1688’de almasının ardından, Kutsal Roma İmparatoru I. Leopold’un (Leopold Ignaz Joseph Balthasar Felician, 1640-1705) aracılığıyla, Rus Çarı Büyük I. Petro Alekseyeviç Romanov'un (1672-1725) başhekimliği görevine getirildi. Annesi Diamantos ve babası Demetriou olduğundan, Rus kayıtlarında “Jacob Dmitrievich” olarak geçer; bu ad, “Dmitri’nin oğlu Yakup” anlamına gelir. Moskova’da iki yıl görev yaptıktan sonra görev süresi sona erdi ve 1692’de Venedik’e döndü. 1707'den 1710'a kadar İzmir ve Mısır’da Venedik Cumhuriyeti adına konsolosluk görevlerinde bulunduğuna dair kaynaklar mevcuttur. Osmanlı'dan tamamen ayrılışı ise 1714 yılında, İzmir konsolosluğu görevinden istifa ettikten sonra gerçekleşti.
Pylarini'nun Venedik için "casusluk" diyebileceğimiz görevi, yaklaşık 1703 yılında başladı. Venedik'in İstanbul'daki diplomatik temsilcisi olan Ascanio Giustinian, onun hem tıbbi bilgisi hem de geniş bağlantılarından etkilendi. Burada küçük bir parantez açalım: Balya, Venedik Cumhuriyeti'nin özellikle Osmanlı İmparatorluğu'ndaki elçisine verilen özel bir unvandı. Yani Ascanio Giustinian, Venedik'in Osmanlı'daki en üst düzey diplomatı ve temsilcisiydi.
Pylarini, bugünkü Romanya sınırlarında yer alan Eflak Prensliği’nde Prens Constantin Brâncoveanu’nun (1654–1714) sarayında başhekim olarak görev yaparken, balyaya gizli bilgiler aktarmaya başladı. 1700’lerin başlarında Pylarini, Bükreş’teki görevinden dolayı ailesinin güvenliği konusunda endişe duyduğundan, onların Osmanlı başkenti İstanbul’da kalmasını tercih etti. Hem tıbbi yetkinliğinden hem de saray içindeki konumundan faydalanarak bilgi akışını etkin biçimde sürdüren Pylarini, bu görevde 1706 yılına kadar bulundu. Giustinian, Pylarini'nin bu yeteneklerini Venedik'in en yüksek istihbarat makamı olan Devlet Engizisyon Mahkemesi'ne (bir tür devlet güvenliği ve istihbarat kurumu) bile bildirdi. Bu bildirim, 6 Ağustos 1706 tarihli resmi bir yazıyla (dispeç) yapıldı. Giustinian, bu resmi yazışmada Pylarini'yi "etkili ve takdir edilen bir muhbir" olarak nitelendirdi. Giustinian, Pylarini’yi doğrudan Rusya’ya göndererek, hızla genişleyen Rus İmparatorluğu’nun Osmanlı topraklarına yönelik yayılmacı politikaları hakkında stratejik bilgi toplamasını bile düşündü. Ancak Pylarini, Rusya’da yeniden görev yapmayı reddetti ve ve geniş çaplı seyahatlerine devam etti.
Pylarini'yi Venedik için vazgeçilmez kılan en önemli özelliklerinden biri de dil bilgisiydi. Latince, İtalyanca ve Rusça'ya hakim olmasının yanı sıra, ana dilinin Rumca (Yunanca) olması ve Osmanlı topraklarında uzun süre yaşaması nedeniyle Türkçe de biliyor olması kuvvetle muhtemeldi. Bu çok dillilik, onun farklı kültür ve saray çevrelerinde rahatça hareket etmesini, bilgi edinmesini ve Venedik'e değerli raporlar sunmasını sağladı. Onun bu rolü, Venedik'in dış politikasını şekillendirmede ve bölgedeki olaylara hızlıca tepki vermesinde kilit rol oynadı.
Osmanlı topraklarında uzun süre görev yapan Pylarini, yalnızca casusluk değil, tıp tarihinde de iz bıraktı. 1701’de İstanbul’da baş gösteren büyük çiçek salgını sırasında, Batı Asya kökenli Osmanlı topluluklarının uyguladığı geleneksel variolasyon yöntemine birebir tanık oldu. Pylarini, İstanbul'da bulunduğu görev süresi boyunca yaptığı saha gözlemleri ve birebir deneyimleri sayesinde, geleneksel variolasyon yöntemini Batı dünyasına tanıtan öncü isimlerden biri haline geldi.
Osmanlı topraklarında uzun süre görev yapan Pylarini, yalnızca bir casus ya da gözlemci değil, aynı zamanda tıp tarihinde de iz bıraktı. 1701 yılında İstanbul’da baş gösteren büyük çiçek salgını sırasında Pylarini, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki görev ve seyahatleri kapsamında bugün Orta Yunanistan’da yer alan Teselya (Thessaly) bölgesinde dikkat çekici bir uygulamayla karşılaştı. Çiçek hastalığından korunmak amacıyla Batı Asya kökenli Osmanlı toplulukları tarafından uygulanan geleneksel variolasyon (inokülasyon) yöntemine doğrudan tanıklık etti. Burada tanıştığı bir Yunan köylüsü, çocukların ellerini enfekte olmuş bir koyunun yarasına sürerek onları hastalığa karşı bağışık hale getiriyordu. Pylarini, bu uygulamaya eserinde de yer vererek, "Her Eylül ayında, hava serinlediğinde bazı yaşlı kadınlar aşılamalar (inokülasyon, çizikler) yapar" ifadelerini kaydetmiştir. Bu, onun Doğu'daki geleneksel tıp pratiklerine ne kadar açık olduğunu gösteriyordu.
Ancak variolasyonu daha ayrıntılı olarak inceleme fırsatı, 1707’de Konstantinopolis’e yeniden atanmasıyla eline geçti. Bu dönemde dört çocuk sahibi soylu bir kadının, çocuklarını kadın şifacılara götürerek derilerine çizikler attırmak ve çiçek hastalığı kabarcıklarından alınan sıvı ile hastalığıa karşı korunma kazandırmak istediğini öğrendi. Pylarini hem bu yöntemi tıbbi bir otorite olarak değerlendirme sorumluluğunu taşıyor, hem de annenin korkularını anlamaya çalışan dikkatli bir gözlemci olarak bu ilginç meseleye yaklaşıyordu.
Pylarini, 1714’te İstanbul’dan ayrılarak Venedik’e döndü ve yaşamının geri kalanını bilimsel çalışmalarına adadı. Aynı yıl, bir dönem başhekimliğini üstlendiği Eflak Prensi Constantin Brâncoveanu’nun Osmanlı tarafından ihanetle suçlanarak idam edildiği haberini aldı.
Pylarino, bu olayların hemen ardından, sahada elde ettiği variolasyon (çiçek aşılama) gözlemlerini kaleme aldığı "Nova & Tuta Variolas Excitandi per Transplantationem Methodus, Nuper Inventa & in Usum Tracta" (Çiçek Hastalığını Aşılama Yoluyla Güvenli ve Yeni Bir Şekilde Uyandırma Yöntemi, Yakın Zamanda Keşfedilmiş ve Kullanıma Sunulmuştur) başlıklı mektupla bilim dünyasına duyurdu. Bu önemli çalışma, İngiliz Kraliyet Bilimler Akademisi’nin prestijli yayını Philosophical Transactions of the Royal Society dergisinde yayımlandı.
Ne var ki, sağlığı kötüleşmeye başlamıştı. "Asit" (tıbbi adıyla assit) adı verilen bir hastalığa yakalanmıştı. Bu durum, o dönemde yaygın olarak "su toplaması" olarak bilinse de, aslında vücutta sıvı birikimiyle kendini gösteren, genellikle karaciğer, kalp veya böbrek gibi organ yetmezliklerinin bir belirtisi olan ciddi bir durumdu. Pylarini, bu ilerleyici ve zorlu hastalıkla mücadele ediyordu. Son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaşınca, Padova'ya giderek dönemin ünlü doktorlarından Alessandro Knips Macoppe (1662-1744)'dan tedavi görmeye başladı. Ancak uygulanan tedaviler acısını hafifletmeye yetmedi. Jacopo Pylarini, 18 Haziran 1718'de Padova'da vefat etti.
Kısacası, Jacopo Pylarini, bir hekim kimliği altında seyahatleri ve kurduğu ağlar sayesinde Venedik için hayati önem taşıyan siyasi ve ticari bilgileri toplayan, adeta uluslararası bir "bilgi avcısı" gibi çalıştı. Onun bu özel yetenekleri, Venedik'in dış politikasını şekillendirmede ve bölgedeki olaylara hızlıca tepki vermesinde kilit rol oynadı. Aynı zamanda, Osmanlı'dan edindiği tıbbi bilgilerle Batı tıp dünyasına önemli bir kapı aralayarak, modern aşının temellerinin atılmasına da öncülük etti.
Timoni ile Pylari'nin Raporlarının Karşılaştırması
Pylarini'nin çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışma, Timoni'ninkinden farklı olarak daha somut detaylara ve kişisel gözlemlere dayanıyordu. Aşının nasıl uygulandığını, hatta belirli vakaları, örneğin soylu bir arkadaşının oğullarının nasıl aşılandığını ve bu süreçleri nasıl titizlikle takip ettiğini ayrıntılarıyla anlattı. Bu detaylı anlatım ve birebir gözlemler, Timoni'nin genelleyici raporuna göre daha güçlü ve ikna edici bir deneysel kanıt sunuyordu.
Ancak Pylarini'nin metinlerinde dikkat çeken bir başka nokta ise, Yunan ve Hristiyan kimliğini belirgin bir şekilde vurgulamasıydı. Bu durum, onun yaklaşımında milliyetçi ve dini inançların etkili olduğunu düşündürmektedir. Örneğin, aşıyı uygulayan anonim kadından "Yunan kadın" olarak bahsetmesi ve kendisinin de bir "Hristiyan hekim" olarak bu uygulamayı sahiplenmesi bunun göstergesidir. Pylarini, bilginin başlangıçta "halktan" ve deneyime dayalı bir yerden geldiğini kabul etse de, asıl öneminin bu bilginin "öğrenmiş, saygın, Avrupalı bir hekim" (yani kendisi) tarafından bilimselleştirilip meşrulaştırılmasıyla ortaya çıktığını ima eden bir karşılaştırma yapıyordu.
Bu yaklaşım, yerel ve geleneksel bir bilginin, Batı'nın bilimsel ve profesyonel çevrelerine nasıl aktarıldığını ve bir anlamda nasıl "yüceltildiğini" de gösterir. Pylarini, kendi otoritesini, olayları en ince ayrıntısına kadar tanımlayarak, gözlemlerinin doğruluğunu sürekli kontrol ederek ve bilimsel bir dil kullanarak inşa etti. Böylece, isimsiz ve yerel bir kadına ait deneyimsel bilginin karşısına kendi "eğitimli" hekim kimliğini koyarak, yöntemin akademik dünyada kabul görmesini sağladı.
Özetle, Timoni daha çok “genel fayda” ve “yaygınlık” üzerinden ikna etmeye çalışırken, Pylarini “detaylı gözlem,” “kişisel deneyim” ve “bilginin bilimsel meşruiyeti” üzerinden bir argüman geliştirir. Birbirini tamamlayan bu iki yaklaşım, aynı olgunun farklı yönlerini görünür kılar ve ortaya atılan yöntemin güvenilirliğini farklı açılardan destekleyerek güçlendirir. Pylarini, bilginin yerel ve geleneksel köklerini kabul etse de, onu bilimsel ve entelektüel bir çerçeveye oturtma çabasıyla hem yöntemin Batı bilim dünyasında kabulünü kolaylaştırır hem de kendi otoritesini ön plana çıkarır.
18. yüzyılın önde gelen bilim insanlarından biri olan John Woodward (1665–1728), Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni’nin çiçek aşısına dair Latince kaleme aldığı mektubun Batı bilim dünyasına kazandırılmasında kritik bir rol oynadı. Royal Society’nin saygın üyelerinden biri olarak, Timoni’nin metnine İngilizce açıklayıcı bir özet ekleyerek Philosophical Transactions dergisinde yayımladı ve böylece bu değerli bilginin daha geniş bir çevreye ulaşmasını sağladı.
Ancak Woodward'ın rolü basit bir çevirmenlikten çok daha öteydi. Doğu’dan gelen bu yenilikçi bilgiyi Batı’nın bilimsel anlayışıyla uyumlu hale getirerek adeta bir kültür elçisi gibi hareket etti. Aşının günlük hayattaki hayat kurtarıcı etkilerini öne çıkarırken, daha karmaşık teorik açıklamaları bilinçli şekilde Latince metinde bıraktı. Böylece bu yeni uygulamanın, şüpheyle yaklaşan Batılı bilim çevreleri tarafından daha kolay kabul edilmesini hedefledi.
Woodward, Timoni'den bahsederken doğrudan ismini kullanmayıp "o" veya "yazar" gibi ifadelerle anlatıma bilerek bir mesafe koydu. Metnin sonunda Timoni'nin kendi ağzından konuşmasına izin verse de, bu kısmı yine kendi çevirisinin bir devamı olarak sundu. Bu şekilde, Woodward anlatımın kontrolünü baştan sona elinde tutarak, Timoni'yi tanımayan Batılı okuyucular için bilgiyi kendi güvenilir onayıyla sunmuş oldu. Bu strateji, yeni bir bilgiyi Batı bilim dünyasına kabul ettirmek ve okuyucuların güvenini kazanmak adına bilinçli bir tercihti.
Timoni’den bahsederken Woodward, doğrudan adını kullanmak yerine “o” ya da “yazar” gibi ifadelerle anlatımına mesafe kattı. Bunu yaparken, bilgiyi okura kendi onayıyla sunmuş oldu; yani, metnin içeriğini doğrulayan ve destekleyen kişi olarak kendisini öne çıkardı. Bu, Timoni’yi tanımayan Batılı okurların güvenini kazanmak için bilinçli bir tercihti. Metnin sonlarına doğru Timoni’nin kendi ağzından “ben” diyerek konuşmasına izin verse de, bu bölümü sanki hala kendi çevirisinin bir parçasıymış gibi aktardı. Yani tüm anlatım boyunca kontrol hep Woodward’ın elindeydi.
Bu yaklaşım, Timoni’yi iki farklı rolde gösterdi: Bir yandan Batı’ya bilgi taşıyan biri olarak, öte yandan kendi deneyimlerini anlatan bir hekim olarak. Woodward, Timoni’yi bilgili ve saygın bir uzman gibi sunarken aynı zamanda Batılı okurlar için hala “yabancı” biri olarak tanıttı. Bu çelişkili tavır, kendini üstün gören Batı’nın Doğu’dan gelen bilgiye karşı hem merak hem de mesafeli bir tutum sergilemesini yansıtıyordu.
Woodward, Batı bilim dünyasının Doğu'dan gelen bilgilere duyduğu derin güvensizliğin farkındaydı. Bu yüzden, Timoni'nin çiçek aşısı hakkındaki değerli çalışmasını Batılı çevrelerde kabul görecek bir biçimde sunmak için özel bir strateji geliştirdi. Ancak bu titiz çabanın ardında ilginç bir detay gizliydi: Timoni'nin adının bile İngilizce metinlerde "Timone" ve Latince imzasında "Timonius" olarak üç farklı şekilde yer alması, Osmanlı'daki çok dilli bilim ortamının getirdiği iletişim karmaşasını ve bilginin Batı'ya aktarılırken yaşanan zorlukları çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli karışık yapısında adınızı bile doğru yazamıyorsunuz!
Atina Vebası (M.Ö. 430): İnsanlık Tarihinin İlk Belgelenmiş Salgını
Antik Yunan tarihçisi ve general Thucydides (M.Ö. 460-400), Peloponnesos Savaşı'nın (M.Ö. 431-404) kavurucu ortamında patlak veren Atina Vebası'nı anlatarak, bulaşıcı hastalıkların toplumları nasıl temelden sarsabileceğine dair tarihin ilk ve unutulmaz tanıklığını kayıtlara geçirmiştir.
Bu amansız salgın, adını Yunanistan'ın güneyindeki devasa yarımadadan alan ve Antik Yunan dünyasının hakimiyeti için Atina ile Sparta ve müttefikleri arasında 27 yıl süren mücadelenin tam kalbinde ortaya çıkmıştı: Bir tarafta yükselen bir deniz imparatorluğu, diğer tarafta ise kara gücüyle meşhur Peloponnesos Birliği...
Savaşın galibi Sparta ve müttefikleri oldu. Ancak bu savaş, "zaferin bile yenilgiye dönüşebileceği"nin antik bir kanıtı haline geldi.
Peloponez Savaşı’nın ikinci yılında, Atina’ya şehrin tek erzak ve yemek kaynağı olan Pire Limanı üzerinden Etiyopya’dan yayılan salgın ulaşmış ve 250.000-300.000 kişilik nüfusun yaklaşık %25’ini (75.000-100.000 kişi) öldürmüştür. Thucydides, hem bir tarihçi hem de hastalığı bizzat yaşayan bir tanık olarak, salgının belirtilerini (yüksek ateş, şiddetli baş ağrısı, boğazda kanama, öksürük, kusma, ishal, kızarıklıklar ve aşırı susuzluk) detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Hayatta kalanların bağışıklık kazandığını ve tekrar hastalanmadığını gözlemleyen Thucydides, hastalananların hastalara yardım etmeye daha yatkın olduğunu, ancak korku nedeniyle birçok kişinin yalnız öldüğünü belirtir. Salgın, Atina’nın savaş gücünü zayıflatarak Peloponez Savaşı’ndaki yenilgisinde önemli bir rol oynamış, toplumsal düzenin ve ahlaki yapının çöküşüne yol açmıştır. Thucydides, hastalığın insandan insana bulaşabileceğini ilk kez yazıya döken kişi olarak tarihe geçmiştir.
Atina Vebası’nın nedeni yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. En güçlü teori, savaş koşullarındaki kalabalık ortam ve hijyen eksikliği nedeniyle bitler yoluyla bulaşan epidemik tifüs (Rickettsia prowazekii) olduğudur. Çiçek hastalığı da olası sebepler arasında yer alsa da, o dönemde bölgede ne kadar yaygın olduğu belirsizdir.
Hıyarcıklı veba (Yersinia pestis) teorisi ise Thucydides'in anlatımlarında lenf düğümü şişlikleri gibi tipik belirtilerin gözlemlenmemesi nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilir. 2006 yılında Kerameikos mezarlığında bulunan diş örneklerine uygulanan DNA analizleri, tifo (Salmonella enterica serovar Typhi) bakterisini işaret etse de, aynı coğrafyada yüzyıllardır süregelen insan yerleşimi ve dolayısıyla devam eden yaşam döngüsü, numune kontaminasyonu gibi metodolojik sorunlara yol açarak kesin bir teşhis konulmasını güçleştirmiştir.
Dünya çiçek aşısında doktorları değil magazini dinledi
Dönemin Şekillendirdiği Olaylar
İmmünoloji tarihinin en cesur ve sıra dışı figürlerinden biri olan İngiliz aristokrat, yazar ve şair Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762), çiçek hastalığına karşı verilen mücadelede unutulmaz bir iz bırakmıştır. Lady Mary Pierrepont, bir dükün kızı olarak soylu çevrelerde büyüdü; ancak geleneksel beklentilerin ötesine geçen entelektüel bir merak ve güçlü bir özgürlük duygusuna sahipti. Daha 16 yaşındayken iki ciltlik şiir ve kısa bir roman yazacak kadar üretkendi. Eserlerinden günümüze sadece mektup yazışmaları ve bazı taslaklar (eskizler) ulaşabilmiştir. Babasının görücü usulü evlilik dayatmasına boyun eğmeyerek, 23 yaşındayken kendisinden 11 yaş büyük, aşık olduğu milletvekili Edward Wortley Montagu (1678-1761) ile 1712'de gizlice evlendi. Bu cesur kararı, babasının onu hiçbir zaman bağışlamamasına ve hayatlarının sonuna kadar ayrı düşmelerine yol açtı.
Edebi yeteneğiyle de dikkat çeken Lady Mary, yazdığı iki hiciv şiiriyle dönemin edebiyat çevrelerinde “kadın Alexander Pope” olarak anılmaya başladı. 18. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden Alexander Pope (1688–1744), özellikle The Rape of the Lock (Buklenin Çalınışı) ve An Essay on Man (İnsan Üzerine Bir Deneme) gibi eserleriyle antik Yunan ve Roma sanat ve edebiyatının kurallarına, ölçülülüğüne ve zarafetine dönüşü savunan bir akım olan klasikçiliğin simge isimlerinden biri olmuş, hiciv ustalığı ve uyumlu dizeleriyle çağdaşları üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Kadınlara karşı mesafeli ve zaman zaman küçümseyici tutumlar sergilemesine rağmen, Lady Mary’nin zekice yazılmış şiirlerine ve entelektüel gücüne kayıtsız kalamadı.
Aralarındaki karşılıklı hayranlık, zamanla mektuplarla sürdürülen yoğun bir yazışmaya dönüştü. Bu yazışmalar, adeta kelimelerle bir düello meydanına döndü; iki yetenekli şair, şiirleri aracılığıyla birbirlerinin kalem gücünü sınayarak edebi bir rekabete giriştiler. Bu durum, zamanla hem entelektüel bir çekişmeye hem de belirsiz bir romantik gerilime yol açtı. Başlangıçta saygıyla süregelen bu edebi ilişki, ilerleyen yıllarda rekabetin hatta düşmanlığın kıyısına kadar sürüklenecekti.
1715 yılının Aralık ayında, Lady Mary'nin şiirsel ve duygusal dolu günleri ani bir acıyla bölündü. Henüz 26 yaşında yakalandığı çiçek hastalığı, onun için sadece kişisel bir sınav değil, aynı zamanda ailesi için de derin bir yıkımdı; zira iki yıl önce aynı hastalık, 20 yaşındaki erkek kardeşi William Pierrepont'u (1692-1713) hayattan koparmıştı. Ölümle burun buruna geçen günlerin ardından hayatta kalmayı başarsa da, yüzünde kalan izler güzelliğini gölgelemiş, geriye sadece canlı ve parlak siyah gözleri eski cazibesini korumuştu. Bu ağır deneyim, Lady Mary'yi çiçek hastalığının hem bireysel hem de toplumsal yıkıcılığına bizzat tanık eden biri haline getirdi ve onu, bu hastalığa karşı korunma yöntemlerini araştırmaya yönelten en güçlü itici güç oldu.
Tarih 1683'ü gösterdiğinde, Avrupa’daki en geniş sınırlarına ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu için II. Viyana Kuşatması büyük bir kırılma noktası oldu. 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesi olan IV. Mehmed (1642–1693) döneminde gerçekleşen bu savaşta, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1635–1683) komutasındaki Osmanlı ordusu, Lehistan Kralı Jan III. Sobieski (1629–1696) liderliğindeki Kutsal İttifak güçleri tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu mağlubiyet, Osmanlı'nın Avrupa'daki genişleme çağını sona erdirerek hem askeri gücünü hem de uluslararası alandaki itibarını derinden sarstı. Osmanlı, diplomatik arenada da zayıflayarak saldırgan politikalar yerine savunmacı bir strateji benimsemeye zorlandı.
1684 yılında Papa XI. Innocentius’un (1611-1689) girişimiyle, Habsburg Avusturyası (İmparator I. Leopold, 1640-1705), Lehistan-Litvanya Birliği ve Venedik’in katılımıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Kutsal İttifak kuruldu. 1686’da Rusya’nın (Çar I. Petro) da bu ittifaka dahil olmasıyla güçlü bir cephe oluşturan bu koalisyon, Osmanlı'yı Avrupa'dan geri püskürtmek için kapsamlı bir mücadele başlatırken, savaşlar kısa sürede Avrupa'dan hızla Osmanlı'nın kendi topraklarına yayıldı. Bu çatışmalar aynı zamanda genç bir dehanın yükselişine de sahne oldu: Savoy-Carignan Prensi François-Eugène (1663–1736). Henüz 20 yaşında olan Eugen, 1683 Viyana Kuşatması sırasında sergilediği olağanüstü performansla dikkatleri üzerine çekti. Budapeşte (1686) ve Belgrad (1688) gibi stratejik şehirlerin kuşatmalarında askeri yeteneğini kanıtlayarak, yalnızca 25 yaşında mareşal rütbesine ulaştı.
Prens Eugen, 1716'da gerçekleşen Petrovaradin Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu bir kez daha bozguna uğrattı. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başkomutanı olan Sadrazam Damat Ali Paşa (1667-1716) şehit düşerken, henüz dört yaşındayken nişanlandırılıp beş yaşında evlendirilen Sultan III. Ahmed’in büyük kızı, çocuk gelin Fatma Sultan (1704-1733) dul kaldı. Prens Eugen’in önemli bir askeri üs olan Belgrad'ı ele geçirmesi, Osmanlı'nın Tuna hattındaki savunma sistemini çökertti. Avusturya'nın bu zaferi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Macaristan üzerindeki etkisini büyük ölçüde azaltırken, Habsburg İmparatorluğu'nun Orta Avrupa'daki gücünü pekiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı zaferlerle Avrupa’da büyük ün kazanan Prens Eugen, Habsburgların Orta Avrupa’daki yükselişinde kilit rol oynadı.
Osmanlı ordularına karşı kazandığı zaferlerle Avrupa'da ünlenen Prens Eugen'in adı, tarihin ilginç bir cilvesi olarak, 1912'de Viyana'da Osmanlı İmparatorluğu Sefaret Binası'nın bulunduğu caddeye verildi. Bugün Prinz-Eugen-Straße adıyla anılan bu cadde, Osmanlı'ya karşı savaşan komutanın ismini taşırken, yenilgiye uğrattığı imparatorluğun diplomatik temsilinin kalbinde yaşamaya devam ediyor. Günümüzde de aynı tarihi binada, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği faaliyetlerini sürdürmektedir.
Lady Mary'nin Osmanlı Hanedanlığı ile Tanışması
Bu dönemde 1716 yılında Edward, Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki büyükelçisi olarak İstanbul’a atandı. Eşi Lady Mary ile birlikte, Osmanlı yönetiminin merkezi ve sadrazamlık makamının bulunduğu tarihi Bâb-ı Âli (Padişah Kapısı ya da Yüce Kapı) semtinde yerleştiler. Osmanlı ile Avusturya arasındaki savaşın diplomatik boyutunda görev alan Edward, Büyük Britanya’nın tarafsızlığına dayanarak Osmanlı ile Avrupa devletleri arasındaki diplomatik temasların sürdürülmesine katkıda bulundu. 1718’de, günümüz Sırbistan’ının doğusundaki Požarevac kentinde imzalanan Pasarofça Antlaşması görüşmelerinde önemli bir rol oynadı. Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile birlikte çalışarak, Büyük Britanya ve Hollanda adına arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. Bu antlaşma sonucunda Avusturya, Osmanlı’dan Belgrad, Banat ve Temeşvar dahil olmak üzere önemli topraklar elde etti ve Habsburg İmparatorluğu, Orta Avrupa’daki en büyük toprak genişlemesine ulaştı.
Lady Mary, kendini tüm bu gelişmelerin tam ortasında buldu. Eşinin diplomatik görevi sayesinde Osmanlı saray çevresine yakın bir konumda bulunan Mary, dönemin siyasi ve toplumsal atmosferine yakından tanıklık etti. Mektuplarında Sultan III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan'dan söz ederken onu "beş yaşında evlendirilmiş, talihsiz bir prenses" olarak tanımladı. Osmanlı sarayındaki çocuk yaşta evlilikleri "barbarca bir gelenek" olarak nitelendiren Lady Mary, şunları yazdı: "Bu ülkedeki kadınlar, en görkemli saraylarda bile özgürlükten yoksun bırakılıyor. Sultan'ın küçük kızı henüz beş yaşında evlendirildi..." Fatma Sultan'ın ilk eşinin ölümünün ardından büyük bir yasa boğulduğunu, ancak sarayın ona matem tutma hakkı bile tanımadığını üzüntüyle aktardı. Nitekim 1717'de, henüz on üç yaşındayken, kendisinden yaklaşık 44 yaş büyük olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile evlendirildiğinde Lady Mary de düğün davetlileri arasındaydı.
Fatma Sultan, Nevşehirli İbrahim Paşa ile görkemli bir törenle hayatını birleştirdi. Ancak Lady Mary'nin mektuplarında belirttiği gibi, bu birliktelik, Antik Yunan mitolojisindeki Orpheus'un trajik hikayesini anımsatan bir sona doğru ilerliyordu. Sevdiği kadını ölümün pençesinden kurtarmaya çalışırken onu sonsuza dek kaybeden efsanevi ozan Orpheus gibi, bir başka ozan olan İbrahim Paşa'nın da kaderi hazin bir şekilde sonuçlanacaktı.
Osmanlı tarihinin en tutkulu ve romantik isimlerinden Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Fatma Sultan’a olan aşkını şiirlerine ölümsüzleştirmiştir. Bu eşsiz dizeler, Lady Mary Wortley Montagu’nun 1717-18 yıllarında kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla Batı’ya ve günümüze kadar ulaşmıştır. Belki de İbrahim Paşa’nın “Gözlerin siyah ve güzel, ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu” mısraları, çiçek hastalığının yüzünde bıraktığı izlere rağmen hala büyüleyici olan Lady Mary’nin derin ve anlam yüklü kara gözlerinde kendi ruhunun yankılarını bulmuştu
Lady Mary, Osmanlıca şiirleri tercüme ettirirken orijinal ahengin kaybolduğunu fark etti. Bu yüzden, çeviriyi hem İngiliz kültürüne uyarladı hem de şiirsel havasını korumaya çalıştı.
İbrahim paşa'nın Fatma Sultana Orijinal şiiri (İngilizce'den çeviri)
1. Kıta
2. Kıta
Arzulanan kavuşma her gün erteleniyor,
Zalim Sultan Ahmed, o gül gibi yanaklarını görmeme izin vermiyor.
Acımı dindirmek için bir öpücük almaya cesaret edemem,
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Gözlerin siyah ve güzel,
Ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu.
3. Kıta
Zavallı İbrahim Paşa bu dizelerde iç çekiyor,
Gözlerinden bir ok kalbimi delip geçti.
Ah, arzulanan kavuşma saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim?
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Ah Sultana, ceylan gözlü, melekler arasında bir melek,
Arzuluyorum ve arzum karşılıksız kalıyor,
Kalbimi avlamak sana zevk mi veriyor?
4. Kıta
Çığlıklarım göklere ulaşıyor,
Gözlerim uykusuz kaldı.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum,
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Hayatımın tacı, gözlerimin güzel ışığı, Sultana’m, prensesim,
Yüzümü toprağa sürüyorum, yanık gözyaşlarında boğuluyorum—çıldırıyorum!
Hiç mi merhametin yok? Bana bakmayacak mısın?
Lady Mary'nin düzenlemesiyle yayımlanan şiir: "Sultan III. Ahmed’in en büyük kızı olan Sultan’a hitaben (Turkish Verses Address’d to the Sultana, Eldest Daughter of Sultan Achmet III)" başlığını taşır.
1. Kıta
Şimdi Filomela yeniden ince nağmelerini söylüyor,
Tüm gece boyunca hoş acısına kendini bırakıyor.
Şehvetli ötüşünü duymak için koruluklara gittim,
Orada ilkbahardan daha güzel bir yüz gördüm.
Binlerce ihtişamın parladığı büyük ceylan gözlerin,
Onlar kadar parlak, canlı ve bir o kadar da vahşi.
2. Kıta
Boşuna vaat ediliyor bana böylesine ilahi bir ödül,
Ah, ne zalim Sultan ki geciktiriyor sevinçlerimi!
Delip geçen caziben aşık kalbimi esir alırken,
Acımı dindirecek bir öpücük almaya bile cesaret edemem.
O gözler ki...
3. Kıta
Zavallı aşığın bu dizelerde dert yanıyor,
O sevgili güzelliklerden doğuyor öldürücü acıları.
Arzulanan mutluluğun saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim? Bekleyip de yaşayabilir miyim?
Ah parlak Sultana! İlahi güzellikte genç kadın!
Çektiğim acıyı merhametsizce görebilir misin?
4. Kıta
Yumuşayan gökler delici feryatlarımı işitiyor,
Işıktan nefret ediyorum, uykularım kaçıyor.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum.
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Lady Mary'nin 31. mektubu, 1 Nisan 1717'de Edirne'den İngiliz şair, çevirmen ve hiciv ustası Alexander Pope'a (1688-1744) hitaben yazılmıştır.
1730 Patrona Halil İsyanı, Osmanlı İmparatorluğu'nda derinleşen toplumsal eşitsizliklerin patlama noktasına ulaştığı bir dönüm noktası oldu. Dönemin İstanbul'unda, Lale Devri'nin (1718–1730) getirdiği görece seküler yaşam tarzı ve sanat hamiliği, bir yanda saray çevresinin lüks içindeki yaşantısını sürdürürken, diğer yanda ağır vergiler altında ezilen halkın sefaletini daha da belirgin hale getirmişti.
İsyanın fitilini ateşleyen, halkın bu ekonomik krizin sorumlusu olarak gördüğü saray erkanına -özellikle de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya- duyduğu öfkeydi. "Şeriat isteriz!" sloganlarıyla sokaklara dökülen isyancılar, kısa sürede halkın geniş desteğini arkalarına alarak İstanbul'un kontrolünü ele geçirdiler.
Bu ayaklanmanın sonucunda, Padişah III. Ahmed tahtını kaybederken, sadrazam ve damat İbrahim Paşa idam edildi. Böylece Fatma Sultan, daha 26 yaşındayken ikinci kez dul kaldı.
Lady Mary, o dönemde kaleme aldığı mektupların yüzyıllar sonra bile yankı bulacağını muhtemelen hayal edemezdi. Ölümünden sonra, 1763 yılında yayımlanan yazışmaları geniş bir okuyucu kitlesine ulaşarak Avrupa'da büyük ilgi gördü. Hatta, 1797’de George Washington’u (1732–1799) “The Battle of Trenton” adlı sonatıyla onurlandıran Amerikalı besteci James Hewitt (1770–1827), Lady Mary'nin aktardığı Damat İbrahim Paşa’nın Fatma Sultan’a yazdığı şiiri romantik bir şarkıya dönüştürdü. Bu özel beste, günümüzde Johns Hopkins Üniversitesi bünyesindeki “The Lester S. Levy Nota Koleksiyonu”nda özenle korunmaktadır.
Şifayı Yazıya Döken Kadın: Lady Mary’nin Çiçek Aşısı, Variolasyonla Tanışması
Lady Mary Wortley Montagu, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gözlemleriyle Batı dünyasına yalnızca bu kadim imparatorluğun zengin sosyal dokusunu ve kültürel zenginliğini tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda tıp tarihini değiştirecek bir keşfi de beraberinde getirdi. 18. yüzyıl Avrupası'nda henüz bilinmeyen variolasyon (çiçek aşısı) yöntemini titizlikle belgeleyerek, mektuplarında bu hayat kurtarıcı tekniği tüm detaylarıyla anlattı. Böylece sadece bir seyyah ya da yazar değil, aynı zamanda Doğu'nun bilgelik hazinesini Batı tıbbına kazandıran bir öncü oldu.
Saygın Osmanlı hekimleri Emmanuel Timoni ve Jacobus Pylarinus, variolasyonun bilimsel önemini daha önce akademik çevrelere sunmuş olsalar da, onların anlatımları Batı'da ne yazık ki beklenen etkiyi yaratamamıştı. Buna karşın, bir büyükelçi eşi, yetenekli bir edebiyatçı ve yüksek sosyete figürü olarak Lady Mary'nin prestiji, etkileyici anlatım tarzı, canlı anekdotları ve kişisel deneyimleri Avrupa aristokrasisinde hızla ilgi uyandırdı. Onun şahsi gözlemleri ve ikna edici aktarımı, bilimsel otoriteden bile daha güçlü bir etki yaratarak, bu hayat kurtarıcı yöntemin Avrupa'ya taşınmasında belirleyici oldu. Lady Mary, bu sayede hem kültürel bir köprü kurdu hem de tıp tarihinde unutulmaz bir iz bıraktı.
Lady Mary, 1 Nisan 1717’de Edirne’den Sarah Chiswell’e yazdığı mektubunda, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Osmanlı'da veba hakkındaki yaygın korkuların abartılı olduğunu ifade eder. Günümüzde farelerden insanlara genellikle pireler yoluyla bulaştığı bilinen ve tarih boyunca büyük salgınlara yol açmış olan bu ölümcül bakteriyel hastalık, Batı'daki yaygın endişelerin aksine, Osmanlı topraklarında daha hafif seyrediyordu. Vebanın yoğun olduğu kasabalardan geçtiğini anlatan Lady Mary, hastalığın burada sınırlı bir etki bıraktığını, ölümlerin az olduğunu ve pek çok kişinin iyileştiğini belirtir.
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki karantina önlemleri Avrupa'ya kıyasla daha esnekti. Vebalı evler işaretlenip hastalar izole edilse de şehirler tamamen kapatılmazdı. Bu esnek yaklaşım, İslam inancının etkisiyle şekillenen dini kadercilikten ve Osmanlı'nın çok uluslu toplumsal yapısından kaynaklanıyordu. Veba gibi salgınlar Allah'ın takdiri olarak görülse de İslam tarihinde salgınlara karşı önlem alma bilinci erken dönemlerden itibaren mevcuttu. Örneğin, Sahih-i Buhârî'de yer alan bir hadiste Hz. Muhammed'in "Veba olan yere girmeyin, oradaysanız da çıkmayın" buyurduğu aktarılır. Bu hadis, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için bir tür karantina uygulamasını teşvik eder ve İslam'da erken bir farkındalığı gösterir.
Osmanlı'da bu hadis bilinse de farklı inançlara sahip topluluklardan oluşan toplumsal yapı ve merkezi otoritenin yerel düzeyde çözümleri tercih etmesi, salgın yönetiminde esnekliği artırıyordu. 1710-1720 yıllarında İstanbul'da görülen küçük çaplı salgınlarda ölüm oranları %10-20 civarındaydı. Bu oranlar, 1720'de Marsilya'da nüfusun yaklaşık yarısını (%50) yok eden ve tahminen 100.000 kişinin ölümüne neden olan büyük veba salgınıyla karşılaştırıldığında oldukça düşüktü.
18. yüzyıl Avrupa'sında, veba gibi yıkıcı salgınların ardındaki nedenlere dair yaygın bir inanış vardı: Miasma teorisi. Yaklaşık M.Ö. 400 yıllarından beri Antik Yunan hekimi Hipokrat'tan miras kalan bu köklü düşünceye göre, hastalıklar "kötü hava" yoluyla yayılıyordu. Çürüyen organik maddeler, bataklıklar ve genel olarak pis kokular havayı zehirleyerek insanları hasta ediyordu.
O dönemde tıp dünyası, mikroskobun yeni icadıyla çalkalanıyordu. Bilim insanları nihayet mikroskobik organizmaların varlığını teyit etmeye başlasa da, bu küçük canlıların hastalıklarla olan kesin bağlantısı henüz tam olarak anlaşılamamıştı. Yine de, bu yeni keşifler ve köklü miasma teorisi –her ne kadar farklı nedenlere dayansa da– temizlik ve hijyenin halk sağlığı için vazgeçilmez olduğunu vurgulayarak dolaylı yoldan önemli katkılar sağlıyordu. Vebaya karşı o dönemde önerilen çözümler arasında tütsü yakmak, sirkeli su kullanmak veya hastalığın pençesindeki şehirlerden kaçmak gibi geleneksel yöntemler vardı.
İşte tam da bu dönemde Lady Mary, Osmanlı’daki gözlemleriyle miasma teorisini sorgulayacak kadar ilerici bir zihne sahipti. Mektuplarında havanın enfekte olmadığına dair açık ifadeler kullanarak, bu yaygın inanışı eleştiren aydın bir figür olarak öne çıkar. Vebanın, Osmanlı’da da tıpkı İtalya ve Fransa’daki gibi kolayca ortadan kaldırılabileceğine inanır. Ancak hastalık burada çok az zarar verdiği için, Osmanlı halkının fazla endişelenmediğini; Batı’da uygulanan çeşitli tedavi yöntemlerine rağmen, yerel halkın tedavi olmak yerine bu rahatsızlığa katlanmayı tercih ettiğini şaşkınlıkla aktarır.
Lady Mary’nin mektubunda asıl ilgisini çeken konu, çiçek hastalığıydı. O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran ve ölümcül sonuçlara yol açan bu hastalığa karşı Osmanlı’da uygulanan geleneksel bir yöntemin mucizevi başarısı onun dikkatini çekmişti. Bu hastalığın Osmanlı topraklarında neredeyse etkisiz hale geldiğini gözlemleyen Lady Mary, büyük bir hayranlık duydu.
Halk arasında yaygın olan bu aşılama geleneğini, meyve ağaçlarını daha verimli ve dayanıklı hale getirmek amacıyla bir ağacın dalının başka bir ağaca aşılanmasını ifade eden tarımsal bir terim olan “engrafting” (aşılamak) sözcüğüyle tanımladı. Bu terimi kullanarak, ilk bakışta "kocakarı ilacı" gibi görülebilecek bu yenilikçi sağlık uygulamasının, yani sağlıklı bir bireye çiçek hastalığının kontrollü biçimde aktarılmasının inceliklerini büyük bir özenle aktardı.
Her sonbaharda, özellikle Eylül’ün serin günlerinde, deneyimli yaşlı kadınlar variolasyon işlemini gerçekleştirirdi. Aileler bir araya gelerek daha önce çiçek hastalığı geçirmemiş veya risk altındaki çocukları ve gençleri belirler, 15-16 kişilik gruplar oluşturarak toplu bir aşılama seansı düzenlerdi. Yaşlı kadın, çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınmış kabuk veya irinle dolu bir fındık kabuğu getirirdi. Bu materyal, bazen gülsuyu ile sulandırılır, bazı bölgelerde ise incir yaprağı suyu veya ezilmiş incir yaprağı ile karıştırılırdı. Kişinin kolunda veya bacağında büyük bir iğneyle küçük bir çizik açılır, bu çiziğe az miktarda materyal yerleştirilirdi. Bazı uygulamalarda iğne deriye saplandıktan sonra hafifçe dairesel hareketlerle çevrilerek materyalin deriye nüfuz etmesi sağlanırdı. İşlem, genellikle alın, kol veya göğüs gibi bölgelerde dört veya beş farklı noktada uygulanır ve çizikler bir kabuk parçasıyla kapatılırdı. Soylu veya varlıklı kişilerde ise bu kapatma için gül yapraklarının tercih edilebildiği bilinirdi.
Yunanlılar arasında alında, kollarda ve göğüste haç şeklinde çizikler açılması yaygın bir batıl inanç olsa da, bu iz bıraktığından, batıl inancı olmayanlar genellikle kol veya bacağın gizli kısımlarını tercih ederdi. Aşılanan çocuklar veya gençler, sekizinci güne kadar normal hayatlarına devam eder, ardından iki (nadiren üç) gün hafif bir ateşle yatakta kalırdı. Yüzlerinde 20-30 kabarcık çıkar, ancak bunlar iz bırakmadan sekiz gün içinde iyileşirdi. Lady Mary, çiziklerden çıkan akıntının hastalığın hafif atlatılmasına yardımcı olduğuna inanırdı.
Lady Mary, Osmanlı'da uygulanan bu variolasyon yönteminin güvenliğine yürekten inanıyordu. Her yıl binlerce kişinin bu işlemi sorunsuz geçirdiğine bizzat tanıklık etmiş, hatta Fransız Büyükelçisi'nin “Osmanlılar çiçek hastalığını adeta bir eğlence gibi atlatıyorlar” sözlerini esprili bir dille aktarmıştı. Bu yöntemden o kadar emindi ki, kendi küçük oğluna da uygulatmayı ciddi şekilde düşünüyordu.
Lady Mary, bu faydalı uygulamayı İngiltere’ye taşımak ve yaygınlaştırmak için güçlü bir vatansever kararlılıkla harekete geçeceğini dile getiriyordu. Ancak İngiliz hekimlerin, bu yöntemin kendi gelirlerini azaltacağı endişesiyle şiddetle karşı çıkacaklarını da öngörüyordu. Bu öngörü, belki de daha önce hekimler Timoni ve Pylarinus’un benzer bilimsel duyurularına neden kayıtsız kalındığının da dolaylı bir cevabıydı. Lady Mary, ülkesine döndüğünde bu konuda bizzat mücadele edeceğini açıkça ifade etti.
Amerikalı tıp tarihçisi Fielding Hudson Garrison (1870-1935), 1921 tarihli "An Introduction to The History of Medicine (Tıp Tarihine Giriş)" adlı eserinde Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni'nin kızı Konona'yı 1717'de çiçek hastalığına karşı bizzat aşıladığını belirtir.
Ne var ki, kesin belgelerle doğrulanamasa da, yaygın bir rivayete göre Timoni'nin kendisi de aşılanmış olmasına rağmen, aşılama çalışmaları sırasında çiçek hastalığından hayatını kaybettiği söylenir. Henüz 49 yaşında yaşamını yitiren Timoni'nin bu trajik hikayesi, variolasyonun erken dönemdeki risklerini ve her zaman kesin koruma sağlamadığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Türk usulü çiçek aşısının Avrupa’da yayılmasında önemli bir rol oynayan İngiliz asilzade Lady Mary, 18 Mart 1718’de İstanbul’daki yazlık konaklarında beş yaşındaki oğlu Edward’a çiçek aşısı (variolasyon) yaptırır. Böylece, bu geleneksel Osmanlı yöntemini kendi ailesinde uygulayan ilk Batılı olarak tıp tarihine geçer. Aşılama işlemi, İngiliz Elçiliği’nin doktoru Charles Maitland’ın (1668–1748) gözetiminde, deneyimli bir Osmanlı kadını tarafından gerçekleştirilmiştir.
Lady Mary'nin kocasına yazdığı mektuptaki satırlar, bu cesur deneyimin başarısını ve onun sevincini gözler önüne seriyordu: "Çocuğumuz geçen Salı günü (Julian takvimine göre) aşılandı ve şimdi şarkılar söylüyor, neşeyle oynuyor, hatta akşam yemeği için sabırsızlanıyor!" Bu ifadeler, sadece bir annenin mutluluğunu değil, aynı zamanda Doğu'nun tıbbi bilgeliğinin Batı'ya açılan kapısını da belgeliyordu.
Avrupa'da Variolasyon
1719 yılında, Lady Mary’nin eşi Edward, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği görevinden geri çağrıldı ve aile, çiçek hastalığı salgınlarının giderek yayıldığı Londra’ya döndü. 18. yüzyıl İngiltere’sinde bu hastalık, ciddi ve ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Lady Mary, Osmanlı'da gözlemlediği variolasyon yönteminin binlerce hayat kurtarabileceğini öngörmüştü. Ancak İngiltere’ye döndüğünde, bu yenilikçi uygulamayı tanıtma çabaları tıpkı tahmin ettiği gibi tıbbi, dini ve toplumsal çevrelerden güçlü bir dirençle karşılaştı.
1721 yılında Londra'da büyük bir çiçek hastalığı salgını baş gösterdiğinde, Lady Mary hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Osmanlı'daki günlerinden tanıdığı ve oğlu Edward'ın aşılanmasında da rol oynayan İngiliz Büyükelçiliği doktoru Charles Maitland (1668-1748), mesleki itibarını riske atma endişesine rağmen Lady Mary'nin ısrarlarına karşı koyamayarak, Nisan 1721'de onun üç yaşındaki kızı Mary Alice'i variolasyon yöntemiyle aşıladı.
Bu tarihi işlem, aralarında çocuklarından biri hariç hepsini çiçek hastalığından kaybetmiş olan Dr. James Keith'in de bulunduğu üç doktorun huzurunda gerçekleşti. Genç Mary Alice'in hızla iyileşmesi, yöntemin potansiyelini açıkça ortaya koydu ve gözlemcileri derinden etkiledi. Doktorlar, uygulamanın başarısından o kadar etkilendiler ki, Dr. Keith bile Maitland'dan kendi oğlu Peter'ı aşılamasını rica etti. Böylece Mary Alice, İngiltere'de variolasyon uygulanan ilk kişi olarak; Maitland ise bu yöntemi uygulayan ilk doktor olarak tarihe geçti.
Lady Mary, variolasyonun güvenilirliğini kanıtlamak için cesur bir adım attı; kızıyla birlikte çiçek hastalığının kol gezdiği evleri ziyaret ederek, yönteminin koruyuculuğunu bizzat gösterdi. Ancak birçok doktor, bu egzotik (yabancı ve alışılmadık) uygulamaya temkinli yaklaşıyordu. Bunun riskli olabileceği, ciddi hatta ölümcül sonuçlara yol açabileceği endişesini taşıyorlardı. Yanlış doz uygulanması durumunda, hafif geçirilmesi beklenen hastalığın ölümcül sonuçlara yol açabileceği ve yeni bir salgın başlatabileceği endişesi yaygındı.
İngiliz doktorlar variolasyona farklı açılardan da şüpheyle yaklaşıyorlardı:
Lady Mary'nin çiçek aşısı girişimleri, Kral I. George'un (1660-1727) sarayında duyulsa da, hanedan üyeleri çocuklarını bu yeni yönteme emanet etme konusunda oldukça temkinliydi. Ancak Lady Mary, hayat kurtarıcı potansiyeline inandığı bu buluşu İngiliz sosyetesinde yerleşik bir uygulama haline getirmekte kararlıydı. Aşının etkinliğini ve güvenliğini ikna edici bir şekilde kanıtlamak için daha etkileyici bir gösteriye ihtiyaç vardı.
Bu amaçla, Ağustos 1721'de Newgate Hapishanesi'nde tarihi bir deney gerçekleştirildi. İdam cezası almış altı mahkuma, aşı olmaları ve hayatta kalmaları halinde özgürlükleri vaat edildi. Mahkumların hepsi bu teklifi kabul etti ve şaşırtıcı biçimde hepsi sağlıklı kalmayı başardı. Daha da çarpıcı olanı, aşılanan mahkumlardan bir kadının, çiçek hastalığı olan bir çocuğu emzirmek üzere gönderilmesiydi. Altı hafta boyunca her gece çocukla uyumasına rağmen kadın hastalanmadı. Galler Prensesi Ansbach'lı Caroline (1683–1737) hala biraz tereddütlü kaldığı için, St. James Westminster cemaatinden yetim çocuklar üzerinde başka bir deney daha yapıldı.
Bu deneyler, variolasyonun çiçek hastalığına karşı gerçekten de koruma sağladığını bilimsel ve toplumsal olarak kanıtladı. Newgate deneylerinin başarısı, yöntemin kabulünü hızlandırdı ve kısa sürede 200'den fazla üst sınıf kişinin variolasyon yaptırmasına öncülük etti. Maitland, Galler Prensesi'nin emriyle Prensesler Amelia ve Caroline'ın, daha sonra da kardeşleri Prens Frederick'in aşılanmasında yer aldı. 1729'a gelindiğinde ise 897 kişi daha aşılandı ve bunlardan sadece 17'si hayatını kaybetti. Bu oran, dönemin koşulları göz önüne alındığında, çiçek hastalığının yaygın ölümcüllüğüne karşı elde edilmiş büyük bir başarıydı.
Ancak kraliyet desteğine rağmen variolasyon, toplumda hala ciddi şüphe ve direnişle karşılaşıyordu. Özellikle dini çevreler bu yönteme sert biçimde karşıydı. Kilise, çiçek hastalığını “Tanrı’nın günahkarlara verdiği bir ceza” olarak yorumluyor ve aşılamayı “ilahi düzene müdahale” olarak nitelendiriyordu. Rahip Theodore Delafaye (1715-1886) gibi bazı din adamları, hastalığın ortadan kalkmasının insanların ahlakını zayıflatacağı ve Tanrı korkusunu unutturacağı endişesini dile getiriyordu.
Bu tür söylemler halkı olduğu kadar Lady Mary'nin yakın çevresini de etkiledi. Kız kardeşi Lady Mar, çocuklarını aşılatmayı reddetti ve 1723 civarında onlardan birini çiçek hastalığından kaybetti. Lady Mary’nin mektup arkadaşı Sarah Chiswell de variolasyonu kabul etmedi ve 1726’da aynı hastalıktan hayatını kaybetti.
Yöntemin Osmanlı kökenli oluşu, Batı’da bazı çevrelerde yabancı düşmanlığını körükledi ve ciddi tepkilere yol açtı. Variolasyon, yalnızca bir tıbbi yenilik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve dini önyargıların hedefi haline geldi. Bazı kişiler bu yöntemi “İslami bir istila” ya da “İslam’ın sızması” olarak tanımlarken, bazı Hristiyan çevreler Müslüman kökenli bir uygulamanın kendilerine fayda sağlamayacağı yönünde temelsiz iddialar öne sürüyordu. Lady Mary Wortley Montagu’nun kendi papazı bile, yöntemin Müslümanlar tarafından geliştirilmiş olmasını gerekçe göstererek, Hristiyanlara uygun olmadığını savunmuştu.
Bu tür önyargılar en çarpıcı biçimde, 1722 yılında Londra’daki St. Paul Kilisesi’nin vaizi Rev. Edmund Massey’nin verdiği bir vaazda dile getirildi. “A Sermon Against the Dangerous and Sinful Practice of Inoculation” (Aşılamanın Tehlikeli ve Günahkar Uygulamasına Karşı Bir Vaaz) başlıklı konuşmasında Massey, variolasyonu dini bir sapkınlık olarak tanımladı. Bu yöntemin, “Hz. İsa’nın Haçı’nın düşmanları ve kafirler tarafından uygulandığını” ve insanların çocuklarını “şeytana barış kurbanı olarak sunduklarını” ileri sürerek dini paniği körükledi.
Variolasyon yöntemi zamanla bilimsel bir yöntem olmaktan çıkıp siyasallaştı. Muhafazakar çevreler, “doğaya müdahale” ve “yöntemin tehlikeleri” üzerine makaleler yayımlayarak halk arasında güvensizlik yarattı. Bununla birlikte, Osmanlı ve İngiltere'nin çiçek hastalığına karşı mücadele yöntemleri keskin biçimde farklıydı. Osmanlı'da hastalar karantinaya alınarak salgının yayılması kontrol altına alınırken, İngiltere'de bu uygulama yeterince benimsenmediği için salgın yönetimi zayıf kaldı.
Daha da vahimi, variolasyonun İngiltere'de sağlıklı bir şekilde uygulanmasının önünde, dönemin yerleşik tıp anlayışı ciddi bir engel teşkil ediyordu. O dönemde hala Antik Yunan hekimleri Hipokrat (M.Ö. 460–370) ve Galen (M.S. 129–200) gibi isimlerin mirasını sürdüren "hümoral tıp" anlayışı egemendi. Bu görüşe göre, insan vücudu dört ana sıvıdan (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) oluşur ve sağlık, bu sıvıların dengede olmasıyla sağlanır. Hastalıkların nedeni, bu sıvıların dengesinin bozulması olarak görülüyordu.
Hastalıkların gerçek nedenleri hakkında henüz bilimsel bir fikir olmadığı için, tıp asıl olarak belirtileri yönetmeye odaklanıyordu. Dolayısıyla tedavi de, dengeyi yeniden sağlamak amacıyla vücuttan bir miktar sıvı—çoğunlukla kan—alıp atmakla mümkün sanılıyordu.
Bu anlayışla hareket eden İngiliz hekimler, variolasyon uygulamasından önce hastanın bozulan "sıvı dengesini" kan akıtma (bloodletting) yöntemiyle düzeltmeye çalışıyorlardı. Belki de bu şekilde uygulamanın daha etkili olacağını umuyorlardı. Ancak, vücut zaten enfeksiyonla mücadele halindeyken uygulanan bu yöntem, hastaları daha da zayıf düşürüyor ve bağışıklık sistemini iyice güçsüzleştiriyordu. Oysa variolasyon sürecinde bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyordu; yanlış tedavi yaklaşımları ise hastalığın seyrini ağırlaştırarak riskleri artırıyordu. Üstelik bazı doktorlar, vücuda gereğinden fazla miktarda çiçek hastalığı irini enjekte ederek komplikasyonlara yol açıyor, böylece güvenli bir yöntem olan variolasyonu adeta tehlikeli bir işleme dönüştürüyorlardı.
2 Mayıs 1755’te Kraliyet Doktorlar Koleji, variolasyonu resmen onayladı. Ancak yöntemi Osmanlı’dan getirerek tanıtan Lady Mary, İngiltere’deki uygulamaları izledikçe derin bir hayal kırıklığına uğradı. Bazı hekimlerin bilgisizliği, bazılarının ise maddi çıkarları, yöntemin bilimsel ruhunu ve insani yönünü gölgede bırakarak uygulamayı yozlaştırdı.
İngiltere'deki bu çarpık uygulamaların yanı sıra, variloasyon yöntemini dünyaya tanıtan Osmanlı hekimlerinin, bu tekniğin kendi topraklarında bile her kesimden kabul görmediğini belgelemesi oldukça dikkat çekicidir. Yöntem, çeşitli etnik ve dini gruplar arasında yaygınlık kazanmış olsa da, özellikle kaderci anlayışa sahip bazı Müslümanlar tarafından "Allah'ın takdirine müdahale" endişesiyle reddediliyordu. Timoni ve Pylarinus'un gözlemlerine göre, bu kesim "ölüm zamanının ilahi iradeyle belirlendiği" inancıyla aşıya mesafeli duruyordu. İronik bir şekilde, zaman zaman birbirine düşmanlık besleyen iki dinin inananları—hatta inandıkları Tanrılar—söz konusu aşı karşıtlığı olduğunda benzer kaygılar dile getiriyor, aynı söylemlerde buluşarak adeta birbirine omuz veriyordu.
Sonuçta toplumsal bir kalıp ortaya çıkıyordu. Aydın kesim ve yüksek sosyoekonomik gruplar yenilikçi tedaviye açık yaklaşırken, geniş halk kesimleri çeşitli kaygılar nedeniyle variolasyona mesafeli kalıyordu. Bu durum, bilimsel ilerlemenin toplumsal kabulünde eğitim ve sosyal konumun ne denli belirleyici olduğunu gösteriyordu.
Lady Mary, Koruyucu Tıbbın Öncüsü
Türkçesi: “Saygıdeğer Lady Mary Wortley Montagu’nun aziz hatırasına…
Kendisi, çiçek hastalığına karşı etkili aşılama yöntemini
Türkiye’den bu ülkeye başarıyla tanıttı.
Yöntemin etkinliğine yürekten inanarak önce kendi çocukları üzerinde başarıyla denedi.
Ve ardından bu uygulamayı vatandaşlarına tavsiye etti.
Onun cesur örnekliği ve rehberliği sayesinde, bizler bu ölümcül hastalığın şiddetini hafifleterek tehlikesinden korunabildik.
Bu büyük iyiliğin hatırasını yaşatmak ve kendisinin bu yöntemden şahsen gördüğü faydalar için duyduğu şükranı dile getirmek amacıyla,
bu anıt, Theodore William Inge’in dul eşi ve Sir John Wrottesley’nin kızı Henrietta Inge tarafından, Tanrı’nın izniyle, 1789 yılında dikilmiştir.”
Günümüzde Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği), Lady Mary Wortley Montagu’yu “Koruyucu Tıbbın Öncüsü” unvanıyla onurlandırmaktadır. Diktikleri anıtta şu ifadeler yer almaktadır:
Royal Society of Biology Mary Wortley Montagu 1689-1762 Pioneer of preventative medicine Introduced smallpox inoculation to Britain in 1721, saving countless lives Commemorated here circa 1762 British Society for immunology www.rsb.org.uk
Türkçesi: "Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği) Mary Wortley Montagu (1689–1762), koruyucu tıbbın öncüsüdür. 1721’de çiçek aşısını Britanya’ya tanıtarak sayısız hayat kurtardı. Yaklaşık 1762’de burada anıldı. British Society for Immunology (İngiliz İmmünoloji Derneği) www.rsb.org.uk
Öte yandan variolasyonu 1721’de Amerika’ya tanıtan Cotton Mather (1663-1728), Lady Mary’nin bu hayat kurtarıcı yöntemi Osmanlı’dan İngiltere’ye taşıma başarısına hayranlık duyuyordu. Ancak bu hayranlık, Osmanlı hekimlerinin yıllar önce Avrupa’daki meslektaşlarına raporladığı ve Osmanlı’da uzun süredir başarıyla uygulanan bu yöntemin Batı bilim çevrelerince görmezden gelinmesine duyduğu sitem ve hayal kırıklığıyla gölgelenmişti. Üstelik bu hekimler, Avrupa’nın en seçkin tıp okullarından Padova’da eğitim görmüş ve Royal Society gibi saygın bilim kurumlarına üye kabul edilmiş kişilerdi. Oysa aynı bilgi, aristokrat bir İngiliz kadının kaleminden çıkınca bir anda kabul görmüş, önce saray çevrelerinde, ardından toplumun üst sınıflarında ilgiyle karşılanmış ve nihayetinde bilimsel otorite tarafından ciddiye alınmış ve Mather sayesinde Atlantik ötesine taşınarak Yeni Dünya’da da meşruiyet kazanmıştı.
Not: Tarihin en büyük ironilerinden biri, yargılayanların çoğu zaman yargıladıklarından çok daha karanlık bir geçmişe sahip olmaları değil midir? Masum insanları cadılıkla suçlayan ve idamlarına zemin hazırlayan, ırkçı ve bağnaz söylemleriyle tanınan vaiz Mather’ın, 1721 yılında Türkler hakkında sarf ettiği “eğitilmesi zor” yönündeki kibirli ve küçümseyici yargıyı tarihin vicdanı önünde geçersiz kılmak bizim elimizde
Amerika'da Variolasyon
Lady Mary, variolasyon yöntemini İngiltere’de tanıtırken muhafazakar çevrelerden tepki görse de, en azından hayatı tehdit altında değildi. Oysa aynı yöntemi Amerika’da savunan din adamı ve bilim insanı Cotton Mather (1663-1728), yalnızca entelektüel değil, fiziksel şiddet tehdidiyle de karşı karşıya kaldı. 14 Kasım 1721 tarihinde üzerinde “Aşıcı hain! Sana çiçek bulaştıracağım!” yazılı bir notla birlikte Boston’daki evine bomba atıldı. Neyse ki bomba patlamadı.
Mather, İngilizlerin Amerika’daki egemenliğini sürdürdüğü kolonyal dönemde (yaklaşık 1607–1776) Massachusetts’te yaşamış; İngiltere Kilisesi’ni Katolik (Latince catholicus, “evrensel”) etkilerinden arındırarak saflaştırmayı amaçlayan Protestan Reform Hareketi’nin bir kolu olan Püriten topluluğunun (purify, İngilizce “saflaştırmak” fiilinden türetilmiştir) önde gelen vaizlerinden biri olarak, Amerikan tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri haline gelmiştir. Katolik Kilisesi'nin aşırı zenginleşmesi, yozlaşması ve siyasi/dünyasal meselelerle giderek daha fazla ilgilenmeye başlaması, birçok din adamının tepkisini çekmiş; bu rahatsızlık Reform hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Mather’ın mirası, dini fanatizmle bilimsel merakı, kölelik ve kolonyal şiddet gibi yapısal adaletsizliklere göz yummayla halk sağlığına yönelik cesur tutumları bir arada barındıran derin çelişkilerle örülüdür. 1692’deki Salem Cadı Davaları’nda çoğunluğu kadın olan 20 kişinin idamla sonuçlanan cadı avını körüklemiş; öte yandan çiçek hastalığına karşı variolasyon yöntemini savunarak halk sağlığı alanında öncü bir rol üstlenmiştir.
Mather’ın Salem Cadı Davaları’ndaki etkisi, Püriten teolojisine dayanan vaazları ve yazılarıyla dolaylı ancak yıkıcıydı. Hukuki süreçte doğrudan yer almasa da, manevi otoritesi ve cadılık tehdidine dair söylemleri, mahkemelerin bakış açısını şekillendirerek Salem’deki histeriyi körükledi ve Amerika tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin önemli figürlerinden biri olmasına yol açtı. Özellikle “görünmez kanıt” (spectral evidence) olarak bilinen, fiziksel delil yerine hayalet görüntülerine dayanan tanıklıkların mahkemelerde kullanılmasına sessizce onay vermesi, adaletsizliği derinleştirdi. Mather, bu tür delillerin dikkatle incelenmesini savunsa da, mahkemelerin bunları kullanmasını engellemedi; bu da masum insanların yalnızca başkalarının iddia ettiği doğaüstü görüntülerle idam edilmesine neden oldu.
Yeni Dünya'nın yerli halkları, Avrupalılarla temas etmeden önce uzun süre izole bir yaşam sürmüşlerdi. Bu durum, onları Avrupa kökenli hastalıklara karşı doğal bağışıklıktan yoksun bırakarak, salgınlarda korkunç kayıplar vermelerine neden oldu. Ne var ki, Afrikalı kölelerin çiçek hastalığı gibi salgınlardan daha az etkilenmesi, köle tacirlerinin gözünden kaçmadı. Tacirler, bu gözlemi Afrikalıları 'daha dayanıklı' bir iş gücü olarak pazarlamak için kullanırken, çoğu zaman ırkçı bir dille, Afrikalıların sözde 'vahşi doğasına' bağladılar.
Bu çarpıcı gözlem, Mather'ın da dikkatini çekti. Afrikalıların çiçek hastalığına karşı gösterdiği direnç, Mather'ı bu toplulukların geleneksel korunma yöntemlerini araştırmaya itti. İşte bu arayış, onu variolasyonla tanıştıracak ve bu yöntem, salgınlarla mücadelede onu tarihin sahnesine taşıyan en önemli adımlardan biri olacaktı.
Mather, 1678’de hafif çiçek hastalığı geçirerek ömür boyu bağışıklık kazandı. Bu durum, sonraki salgın dönemlerinde hem ailesine bakma hem de hastaları ziyaret etme imkanı tanıdı. 1702’de üç çocuğunun hastalığı atlatması ona büyük bir sevinç yaşatırken, 1713’teki kızamık salgını ise ikinci eşini, üç çocuğunu ve bir hizmetçisini kaybetmesiyle büyük bir yıkıma dönüştü. Bu ağır kayıplar, halk sağlığına duyduğu ilgiyi daha da derinleştirdi. Özellikle tıbbi desteğe ulaşamayan yoksul kesimlerin çiçek hastalığına karşı korunabilmesi için, variolasyon yöntemini tanıtan ve adım adım nasıl uygulanacağını sade bir dille açıklayan broşürler hazırladı. Bu sayede hem salgının yayılmasını önlemeyi hem de halk arasında sağlık bilincini ve korunma yöntemlerine dair farkındalığı artırmayı amaçladı.
18. yüzyılda din adamları, toplumun en eğitimli kesimleri arasında yer alıyordu. O dönemde henüz tıp eğitimi veren okullar, meslek birlikleri ya da lisans düzenleyici kurullar oluşmamıştı. Bu nedenle tıbbi bilgi, çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle, deneyimli hekimlerin yanında ediniliyordu. Cotton Mather’ın sahip olduğu tıbbi bilgi, dönemin birçok pratisyen hekiminden geri kalmıyordu; hatta bazı uzmanlara göre, kimi doktorlardan daha donanımlıydı.
Derin bir teoloji bilgisine sahip olan Mather, dini konularda hızlı ve kesin yanıtlar verebilecek bir birikime sahipti. Ancak tıp alanında ise sürekli öğrenmeye açık, sorgulayıcı bir zihniyet geliştirmişti. Bu bilimsel merakı sayesinde, 1713 yılında Londra’daki Royal Society’ye üye seçildi ve bu onura erişen sekizinci Amerikalı kolonist oldu. 1712 ile 1724 yılları arasında Kraliyet Topluluğu’na “Curiosa Americana” (Amerika’nın Nadir Harikaları) başlığı altında seksen iki yazı gönderdi. Bu yazışmalarda, “dünyanın bu bölgesinde meydana gelen tüm yeni ve sıra dışı doğa olaylarını” ayrıntılı biçimde ele aldı. Bu çalışmalarının bir kısmı, Royal Society tarafından yayımlanan ve dönemin en saygın bilimsel yayınlarından biri olan Philosophical Transactions dergisinde yer buldu.
Mather, variolasyon hakkında bir süredir bilgi sahibi olsa da, Timoni'nin detaylı açıklamaları ve özellikle Kraliyet Topluluğu'nun yöntemi onaylayarak yayımlaması, onu Boston'da bu uygulamayı savunmaya yöneltti. 12 Temmuz 1716'da, Dr. John Woodward'a yazdığı mektupta Mather, "Timoni'nin çiçek hastalığının inokülasyon (aşı) yoluyla önlenmesi konusundaki değerli bilgilerini kamuoyuyla paylaştığınız için size minnettarım. Anlattıklarına olumlu yaklaşmanızı bütünüyle destekliyorum. Aslında bu yöntemi Avrupa'da duymadan çok önce, Afrika'dan gelen bir kölemden aylar önce öğrenmiştim." diyerek Onesimus'un hikayesini paylaştı.
Mather, zekasını övdüğü siyahi kölesi Onesimus'a daha önce çiçek hastalığı geçirip geçirmediğini sorduğunda, ilginç bir yanıt aldı: "Hem evet, hem hayır." Onesimus, kendisine uygulanan bir "ameliyat" sayesinde hastalığın hafif bir biçimini geçirdiğini ve böylece ömür boyu korunacağını söyledi. Bu yöntemin Guramantes halkı arasında sıkça uygulandığını, cesaret gösterip bu işlemi yaptıranların artık hastalıktan korkmadığını belirtti. Hatta kolundaki yaranın izini göstererek işlemi ayrıntılarıyla tarif etti. Anlattığı yöntem, Mather'ın daha sonra Timonius'un mektubunda okuduğuyla neredeyse aynıydı.
Mather, binlerce insanın bu korkunç hastalıktan kurtulmak için büyük paralar ödemeye hazır olduğunu bildiği halde, böylesine umut vadeden bir yöntemin İngiltere'de hala denenmemiş olmasına şaşkınlığını Woodward'a dile getirdi. Ona yalvarırcasına, bu girişimi desteklemesini istedi; zira bununla İngiliz tıbbının babası sayılan Dr. Thomas Sydenham'dan (1624–1689) bile fazla hayat kurtarabileceğini düşünüyordu.
Mather kendi adına bir acil eylem planı hazırlayarak, çiçek hastalığı Boston'a yeniden sirayet edecek olursa, Woodward'a derhal hekimlerle bir istişare toplantısı ayarlayıp bu son derece umut vadeden uygulamanın hayata geçirilmesini sağlamaya çalışacağını belirtti. İngiltere'nin bu adımı kendilerinden önce atmasının kendilerine büyük bir cesaret vereceğini de ekledi. Bu mektup, Mather’ın variolasyona duyduğu güveni ve halk sağlığı konusundaki sorumluluk duygusunu açık biçimde yansıtıyordu.
Variolasyon ise dönemin egemen tıbbi görüşü olan hümoral teoriyle (sıvısal denge teorisi) açıkça çelişiyordu. Hümoral anlayışa göre, sağlığı korumanın yolu beden içindeki dört temel sıvının (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dengede tutulmasından geçiyordu. Bu dengeyi sağlamak ve "zararlı maddeleri" bedenden atmak için uygulanan yöntemlerden biri de kan akıtma idi. Osmanlı tıbbında da bu yönteme "fasd" denirdi.
Ancak variolasyon, "hastalıklar bedenden zararlı maddelerin atılmasıyla tedavi edilir" görüşüne aykırı bir yaklaşımdı. Çünkü sağlıklı bir kişiye bilinçli biçimde hastalıklı madde verilmesini öngörüyordu. Bu yönüyle dönemin tedavi anlayışına tamamen ters düşen, son derece sıra dışı ve cesur bir yaklaşımdı. Mather ise bu zıtlığa rağmen yöntemin potansiyeline ikna olmuştu. Özellikle Timoni'nin, "aşı uygulanan hiç kimsenin çiçek hastalığından ölmediği" yönündeki deneysel gözlemi, Mather'ın bilimsel veriye duyduğu ilgiyi pekiştirerek cesaretini artırdı.
Mather’ın güveni, başka kaynaklardan gelen destekleyici bilgilerle daha da güçlendi. Örneğin, bir başka İtalyan asıllı Osmanlı doktoru olan Pylarini, İzmir ve İstanbul’daki variolasyon uygulamalarını araştırmış ve bu konudaki bulgularını Kraliyet Topluluğu’na sunmuştu. Pylarini’nin raporu da Timoni ile büyük ölçüde örtüşmekle birlikte, yöntemin Osmanlı’daki ileri düzey doktorlar tarafından değil, “sıradan, kaba insanlar” tarafından uygulandığını ileri sürüyordu.
1721 Boston Çiçek Hastalığı Salgını
Ancak 27 Mayıs itibarıyla en az sekiz yeni vakanın tespit edilmesiyle salgın hızla yayıldı. Haziran ortasına gelindiğinde hastalık, Boston'un her mahallesine sıçramış, kurulan bekçi sistemi tamamen çökmüştü. Artık cenazeler, sokakların boşaldığı gece saatlerinde gizlice defnediliyordu. Çocukların enfekte bölgelerden uzak tutulması amacıyla okullar belediye binasına taşındı.
Karantina, tecrit ve hijyen gibi bilinen yöntemler, 1721 yazında Boston’u sarsan çiçek hastalığı salgını karşısında yetersiz kalmıştı. Umutsuzluk büyürken, Haziran ayı sonunda Vali Samuel Shute halkı Tanrı’dan af dilemeye çağırarak bir oruç ve dua günü ilan etti. Özellikle 1702’deki son büyük salgından sonra doğanlar ya da şehre yeni gelenler, bağışıklık taşımadıkları için en savunmasız grubu oluşturuyordu.
Mather, 26 Mayıs tarihli günlüğüne “Çiçek hastalığının korkunç felaketi şimdi kasabaya girdi” diye not düştüğünde, durumu yalnızca kayda geçmiyor, aynı zamanda yıllar öncesinden öngördüğü tehlikenin gerçekleştiğini tescilliyordu. Nitekim 1716’da Dr. John Woodward’a yazdığı mektupta dile getirdiği eylem planını artık uygulamanın zamanı geldiğini fark etti.
Araştırmalarını derinleştirdikçe, Boston’daki diğer Afrikalı kölelerin de Onesimus’un anlattığı variolasyon yöntemini bildiklerini ve benzer deneyimlere sahip olduklarını gördü. Mather için bu bilgi, yöntem hakkında yalnızca bireysel bir anlatım değil, kültürel olarak aktarılan kolektif bir deneyim demekti. Artık kendine sıkça şu soruyu soruyordu: “Bu yöntem gerçekten uygulanırsa kaç hayat kurtarılabilir?”
Bu düşünceyle, vakit kaybetmeden hekimlerle bir toplantı düzenleyip variolasyonu resmen tartışmaya açmaya karar verdi.
Mather, variolasyon yöntemini tanıtmak için 6 Haziran'da Boston'daki 14 doktora mektup gönderdi. Bu yazışmalarda, Timonius ve Pylarinus'un raporlarını paylaşarak hekimleri bu yöntemi uygulamaya ve çiçek hastalığına karşı topyekun bir mücadele başlatmaya davet etti. Ancak, Mather'ın bu umut dolu çağrısı başlangıçta yanıtsız kaldı.
23 Haziran'da bir kez daha mektup yazdıysa da sonuç değişmedi. Bunun üzerine Mather, stratejisini değiştirerek bireysel temaslar kurmaya yöneldi. İşte tam bu noktada, kişisel dostu olan Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766), Mather'ın önerisini ciddiye alarak büyük bir riskle bu aşıyı denemeye razı oldu. Böylece 1721 yılında, tarihte Çin'den sonra belgelenmiş ikinci halka açık variolasyon girişimi, Amerika'da Cotton Mather ve Dr. Zabdiel Boylston'ın iş birliğiyle Boston'da başlatılmış oldu.
Boylston, Osmanlı hekimlerinin önerdiği gibi Eylül ayını beklemeden harekete geçti. Günlüğüne şu cümleyi kaydetti: “Halk her gün ölüyordu. Daha fazla gecikmek, Tanrı’nın bize verdiği bu bilgiye ihanet olurdu.” Bu inançla, 26 Haziran 1721’de önce altı yaşındaki oğlu Thomas’a, ardından kölesi Jack ile onun iki yaşındaki oğlu Jackey’e Türk usulü variolasyon uygulayarak Amerika’daki ilk belgelenmiş aşılamayı gerçekleştirdi. Thomas, Amerika kıtasında aşılanan ilk kişi olarak kayıtlara geçerken, Boylston da bu yöntemle tedavi uygulayan ilk hekim olarak tarihe geçti.
Boylston'ın ilk üç hastasında dokuz günün sonunda hastalığın seyrinin hafif atlatılması, ona büyük bir cesaret verdi ve vakit kaybetmeden kolları sıvadı. Salgının en karanlık günlerinde, beş ay gibi kısa bir sürede, kimi kaynaklara göre 247, kimilerine göreyse 287 kişiye variolasyon uyguladı. Türk usulü variolasyon tekniğini zamanla geliştirerek, daha derin kesiler açmaya ve bunları özenle bantlamaya başladı. Hastalarına özel bakım sağladı, ayrıca yan etkileri yönetmeyi öğrendi. Variolasyon uygulanan bu kişilerden yaklaşık %2’lik bir ölüm oranıyla yalnızca altı kişi hayatını kaybedecekti. Oysa hastalığa doğal yolla yakalananlar arasında ölüm oranı %15’e kadar çıkıyordu. Böylece variolasyon, çiçek hastalığına bağlı ölümleri yaklaşık %87’ye varan bir oranla azaltma potansiyelini çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Ancak Mather'ın variolasyonu savunma çabaları ve Boylston'ın bu uygulamaları, halk arasında kısa sürede ciddi bir direnişle karşılaştı.
Halk arasında korku ve öfke hızla yayıldı. Kimileri, aşılama yoluyla yeni salgınların ortaya çıkabileceğinden endişe duyarken, büyük bir kesim bulaşıcı hastalıkların Tanrı'nın bir sınavı olduğuna ve bu tür tıbbi müdahalelerin ilahi iradeye karşı gelmek anlamına geldiğine inanıyordu. Bazıları ise, kökeni Afrika, Asya ve Orta Doğu'ya dayanan bu yöntemi "putperestlere ait" bir uygulama olarak görüp Hristiyanlara uygun olmadığını iddia etti.
Boylston, variolasyon uygulamalarına başladığında kamuoyunun gözünde adeta bir halk düşmanına dönüştürüldü. Ailesi ölümle tehdit edildi, kendisi linç edilmekle korkutuldu. Toplumsal öfke o denli büyüktü ki, evine ilkel bir el bombası dahi atıldı. 1721'de kısa süreliğine tutuklansa da, yalnızca hükümet izniyle aşı yapacağına dair söz vermesi koşuluyla serbest bırakıldı. Ancak Boylston tüm bu baskılara rağmen geri adım atmadı; can güvenliği tehdit altındayken bile variolasyon uygulamalarını gizlice sürdürdü. Not defterine o zorlu günleri şöyle yansıttı: "Her aşıda kendi ölümümü düşündüm... Ama Tanrı bana cesaret verdi." Neyse ki bu zorlu süreci sağ salim atlatmayı başardı.
Boylston'ın çabaları kısa sürede meyvesini verdi. 22 Şubat 1722'de Boston'da yeni bir çiçek hastalığı vakasına rastlanmadığı resmen ilan edildi ve salgın sona erdi. Boylston'ın istatistiksel verilerle desteklediği bu çalışma, modern aşılama tekniklerinin temelini atan ilk önemli adımlardan biri oldu. Boston'daki bu başarısı Atlantik'in ötesine, İngiliz kraliyet ailesinin kulağına kadar ulaştı. 1723 yılında, tıbbi başarıları ve variolasyonun hayat kurtaran etkileri nedeniyle Kral I. George tarafından Londra'ya davet edildi. Orada, variolasyonun bilimsel sonuçlarını doğrudan kral ve danışmanlarına sundu.
Cesareti ve bilime duyduğu kararlı bağlılık takdirle karşılandı; bu nedenle kraliyet nezdinde onurlandırıldı. Bu kabul, Afrika ve Osmanlı kökenli variolasyon yönteminin Batı tıbbında resmen tanınması ve bilimsel bir dayanak kazanması açısından kritik bir gelişmeydi. Kral I. George'un desteğiyle, Boylston'ın başarıları daha da resmi bir onayla taçlandı. 1726 yılında, prestijli Royal Society üyeliğine seçildi.
Diplomasız Dr. Boylston, Diplomalı Dr. Douglass’ın Sert Muhalefetiyle Karşılaştı
Zabdiel Boylston (1679–1766), Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı John Adams'ın (1735–1826) büyük amcası olmasının yanı sıra erken dönem Amerikan tıp tarihinde variolasyonun tanıtılması, safra kesesi taşlarının çıkarılması ve meme tümörlerinin cerrahi müdahaleyle alınması gibi pek çok cerrahi uygulamada tarihe geçen önemli ilkleri gerçekleştirmiş etkili bir figürdür. Dönemin kısıtlı tıp eğitimi olanakları ve Kuzey Amerika’da ilk tıp okulunun 1765 yılına kadar kurulmamış olması nedeniyle, doktorluk mesleğini İngiltere doğumlu bir cerrah olan babası Thomas Boylston’ın (1644–1695) yanında, herhangi bir akademik diploma edinmeden, çıraklık yaparak öğrendi. 18. yüzyılda cerrahlık, akademik eğitim almış hekimliğe kıyasla daha alt bir meslek olarak görülüyordu. Hekimler genellikle üniversite eğitimi ve teorik bilgilerle ön plana çıkarken, cerrahlar daha çok pratik müdahalelerle sınırlıydı. Hatta birçok esnaf, dişçi veya berber de cerrahi işlemler yapabiliyordu. Modern cerrahi tekniklerin henüz emekleme aşamasında olduğu bu çağda, cerrahlık daha çok ampütasyon (uzuv kesme), kan alma (hacamat) ve yüzeysel yaraların tedavisi gibi basit ve riskli uygulamalarla sınırlıydı.
Boylston’un Boston’daki meslektaşı, çiçek hastalığına karşı variolasyona en sert muhaliflerden biri olan Dr. William Douglass (1691–1752), Edinburgh Üniversitesi diplomasını adeta bir asalet nişanı gibi taşıyor; kendisini akademik çevrelerin sözcüsü ve bilimin yegane temsilcisi olarak konumlandırıyordu. İskoçya doğumlu oluşu ve "ana karadan" gelmiş olması da Douglass’ın gözünde ona ayrı bir entelektüel ve kültürel bir üstünlük sağlıyordu. Boylston’un resmi bir tıp diploması olmaksızın çıraklık yoluyla yetişmiş olmasını her fırsatta vurguluyor, onu adeta bir zanaatkar gibi küçümsemek için “doktor” yerine “cerrah” ya da “pratikçi (uygulamacı)” gibi ifadeler kullanıyordu.
Douglass, Boylston’u sanki “şöhret peşinde koşan bir maceraperest” gibi nitelendiriyor, variolasyonu “bilimsel olmayan” ve “tehlikeli” bir yöntem olarak görüyor, hani bir Afrika büyüsüymüş gibi küçümsüyordu. Ona göre, yöntemin Afrika kökenli köle Onesimus’tan öğrenilmiş olması, sanki “kölelerin karanlık batıl inançlarına” dayanıyormuşçasına tıp biliminin itibarını zedeliyordu. Douglass neredeyse Boylston’u “tıbbı berbat ellerle kirleten, diplomasız bir maceraperest” gibi resmetmekten geri durmuyordu.
Bu eleştiriler, Douglass’ın dağıttığı tıbbi broşürlerle sınırlı kalmadı; görüşleri, Franklin ailesinin yönettiği The New-England Courant gazetesinde de yankı buldu. Zaten açıkça aşı karşıtı bir çizgi izleyen gazete, alaycı üslubuyla kamuoyunda karşıtlığı körüklüyor; “diplomalı hekim” kimliğiyle Douglass’ın söylemlerini, “cadı avcısı” Mather’a karşı akademik bir koz gibi sunuyordu.
Hem Douglass hem de gazete, Boylston ile Mather’ı halkı boş umutlarla kandırmakla suçluyor; Boylston’un aşılamayı yaygınlaştırma çabasını ise, salgını körükleme riski taşıdığı gerekçesiyle “sorumsuzluk” olarak nitelendiriyorlardı.
Mather ve Boylston’ın variolasyon çabaları, toplumda öyle yoğun bir öfke yarattı ki, sonunda evlerine atılan bombalarla bu şiddet doruk noktasına ulaştı. Bu tepki, Mather’ın geçmişte dile getirdiği aşağılayıcı görüşlerle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Zira o, bir zamanlar Türkleri “kadercilikleri nedeniyle eğitilmesi zor hayvanlar” olarak görmüş, Doğu toplumlarını irrasyonel ve geri kalmış saymıştı. Ne var ki şimdi, “akılcı” ve “medeni” kabul ettiği kendi toplumu, bilimsel bir yönteme karşı çok daha yıkıcı, çok daha ilkel bir tepki sergiliyordu.
Yaşananlar, Mather'ı sarsıcı bir gerçekle yüz yüze getirmeliydi: Cehaletin ne ırkı, ne rengi ne de milliyeti vardı. Gerçek direnç, aklın sesine kulak tıkayan, kanıtın önünde gözlerini bilinçli biçimde kapatan zihinlerden yükseliyordu. Asıl eğitilmesi zor olanlar, hakikate karşı bu inatçı körlüğü sergileyenlerdi. Bu derin kavrayış, onun içinde bir zihinsel kırılma yaratıp düşünce dünyasında köklü bir dönüşümün kapısını aralayabilirdi.
Ne var ki bu felsefi uyanış, Mather'ın ruhunda beklenen o köklü dönüşümü ne yazık ki yaratmadı. Bu paha biçilmez bilginin halka ulaşmasında başrol oynayan kölesi Onesimus, nihayet katkılarının karşılığında özgürlüğünü talep ettiğinde, Mather bu çağrıya sessiz kaldı. İnsanlığı kurtarma gibi büyük bir iddiada bulunurken, yanı başındaki bir insanın zincirlerini çözmekten kaçınan Mather, kendi vicdanıyla yüzleşmedi. Bilgiyi taşıyan kişiye özgürlüğü çok gören bu tavır, Mather'ın ahlaki değerlerinin bu noktada ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koydu. Bu durum, insanlığın ilerlemesi söyleminin ardındaki büyük bir çelişkiyi de gözler önüne serdi: Aydınlanmayı savunurken, en temel insan hakkına gözlerini kapatan bir ikiyüzlülükle tarihe geçti.
Mather’ın mektuplarına yanıt vermeyen hekimlerin çekimserliğinde, hem Salem cadı yargılamalarındaki tartışmalı geçmişi hem de variolasyon yöntemine duyulan derin güvensizlik belirleyici olmuştu. Özellikle İskoçya doğumlu doktor William Douglass (1691–1752), variolasyonu “sahte bir tedavi” olarak damgalamış ve uygulamanın halk sağlığına zarar vereceğini savunmuştu.
Bu karşıtlığın temelinde, dönemin değişen dünya görüşleri yatıyordu. Mather, variolasyonu Tanrı’nın insanlığı korumak için sunduğu gizemli bir armağan olarak görüyordu; Douglass ise daha seküler bir bakış açısıyla, dini inançlardan bağımsız, akılcı ve dünyevi ölçütlerle yaklaşıyor, yöntemin doğasını ve uygulanma biçimini eleştiriyordu. 18. yüzyılda ivme kazanan sekülerleşme süreci, hastalıkların ilahi cezalarla açıklanmasında dinin belirleyiciliğini zayıflatmış ve bu da Mather ile Douglass’ı karşıt düşünce kutuplarına itmişti.
Douglass, variolasyon yöntemine yalnızca tıbbi gerekçelerle değil, kökeninin “vahşi Afrika” geleneklerine dayandığı inancıyla da alenen küçümseyerek yaklaşıyordu. Ona göre bu uygulama, Batı’nın gelişmiş tıp bilgisiyle kıyaslandığında ilkel, batıl inançlara dayalı ve adeta büyüyü andıran bir yöntemdi. Douglass'ın kibirli zihni, “medeniyetin beşiği” olarak gördüğü Avrupa’da bilimin üretildiğine dair değişmez bir inanca dayanıyordu. Bu yüzden, özellikle Afrikalılardan tıbbi bir yenilik çıkabileceği fikrine tümüyle kapalıydı.
Dr. Boylston’ın uyguladığı aşılamanın bilimsel geçerliliğini tartışmaya açan Douglass, şifanın Tanrı’dan gelen kutsal bir lütuf olduğuna inanan Mather gibi din adamlarının tıbbi alana müdahalesine de sert biçimde karşı çıkıyordu. Ona göre, tıp alanında uzman olmayan birinin—hele ki bir vaizin—bir hekime sağlık konusunda yol göstermeye kalkışması kabul edilemezdi. Bu tutum, dönemin şekillenmekte olan profesyonel tıp anlayışını ve tıbbi bilginin yalnızca uzmanlar tarafından icra edilmesi gerektiği düşüncesini yansıtıyordu. Bir bakıma, Douglass’ın bu tavrı, günümüzde “herbokolog” olarak nitelenen, her konuda söz sahibi olmaya çalışan kişilere yönelik eleştirinin erken bir yansımasıydı.
Tarihin acımasız ironisiyle, 1692 Salem cadı yargılamalarında karanlık bir rol oynayan Mather, bu kez Afrika kökenli variolasyon yöntemini savunduğu için 'büyücülük' suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Sanki geçmişin gölgeleri, şimdinin aynasında ona kendi çelişkilerini gösteriyordu.
Nitekim salgının ardından ortaya çıkan etkileyici sonuçlar, halk arasında derin tartışmalara yol açtı. Bir zamanlar variolasyonun en sert muhaliflerinden olan Dr. Douglass bile fikrini değiştirerek yöntemin yararlarını kabul etti. 1749’da yayımladığı A Summary, Historical and Political, of the First Planting, Progressive Improvements, and Present State of the British Settlements in North America (Kuzey Amerika’daki İngiliz Yerleşimlerinin İlk Kuruluşu, Aşamalı Gelişmeleri ve Mevcut Durumunun Tarihsel ve Politik Özeti) adlı eserinde halkı aşılama konusunda teşvik etti. Ancak bilimsel ilerlemeye rağmen, çiçek hastalığını Tanrı'nın gazabı olarak gören tutucu çevreler, variolasyonu kutsal iradeye karşı bir müdahale saymaya devam etti. Bu dini gerekçeli direniş o kadar güçlüydü ki, bazı bölgelerde aşılamaya doğrudan yasak getiren kanunlar çıkarıldı.
Amerikan Basınının Salgınla İmtihanı
1721'de Boston'da James Franklin (1697-1735) tarafından kurulan The New-England Courant (Yeni İngiltere Gazetesi), Amerikan kolonilerinde otoriteyi açıkça eleştiren ilk bağımsız gazete olarak tarihe geçti. Gazete, çiçek hastalığı salgını sırasında yalnızca gelişmeleri aktarmakla yetinmedi; variolasyon tartışmalarında açıkça taraf olarak halk sağlığına dair fikirlerin şekillenmesinde etkili oldu. Mather'ın aşı kampanyalarını alaycı bir üslupla eleştiren yayınlarıyla Courant, Amerikan basın tarihinde bir sağlık krizinin kamuoyuna yansıtıldığı (ve hatta yer yer kışkırtıldığı) ilk önemli örneklerden biri oldu. Courant’ın tutumu, bilimsel yeniliklere karşı toplumsal direnci gözler önüne sererken, basının kamuoyu üzerindeki etkisini gösteren erken ve çarpıcı bir örnek oluşturdu. Ancak bu cesur yayın çizgisi, James Franklin için ağır sonuçlar doğurdu. 1722’de vali karşıtı bir yazı nedeniyle hapse atılması, sadece onun kişisel bir bedel ödemesi değil, aynı zamanda Amerikan basın özgürlüğü tarihinin dönüm noktalarından biri olarak kayıtlara geçti.
James Franklin, matbaacılık faaliyetlerini küçük kardeşi Benjamin Franklin (1706–1790) ile birlikte, eşi Ann Smith Franklin’in (1696–1763) desteğiyle yürütüyordu. Benjamin, henüz 12 yaşındayken James’in yanına çırak olarak girdi; kısa sürede yalnızca dizgi işlerinde değil, yazarlıkta da oldukça ustalaştı.
Benjamin 16 yaşına geldiğinde, “Silence Dogood” (Sessizce İyilik Yapan) takma adıyla yazdığı hicivli mektuplarla Courant gazetesinde büyük dikkat çekti. Bu yazılar, özellikle Mather ve Boylston’ın variolasyon (aşı) çalışmalarını alaya alırken, aynı zamanda halkın aşıya dair korku ve önyargılarını da gözler önüne seriyordu. O dönemde genç Benjamin, 1752 yazında fırtınada uçurtmasına bağladığı anahtarla yıldırımın elektriksel doğasını keşfettiğinde, henüz ne paratonenin mucidi olacağını biliyordu ne de 24 yıl sonra, 1776'da Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayarak yalnızca Amerika’nın Kurucu Babalarından biri değil, aynı zamanda “ilk Amerikalı” olarak anılacağını.
James'in 1735’te vefat etmesinin ardından matbaayı devralan Ann, Amerika’nın ilk kadın gazete editörü ve yayıncısı olarak tarihe geçti.
Fransız devlet adamı Anne Robert Jacques Turgot’nun (1727–1781) Benjamin Franklin için söylediği gibi, o “göklerden şimşeği, tiranlardan asayı çalan” bir dehaydı. Paratoneriyle doğanın öfkesini dizginleyen, Amerikan Bağımsızlığı’yla özgürlük meşalesini yakan Franklin, yaşamını bilime ve insanlığa adamıştı. Ancak hayatının en çarpıcı ironilerinden biri, gençliğinde küçümsediği ve alay ettiği bir bilimsel yöntemin—çiçek hastalığına karşı uygulanan variolasyonun—ilerleyen yıllarda en güçlü savunucularından biri haline gelmesiydi.
1736’da Franklin, dört yaşındaki oğlu Francis Folger’ı çiçek hastalığı nedeniyle kaybetti. Aşılatmayı planlamıştı; ancak çocuğun geçici bir rahatsızlığı nedeniyle bunu ertelemişti. Bu trajik kayıp, onun hayatında silinmez bir iz bıraktı. Otobiyografisinde bu acıyı şu sözlerle dile getirir:
“1736’da dört yaşındaki oğullarından birini, yaygın şekilde bulaşan çiçek hastalığı nedeniyle kaybettim. Ona variolasyon yaptırmadığım için uzun süre büyük bir pişmanlık duydum ve hala duyuyorum... Benim örneğim gösteriyor ki pişmanlık her iki durumda da aynı olabilir ve bu yüzden daha güvenli olan seçenek tercih edilmelidir.”
Zamanla Franklin, variolasyonun yalnızca savunucusu değil, aynı zamanda halk sağlığı adına etkili bir sözcüsü haline geldi. 1774’te Londra’dan oğlu William Franklin’e yazdığı bir mektupta, torunu Temple Franklin’in çiçek aşısı olduğunu öğrenmenin kendisini çok mutlu ettiğini belirterek, bu yöntemi artık yalnızca desteklemediğini, içtenlikle benimsediğini de ortaya koyuyordu.
Tarihin İlk Biyolojik Silahı: Kızılderililere Karşı Kullanılan Çiçek Hastalığı
18. yüzyılın ortalarında Kuzey Amerika, İngilizler ile Fransızlar arasında kıtanın hakimiyeti uğruna verilen amansız bir mücadeleye sahne oldu. Kıtanın kaderi, sömürge imparatorluklarının gölgesinde yeniden çiziliyordu. 1756–1763 yılları arasında süren Yediyıl Savaşı, İngilizlerin zaferiyle sona erdi ve 1763 Paris Antlaşması’yla Fransa, Kanada ile Büyük Göller bölgesini İngilizlere terk etti. Ancak bu zafer, yeni bir çatışmayı tetikledi: Yerli Amerikalı kabilelerin İngiliz egemenliğine karşı başlattığı Pontiac İsyanı (1763–1766). Bu isyan sırasında, İngiliz ordusu tarihin en tartışmalı ve ahlak dışı stratejilerinden birini hayata geçirdi: Çiçek hastalığını biyolojik silah olarak kullanmak.
Pontiac İsyanı ve Fort Pitt Kuşatması
İsyan, Ottawa reisi Obwaandi’eyaag ya da daha çok bilinen adıyla Pontiac’ın (1720–1769) önderliğinde, İngilizlerin Yerli Amerikalılara yönelik adaletsiz ve sömürücü politikalarına karşı gelişen bir direniş hareketiydi. İngilizlerin kürk ticaretine getirdiği kısıtlamalar, kabilelerle yapılan antlaşmaları ihlal etmesi ve sistematik arazi gaspları; Delaware (Lenape), Shawnee, Ottawa, Huron (Wyandot), Seneca ve Miami gibi kabileleri ortak bir direnişte birleştirdi. 1763 yazında bu kabileler, Fort Pitt’i (bugünkü Pittsburgh, Pensilvanya) kuşatarak İngiliz garnizonunu zor durumda bıraktı.
Pontiac yalnızca siyasi bir önder değil, aynı zamanda halkının maruz kaldığı adaletsizliğe karşı bir direniş sembolüydü. Bu adaletsizliğe karşı başlattığı isyan, onun liderlik yeteneğini ve farklı kabileleri birleştirme gücünü tarih sahnesine taşıdı. Günümüzde Pontiac'ın adı, genellikle yerli halkların sömürgeci yıkımı karşısındaki öfkesini ve acısını dile getirdiğine inanılan şu güçlü sözlerle anılır:
“Bir İncil ve kendi dinleriyle geldiler,
topraklarımızı çaldılar,
Ruhumuzu paramparça ettiler ve şimdi de
kurtarıldığımız için
Tanrı’ya şükretmemiz gerektiğini söylüyorlar.”
They came with a Bible and
their religion, stole our land,
crushed our spirit, and now
tell us we should be thankful
to the Lord for being saved.
Lord Jeffery Amherst’in Ölümcül Planı
Kuzey Amerika’daki İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı Lord Jeffery Amherst (1717–1797), Yerli direnişini bastırmak için radikal bir öneride bulundu: Çiçek hastalığını bilinçli biçimde yayarak “Kızılderili meselesini” kökünden halletmek. 16 Temmuz 1763’te Albay Henry Bouquet’ye (1719-1765) yazdığı mektupta, “Bu iğrenç ırkı imha etmek için çiçek hastalığını yaymayı deneyemez miyiz?” diye sorarak hastalığı biyolojik bir silah olarak kullanma fikrini açıkça dile getirdi. Yerli Amerikalıları “aşağılık” sıfatıyla tanımlayan Amherst, çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniyelerin dağıtılmasını özellikle önerdi. lbay Bouquet de bu öneriye olumlu yaklaştığını, "battaniyelerle hastalığı yaymayı deneyeceğini" yazdı.
Fort Pitt’te Biyolojik Savaş
Amherst’in emriyle Fort Pitt’in komutanı Yüzbaşı Simeon Ecuyer, 24 Haziran 1763’te Delaware temsilcileriyle yaptığı görüşmede onlara “hediye” adı altında çiçek hastanesinden alınmış iki battaniye ve bir mendil verdi. Olay, Fort Pitt’te görevli kürk tüccarı William Trent’in (1715–1787) günlüğünde açık biçimde yer aldı: “Bu battaniyelerin onlara hastalığı bulaştırmasını umuyoruz.” Çiçek mikrobu taşıyan eşyaların kasıtlı olarak verildiği bu girişim, Ecuyer’in uygulaması ve Lord Jeffery Amherst’in (1717–1797) yazılı onayıyla birlikte tarihin ilk belgelenmiş biyolojik savaş örneklerinden biri olarak kayıtlara geçti.
Çiçek Hastalığının Yıkıcı Etkisi
Fort Pitt’teki battaniye dağıtımının doğrudan kaç ölüme yol açtığı bilinmiyor, çünkü çiçek hastalığı zaten bölgede dolaşıyordu. Ancak, Avrupa’dan gelen bu hastalık, bağışıklığı olmayan Yerli Amerikalılar üzerinde korkunç bir yıkım yarattı. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, çiçek hastalığı, veba, kızamık ve grip gibi Avrupa kaynaklı salgınlar, Yerli nüfusun %80–95’ini yok etti.
Örneğin:
Kimi tarihçiler, Fort Pitt olayının bölgesel bir salgını tetiklediğini, ancak genel yıkımın daha geniş salgınlarla bağlantılı olduğunu savunuyor. Tahminlere göre, 1763–1764 yıllarında Ohio Vadisi’nde binlerce Yerli Amerikalı çiçek hastalığından öldü, ancak kesin sayı bilinmiyor.
Yeni Dünyada Yaşanan Genel Nüfus Kayıpları
1492 öncesinde Amerika kıtasında 50–100 milyon arasında Yerli nüfus olduğu tahmin ediliyor. 19. yüzyıl başında bu sayı 1 milyonun altına düştü. Çiçek hastalığı, bu dramatik düşüşün başlıca nedenlerinden biriydi.
Örneğin:
Biyolojik Savaşın Mirası
Fort Pitt olayı, modern biyolojik savaşın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir. Amherst’in ırkçı söylemi ve kasıtlı hastalık yayma stratejisi, koloniyal şiddetin ahlaki sınırlarını ortaya koyar. Bu olay, sadece bir askeri taktik değil, aynı zamanda Yerli Amerikalıların “imhasını” hedefleyen bir soykırım politikası olarak değerlendirilir.
Amherst’in adı, bu karanlık miras nedeniyle günümüzde tartışmalı. Amherst College, 2016’da maskotu “Lord Jeff”i kaldırdı; Kanada’daki Amherst kasabası, 2019’da adını değiştirme sürecine başladı. Yerli Amerikalı topluluklar, bu olayın soykırım tarihinin bir parçası olduğunu savunuyor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın Kaderini Değiştiren Gizli Silah: Çiçek Aşısı
Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775–1783) sadece cephedeki çarpışmalarla değil, aynı zamanda çiçek hastalığının yıkıcı gölgesi altında şekillendi. Bu salgın, sivillerin yanı sıra ordunun da en amansız düşmanı haline gelmişti.
O dönemde variolasyon (çiçek aşılaması) biliniyor olsa da, yalnızca bireysel isteğe bağlı olarak uygulanıyordu. Dini gerekçelerle duyulan çekinceler hala etkisini sürdürüyordu. Ayrıca en büyük endişelerden biri, aşılama yoluyla hastalığın kontrolsüz bir şekilde yayılabileceği düşüncesiydi. Böylece ordu, yalnızca düşmanla değil, görünmeyen bir tehdit olan salgınla da mücadele etmek zorunda kaldı. Amerikan kuvvetlerinin Quebec’i ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış, yaşanan ağır kayıpların ardından orduda salgın korkusu artmış ve bireysel aşılama uygulamaları dahi askıya alınmıştı.
Osmanlı'da Çiçek Hastalığı ve Variolasyon: Bilimin Doğudan Batıya ve Sonra da Tekrar Batıdan Doğuya Yolculuğu
Çiçek hastalığı, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yüzyıllar boyunca yıkıcı etkiler yaratmış; saraydan halkın en alt tabakalarına kadar geniş kesimleri etkilemişti. Ancak Batı dünyasının pek çok bölgesinden farklı olarak, Osmanlı coğrafyasında bu hastalığa karşı variolasyon —Osmanlıca adıyla telkih-i cüderî— olarak bilinen, ilkel ama etkili bir bağışıklık yöntemi özellikle Batı Asya toplulukları arasında köklü bir gelenek halinde uygulanmaktaydı. Tecrübeli yaşlı kadınların öncülük ettiği bu uygulamada, küçük gruplara kontrollü bir şekilde hastalık bulaştırılarak bedenin tepki vermesi sağlanırdı. Bugünkü anlayışla bu süreci “bağışıklık kazanımı” olarak tanımlasak da, o dönemlerde bu yöntem daha çok “hastalığa karşı korunma” fikrine dayanıyordu.
Ne var ki yöntemin taşıdığı riskler, geleneksel tıp anlayışına meydan okuyan radikal niteliği ve zaman zaman “batıl” bir ritüel olarak algılanması; toplumda kimi zaman korkuyla, kimi zaman küçümsemeyle karşılanmasına yol açtı. Bu önyargılar, variolasyonun hak ettiği değeri kazanmasının önünde görünmez bir duvar ördü. Osmanlı'nın kendi topraklarında dünyaya yayılan bu öncü tıp mirası, bir yandan halk sağlığı açısından büyük bir başarıya işaret ederken, diğer yandan toplumsal önyargılar ve ihmalin gölgesinde kalmış trajik bir hikaye olarak tarihe geçti.
Variolasyon, Osmanlı’ya yaraşır bir tarihi serüvenle bilimin en dramatik danslarından birine sahne oldu. Osmanlı topraklarına kadar ulaşmış, yüzyılların bilgi ve deneyimiyle yoğrulmuş sade, etkili ve güvenilir bu şifa yolu, merkezi otoritenin dahi fark edemediği bir sessizlik içinde filizlenirken, Lady Mary’nin Mehter marşını andıran kararlı adımlarıyla Batı’ya ulaştı ve İngiltere’ye taşındı.
Ancak Batılı hekimler, Osmanlı topraklarında sade biçimde uygulanan bu Türk usulü variolasyon yöntemini kendi tıbbi yaklaşımlarıyla harmanlayarak, karmaşık ve riskli bir hale getirdiler. Aşılama sürecine, Osmanlı'da da "fasd" denilen, hastayı bayıltıncaya dek kan akıtarak bedeni "saflaştırma" uygulamasının ardından variolasyonu tatbik etmeleri, yöntemi karmaşık ve riskli hale getirdi. Oysa özünde güvenli olan variolasyonun doğası bu şekilde bozuldu; çünkü enfeksiyona karşı dirençli olması gereken beden, hastalıkla karşılaşmadan önce zayıflatılmış oluyordu.
1701 yılında İstanbul’da patlak veren büyük çiçek salgını sırasında, Emanuel Timoni, halk arasında uygulanmakta olan çiçekleme yöntemlerine doğrudan tanıklık etmiş, bu uygulamayı yerinde gözlemleme imkanı bulmuştu. 1712'de Fransız seyyah Aubry de La Motraye (1674–1743) ile İstanbul'da tanışmasıyla her şey değişti. La Motraye'nin özellikle Çerkez topluluklarında gözlemlediği aşılama uygulamalarını Timoni’ye aktarması üzerine, Timoni bu bilgileri raporlaştırmaya karar verdi. Böylece, 1712'nin mayıs ayında "Historia Variolarum, quae per insitionem excitantur" (Aşı yoluyla ortaya çıkarılan çiçek hastalıklarının hikayesi) başlıklı Latince raporunu kaleme aldı. Bu raporun La Motraye aracılığıyla Avrupa'ya ulaşmasıyla birlikte, variolasyonun (çiçekleme) Doğu'dan Batı'ya uzanan bilimsel yolculuğu da resmen başlamış oldu.
Aynı yıl İngiltere'ye dönen Dr. Edward Tarry of Enfield'in gözlemleri de Timoni'nin raporunu destekler nitelikteydi. Tarry, İstanbul'daki Beyoğlu ve Galata bölgelerinde 4.000'den fazla kişinin variolasyon yöntemiyle aşılandığına tanık olduğunu belirtmişti. Bu durum, çiçeklemenin aslında Osmanlı topraklarında halk arasında ne denli köklü ve yaygın bir uygulama olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Osmanlı toplumunda halk arasında yaygın olarak kullanılan variolasyon yöntemi, çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırmada erken bir teknik olarak bilimsel açıdan büyük bir potansiyele sahipti. Ancak bu yöntem, saray çevresi ve dönemin önde gelen hekimleri tarafından benimsenmedi Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’ndan tıp tarihçisi Prof. Dr. Nuran Yıldırım, bu durumu sorguluyor ve nedenlerini anlamaya çalışıyor. Peki, variolasyon sarayda neden kabul görmedi? Bu soruyu tarihsel olaylar ve olasılıklar ışığında inceleyelim.
10 Nisan 1708’de Padişah III. Ahmed çiçek hastalığına yakalandı. O dönemde halk arasında variolasyon—yani hastalığı hafif geçirmeyi sağlamak için kontrollü bir şekilde bulaştırma yöntemi—yaygın biçimde uygulanıyordu. Özellikle başkent İstanbul’da binlerce kişiye variolasyon uygulandığı, Avrupa’ya gönderilen raporlarda yabancı hekimler tarafından da bildirilmişti. Bağışıklık sağlamada etkili olduğu bilinen bu yöntem, buna rağmen sarayda kullanılmadı. Bu durum, variolasyonun saray çevresinde bilinmediği ya da bilinmesine rağmen tercih edilmediği sorusunu akla getiriyor.
Bir dönem padişahın özel hekimliğini de yapmış olan Dr. Emanuel Timoni’nin, variolasyonla ilgili gözlemlerini, Padişah III. Ahmed’in hastalığından ancak dört yıl sonra, 1713 yılında İngiltere’de yayımlamış olması oldukça düşündürücüdür. Timoni bu bilgileri saray çevresiyle hiç paylaşmadıysa, neden paylaşmadı? Paylaştıysa, neden ciddiye alınmadı? Saray hekimleri, halk arasında yaygın biçimde uygulanan bu yöntemi “yeterince bilimsel” bulmadıkları için mi görmezden geldiler? Yoksa bu sessizliğin ardında mesleki rekabet, geleneksel hiyerarşi, saray protokolünün katılığı ya da sosyal önyargılar gibi daha karmaşık dinamikler mi vardı?
Dönemin tanınmış saray hekimleri olan Tobias Cohn (1652–1729) ve Daniel de Fonseca (1672–yak. 1740) gibi Musevi kökenli doktorlar, büyük olasılıkla variolasyon yönteminden haberdardılar. Özellikle Fonseca, Avrupa’daki bilim insanlarıyla yakın ilişkiler kurmuş, çağının entelektüel ortamıyla temasta bir hekimdi. İstanbul’da bu yöntemin yaygın biçimde uygulandığı dönemde, onun bu pratiği gözlemlemiş olması oldukça muhtemeldir. Peki öyleyse, neden bu yöntemi padişaha önermediler?
Bu sorunun ardında birkaç olası açıklama yer alabilir:
Bilimsel İtibar Kaygısı: Saray hekimleri, variolasyonu halk arasında gelişmiş geleneksel bir pratik olarak değerlendirip “bilimsel yeterlilikten yoksun” bulmuş ya da küçümemiş olabilirler.
Mesleki Rekabet: Dönemin saray hekimleri arasında yaşanan mesleki rekabet de variolasyonun göz ardı edilmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Halk hekimliğinden gelen ya da azınlık gruplar tarafından uygulanan bu tür yöntemlerin sarayda kabul görmesi, yerleşik otoritelerin kendi konumlarını zedeleyebileceği endişesini doğurmuş olabilir. Bu nedenle, variolasyonun bilinçli bir şekilde dışlanmış olması güçlü bir ihtimaldir. Hatta Dr. Emanuel Timoni'nin bu bilgileri saraya taşıması, diğer hekimler tarafından kendi prestijlerine bir tehdit olarak algılanmış ve gözlemlerinin görmezden gelinmesine yol açmış bile olabilir.
Saray Protokolü ve Hiyerarşi: Osmanlı sarayı, çok katı kuralları ve köklü gelenekleriyle biliniyordu. Bu durum, "aşağıdan", yani halktan veya daha alt sosyal tabakalardan gelen bir bilginin ya da uygulamanın doğrudan padişaha veya üst düzey saray çevresine ulaşmasını zorlaştırıyordu. Böyle bir bilginin saraya kabul edilmesi, mevcut düzende sorunlara yol açabilirdi. Dahası, çiçekleme gibi bir uygulamanın saray katına ulaşabilmesi için geçmesi gereken bürokratik ve toplumsal süzgeçler, bilginin iletimini yavaşlatmış, hatta tamamen sekteye uğratmış olabilir.
Dini ve Felsefi Kaygılar: O dönemde, bazı dini yorumlara göre deriye dışarıdan madde enjekte etmek, özellikle Tanrısal düzeni “zorlamak” olarak yorumlanabiliyordu. Variolasyon gibi “doğal seyri değiştiren” yöntemler bu nedenle ahlaki veya teolojik gerekçelerle reddedilmiş olabilir.
Ayrıca, İngiltere Krallığı'nın İstanbul’daki büyükelçisinin eşi olan Lady Mary Wortley Montagu’nun, 1718 yılında çocuğunu variolasyon yöntemiyle aşılatmış olması, bu uygulamanın başkentte hem bilindiğini hem de yaygın biçimde uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir olayın saray çevrelerinin tamamen bilgisi dışında gerçekleşmiş olması pek olası görünmemektedir. Buna rağmen hanedanın, variolasyonu kendi bünyesinde uygulamayı tercih etmemesi, sarayın bu yönteme karşı bilinçli bir mesafe koyduğunu düşündürmektedir.
Variolasyonun sarayda benimsenmemesi, yalnızca bir tıbbi tercih meselesi değil, aynı zamanda Osmanlı’da bilgiye yüklenen anlamı, geleneksel tıp anlayışıyla modernleşme arayışları arasındaki gerilimi ve sarayın halktan giderek uzaklaşan konumunu da yansıtır. Halk arasında etkili sonuçlar veren bu uygulama, saray çevrelerinde mevcut sosyal yapı, hekimlerin tutucu tutumu ve dönemin bilimsel yaklaşımları nedeniyle görmezden gelinmiş ya da dışlanmış görünmektedir. Bu durum, sadece o dönemin tıbbi uygulamalarını değil, aynı zamanda Osmanlı toplumunda bilginin nasıl algılandığını, kimler tarafından değerli bulunduğunu ve toplumsal konumun bilginin yayılmasını nasıl etkilediğini de açıkça gösterir.
Belki de kimi zaman çözüm göz önündedir de kimse fark etmez — tıpkı burnun üzerindeki gözlüğü fark edememek gibi. Ya da kolay erişilebilir olanın kıymetinin bilinmemesi gibi. Variolasyon da saraya bu kadar yakınken, belki de aslında tam da bu yüzden o kadar da uzaktı
Variolasyon, 18. yüzyılda Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde yaygın bir bağışıklık yöntemi olarak kabul görürken, Osmanlı sarayının bu gelişmeye duyarsız kalması, son derece ağır sonuçlara yol açtı. Bu ihmalkarlığın en çarpıcı bedeli, I. Abdülhamid döneminde (1774–1789) İstanbul’u sarsan çiçek salgınları sırasında ödenmişti. Salgın saraya kadar ulaştı; sonuç olarak yedi şehzade ve iki hanım sultan hayatını kaybetti.
Oysa ki, saray tabipleri ve başkentteki Müslim ya da gayrimüslim hekimler variolasyonu zamanında önermiş olsalardı, bu ölümlerin bir kısmı belki de önlenebilirdi.
I. Abdülhamid’in çiçek hastalığı nedeniyle kaybettiği evlatlarından bazıları şunlardır:
Şehzade Mehmed (21 Ağustos 1776 – 20 Şubat 1781)
Şehzade Murad Seyfullah (muhtemelen 1773 – 3 Mart 1784)
Şehzade Mehmed Nusret (21 Eylül 1782 – 22 Ekim 1785)
Fatma Hanım Sultan (12 Aralık 1782 – 12 Kasım 1785)
Şehzade Süleyman (17 Mart 1779 – 19 Ocak 1786)
Alemşah Hanım Sultan (11 Ekim 1784 – 28 Şubat 1786)
Bu kayıplar, yalnızca bir hanedan dramı değil; aynı zamanda sarayın variolasyon gibi etkili bir yöntemi zamanında benimseyememesinin somut bir göstergesidir. Akıl ve bilimden uzaklaşmanın sonucu hep yıkım olmuştur.
18. yüzyılda, İngiltere Krallığı'nın İstanbul konsolosluk doktoru cerrah Charles Maitland (1668–1748), dönemin "Türklerin" (kastettiği Müslüman Osmanlı toplumu) variolasyon yöntemine karşı mesafeli duruşunu dikkat çekici ifadelerle dile getirir. Maitland'a göre: "Hiç kimse bize aşılanmış bir Türk’ü örnek gösteremez. Neden mi? Çünkü kader inançları, hayatlarını korumak için tıbbın yardımını ihmal etmelerine neden olur." Timoni de bu kader anlayışını benzer şekilde açıklamıştır: "Türklere gelince, Yüce Varlık tarafından belirlenmiş bir zamanda yaşama ya da ölmenin kader olduğu inancı nedeniyle çocuklarına çiçek hastalığı bulaştırmaya asla ikna olmadılar. 'Aşı yaptırmanın ne faydası var?' düşüncesiyle çocuklarını bu uygulamaya tabi tutmadılar."
Osmanlı'da Aşılama Resmi Olarak Vaksinasyonla Başladı
Çocukları:
hayatını kaybetmiştir. Sultan’ın kendisine dair çiçek hastalığıyla ilgili bir kayıt bulunmaması ve yüzünde bu hastalığa bağlı herhangi bir deformasyona ilişkin anlatıların yer almaması, amcası ıslahatçı Sultan III. Selim’in şehzadeleri aşılattığı yönündeki iddiaları doğrular niteliktedir.
Başkentte bu gelişmeler yaşanırken, imparatorluğun öteki ucunda bir Osmanlı subayı olan Mehmed Ali (1769–1849), 1805 yılında Mısır valiliğine atanmasının ardından eyalette kapsamlı bir modernleşme programı başlattı. Bu reformların önemli ayaklarından biri tıp alanıydı. Fransız hekim Antoine Barthélemy Clot’u (1793-1868) görevlendirerek, 11 Mart 1827’de Avrupa tarzında eğitim veren Qasr al-‘Aini Askerî Tıp Okulu’nu kurdu.
Mısır’da çiçek hastalığına karşı variolasyon uygulamaları 18. yüzyılın ortalarından beri bilinmekle birlikte, 1819 yılına gelindiğinde aşılama faaliyetlerinin yetersizliği fark edilince Mehmed Ali bu çalışmalara ağırlık verdi. Müslüman halk arasında aşıya karşı var olan tereddütleri kırmak amacıyla çeşitli uygulamalara öncülük etti. 1840 yılında ailesiyle birlikte çiçek aşısı yaptırarak halka örnek olması, bu çabaların sembolik bir parçasıydı. Belki de taht mücadelelerinden uzak bir bölgede bulunması, çiçekle mücadelede başkente kıyasla daha etkili adımların atılmasını mümkün kıldı.
Osmanlı’da modern tıp eğitiminin temelleri, Sultan II. Mahmud’un emriyle 14 Mart 1827 tarihinde atıldı. Bu adım, yeni kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye (Muhammed'in Muzaffer Askerleri) adlı ordunun sağlık ihtiyacını karşılamak amacıyla tamamen askeri bir yapıda tasarlandı.
Bu dönüşümün fikir mimarı olan Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 13 Ocak 1827 tarihinde padişaha sunduğu üç ayrı raporda şu önerilerde bulundu:
Yeni usullere dayalı modern bir tıp okulunun açılması,
Bu okula bir başhoca ile iki yardımcı öğretmenin atanması,
Okulun yerinin belirlenmesi.
Sultan II. Mahmud, Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin sunduğu önerileri kabul ederek okulun açılmasını emretti. Şehzadebaşı Vezneciler'deki Tulumbacıbaşı Konağı'nda kurulan bu yapıya, ardı ardına gelen savaşlar nedeniyle ordunun acilen cerrahlara olan ihtiyacından ötürü, Tıphane-i Amire açıldıktan kısa bir süre sonra içinde ayrı bir cerrahlık sınıfı eklendi. Bu sınıfta, İstanbul’daki cerrahlar arasından seçilen yirmi kişiye teorik dersler verilmeden doğrudan pratik cerrahi eğitimi sunularak, dört yıl beklenmeden hızlıca mezun verilmesi amaçlandı. Yapının üst katı Tıphane-i Amire (tıp eğitimi), alt katı ise Cerrahhane-i Amire (cerrahi eğitimi) olarak düzenlendi. Böylece 14 Mart 1827 tarihinde Türkiye'de modern tıp eğitiminin temelleri atıldı; geleneksel usta-çırak anlayışı, yerini bilimsel esaslara dayanan çağdaş bir eğitim sistemine bıraktı.
Bugün İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü’nün bulunduğu bu alan, modern tıp eğitiminin başlangıç noktası kabul edilir. Kuruluş tarihi olan 14 Mart ise, 1919’dan itibaren her yıl "Tıp Bayramı" olarak kutlanmaktadır. İlk kutlama, İstanbul’un işgal altında olduğu dönemde, tıp öğrencileri tarafından manda ve himaye yönetimini protesto etmek amacıyla gerçekleştirilmiştir.
Vezneciler semtinin adı, Arapça “ağırlık” ve “ölçü” anlamına gelen vezn kökünden gelir. Osmanlı döneminde burada tartı ve ölçü işleriyle uğraşan esnafın bulunması nedeniyle, semtin bu adla anılmış olabileceği düşünülmektedir.
Modern tıp eğitiminin ilk adımı olan Tıphane-i Âmire, artan öğrenci sayısıyla kısa sürede yetersiz kalınca, 16 Ocak 1832'de (5 Şaban 1247) Cerrahhane-i Âmire, Topkapı Sarayı'ndaki "Hastalar Odası" olarak bilinen bölüme taşındı ve Cerrahhane-i Mamure (İleri Cerrahhane) adını aldı.
Tıp eğitiminin öncü isimlerinden Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi'nin kardeşi olan Hekimbaşı Abdülhak Molla (1786-1854), eğitimin farklı binalarda verilmesinin yarattığı aksaklıkları görerek önemli bir adım attı. Hem bütünlüğü sağlamak hem de öğrenci sayısındaki artışı karşılamak amacıyla, 1836 yılında tüm tıp öğrencilerini Cerrahhane-i Mamure'ye taşıdı. Böylece tıp ve cerrahi eğitimi yeniden aynı çatı altında birleşti. Bu iki kardeş, Osmanlı'daki modern tıp girişimlerinin en önemli öncüleri olarak tarihe geçti. Özellikle çiçek hastalığına dair bilgi birikimleri ve aşılama uygulamaları, yeni nesil doktorların eğitiminde kilit bir referans noktası oldu.
Ancak, Topkapı Sarayı içindeki bu birleştirilmiş bina da kısa sürede yetersiz kaldı. Abdülhak Molla, modern tıp eğitiminin gerektirdiği yatakhane, amfiler, laboratuvarlar, teşrihhane (otopsi yapılan anatomi dersliği) ve kütüphane gibi kapsamlı mekânlara sahip yeni bir bina talep etti. Yapılan araştırmalar sonucunda, Galata Sarayı'ndaki Enderun Ağaları Mektebi'nin bu ihtiyaçları karşılayabileceği belirlendi. Bu tarihi bina, günümüzde İstanbul'un Beyoğlu ilçesinde bulunan dünyaca ünlü Galatasaray Lisesi'dir.
Bu doğrultuda, 1837 yılında binanın okula dönüştürülmesi için çalışmalara başlandı. Tadilatların tamamlanmasının ardından tıp okulu, Ekim 1838'de buraya nakledildi.
Tıp eğitimindeki bu köklü reformlara ve okulların kuruluşuna önderlik eden Sultan II. Mahmud, şiirlerinde kullandığı "Adli" mahlasıyla da biliniyordu. Adaleti seven, adil anlamına gelen bu mahlas, padişahın yönetim felsefesini de yansıtıyordu. İşte bu adaletli vizyonla, 17 Şubat 1839'da Galatasaray'daki yeni ve modern binada Tıphane ile Cerrahhane bir araya getirilerek modern bir askeri tıp okulu resmen kuruldu ve kurucusu Sultan II. Mahmud'un "Adli" mahlası kullanılarak okula "Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane" adı verildi. Sultan II. Mahmud, bu önemli gelişmeden yaklaşık bir yıl sonra, 1 Temmuz 1839'da veremden hayata gözlerini yumdu. Sultan II. Mahmud, tıp okulunun bu önemli gelişiminden yaklaşık bir yıl sonra, 1 Temmuz 1839 tarihinde veremden vefat etti.
Bazı tarihçiler, Divan-ı Hümayun katiplerinden babası Mehmed Emin Şükuhi Efendi tarafından genç yaşta Venedik’e gönderildiğini; burada İtalyanca öğrendiğini ve modern tıpla tanıştığını ileri sürmektedir. Her ne kadar bu bilgi kesin belgelerle doğrulanmamış olsa da, Mustafa Behçet’in çeviri yetkinliği, yabancı dil bilgisi ve Batı tıbbına olan hakimiyeti bu rivayeti tarihsel açıdan güçlü ve inandırıcı kılmaktadır. Nitekim Avrupa’daki bu erken deneyimlerin, Osmanlı’da modern tıp eğitiminin kurulmasında ve aşılama uygulamalarının yerleşmesinde belirleyici bir rol oynadığı söylenebilir.
Fransız hekim Alexandre Balthasar Auban (1786–1834), 26 Ekim 1802 tarihli Jean De Carro’ya yazdığı bir mektubunda, bir saray görevlisinin çocuğuna hekimbaşı tarafından çiçek aşısı yapıldığını bildirir. Dönemin kayıtları incelendiğinde, bu ilk vaksinasyonun büyük olasılıkla Mustafa Behçet Efendi tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
En önemli katkılarından biri ise, 1827’de kurulan Tıphane-i Âmire ve Cerrahhane-i Âmire’ye verdiği destektir. Okulun ilk nazırı (müdürü) olarak görev alan Mustafa Behçet Efendi, kurumun örgütlenmesini üstlenmiş; müfredatın oluşturulması ve öğretim dilinin Fransızca ve İtalyanca olarak belirlenmesinde doğrudan rol oynamıştır. Bu sayede geleneksel usta-çırak sistemine dayalı tıp eğitimi yerini, bilimsel temellere dayanan modern bir anlayışa bırakmıştır. Modern bir tıp fakültesinin kurulmasıyla birlikte Behçet Efendi’nin çabaları, hem aşılama faaliyetlerinin yaygınlaşmasına hem de halk sağlığının kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamıştır.
Aynı yıl, dönemin veba salgınına karşı karantina uygulamalarının yanı sıra, halk sağlığını korumaya yönelik kurumsal önlemler de önermiş; bu kapsamda, kendi aşı çalışmalarını sürdürebileceği bir Telkihhane (aşı üretim ve uygulama merkezi) kurulmasını Sultan II. Mahmud’a teklif etmiştir. Her ne kadar bu öneri, içinde bulunulan siyasi çalkantılar nedeniyle hayata geçirilememiş olsa da, Sağlık Bakanlığı’nın resmî tarihine göre bu girişim, Osmanlı’da modern aşılamanın kurumsallaşmasında atılan ilk adım olarak kabul edilmektedir.
1820’de, Anton von Störck’ün eserini İtalyanca çevirisinden yararlanarak Edward Jenner’in çiçek aşısı yöntemiyle eseri güncelleyip Miyârü’l Etıbba adıyla Osmanlıcaya kazandırmıştır. Bu eser, Osmanlı’da basılan ilk tıp kitabı olarak modern tıbbın yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Şanizade, II. Mahmud döneminde, 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (Vaka-i Hayriye) sonrası yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle suçlanarak Tire’ye sürgüne gönderilmiştir. Aynı yıl, sürgünde bulunduğu Tire’de 55 yaşında vefat etmiştir. Ölümünün kesin nedeni kaynaklarda net olarak belirtilmemekle birlikte, sürgün koşullarının yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle — muhtemelen kolera gibi bir hastalıktan — hayatını kaybettiği düşünülmektedir.
Aşı politikasında önemli bir dönüm noktası, 18 Aralık 1846'da resmî gazete Takvim-i Vekayi aracılığıyla yapılan duyuru oldu. Her kazadan, yetenekli, zeki, okumuş (birkaç kez Kur'an hatmetmiş) ve 13-18 yaşları arasında iki çocuğun seçilerek aşıya dair teorik ve pratik eğitim alması ve memleketlerine döndüklerinde hizmet vermeleri ilan edildi. Bu karar, uzun tıp eğitimi yerine kısa sürede yetiştirilecek "aşıcı" memur kadrosu oluşturarak aşıyı geniş kitlelere ulaştırma amacı taşıyordu ve aşı memurluğu mesleğinin başlangıcını işaret ediyordu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda modern aşı (vaksinasyon) uygulamaları, bilimsel gelişmeler ışığında, geleneksel yöntemleri yani variolasyonu geride bırakarak yeni bir dönemin kapısını araladı. Bu sürecin kurumsal temelleri, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane bünyesinde oluşturulan aşı idaresiyle atıldı. Zamanla bu uygulamalar yalnızca devlet kurumuyla sınırlı kalmadı; İstanbul’daki eczaneler de aşılama faaliyetlerine katıldı. Örneğin, 1855 yılında Antuan Kalye’nin Bahçekapı’daki “Balıklı Dükkan” adlı eczanesinde, bir doktor her gün sabahtan akşama kadar halka çiçek aşısı uyguluyordu.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, çiçek aşısı üretimini ithal hammaddeye bağımlı olarak sürdürürken; 1880 yılında İstanbul’da yaşayan İtalyan hekim Dr. Giovanni Battista Violi (1849–1928), Beyoğlu Aynalı Pasaj’da “Etablissement Vacciogène / Institut Vacciogène” adıyla özel bir aşı evi kurarak buzağıdan elde ettiği inek çiçeği virüsüyle aşı üretimine başladı. Dr. Violi’nin hazırladığı yerli aşılar şüphesiz büyük önem taşıyordu; ancak bu üretim, aşı ithalatını tamamen durduracak ölçüde yeterli değildi.
Osmanlı tahtının 34. padişahı ve 113. İslam halifesi olan Sultan II. Abdülhamid (1842–1918) döneminde, aşılama çalışmaları en kapsamlı seviyeye ulaştı. Bu çabaların zirve noktalarından biri, 30 Mayıs 1885 tarihinde yayımlanan Telkīh-i Cüderī Nizamnâmesi (Çiçek Aşısı Yönetmeliği) oldu. Bu önemli yasal düzenlemeyle birlikte, halk sağlığını korumaya yönelik köklü adımlar atıldı:
Bu yasal düzenleme, Osmanlı'da koruyucu hekimliğin kurumsallaşmasında önemli bir eşik teşkil etti.
Aşı Kampanyalarının Basına Yansımaları
Dönemin gazeteleri de aşılama programlarını kamuoyuna duyurdu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve Makedonya’daki Selanik gibi gazeteler, bu çalışmaları geniş kitlelere ulaştırdı.
Dönemin gazeteleri, özellikle hem Yunanistan topraklarındaki hem de Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum gazeteleri, aşılama programlarını yakından takip ederek kamuoyuna duyuruyordu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve o dönem Osmanlı toprağı olan Makedonya’daki Selanik gazeteleri, bu haberleri geniş kitlelere ulaştıran önemli örneklerdi. Ayrıca, dönemin hekimleri aşılama için gerekli özel aletleri geliştirmişlerdi.
1885'te Louis Pasteur'ün (1822-1895) kuduz aşısını keşfetmesiyle tıp dünyasında büyük bir değişim yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu bu önemli gelişmeyi yakından takip etti ve bu süreçte Miralay Tabip Hüseyin Remzi Bey (1839-1896) öne çıkan isimlerden biri oldu.
Kuduz aşısının bulunmasından sadece bir yıl sonra, 1886'da, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane'den özel bir heyet Paris'e gönderildi. Bu heyette İç Hastalıkları Kliniği Öğretmeni Mirliva Aleksander Zoeros Paşa (1842-1917), Zooloji Öğretmeni Dr. Miralay Hüseyin Remzi Bey ve Cerrahi ve Hayvan Üretimi Öğretmeni Veteriner Kaymakam Hüsnü Bey (ö.1904) bulunuyordu. Yaklaşık altı ay boyunca Pasteur Enstitüsü'nde gözlemler yapan heyet, 1886 Aralık sonunda yurda döndü.
Heyetin dönüşünün hemen ardından, 1887 yılında Dâ'ül-kelb (kuduz hastalığı) ameliyathanesi açıldı. Bu ziyaret ve kurulan ameliyathane sayesinde Osmanlı'da bakteriyoloji ve viroloji gibi bilim dallarında hızlı bir ilerleme başladı. Osmanlı'da kuduz aşısının ilk yerli üretimi de bu dönemde, 1887'de Dâ'ül-kelb ameliyathanesinin kurulmasıyla başladı.
Hüseyin Remzi Bey'in 1886'da Paris'te Louis Pasteur'den aldığı kuduz aşısı hakkındaki bilgiler, Osmanlı'ya taşınan önemli bir yenilikti. Bu bilgiler ışığında ve bizzat Miralay Tabip Hüseyin Remzi Bey'in girişimleri ve sunduğu teklif üzerine, aşıların yerel olarak üretilmesini sağlayarak ithalata bağımlılığı azaltmayı hedefleyen Telkihhane-i Şahane'nin kurulması için 1892 yılında Sultan II. Abdülhamid tarafından bir emir yayımlandı.
Telkihhâne-i Şâhâne, 1892’deki kuruluşundan itibaren oldukça verimli çalıştı. İlk yıl yalnızca 428 doz çiçek aşısı üreten kurum, 1913’e kadar toplam 7.260.784 kişilik aşı üretimine ulaştı.
Aşıcı yetiştirme ihtiyacını karşılamak için de adımlar atıldı. Hüseyin Remzi Bey'in çabalarıyla, 1892'de İstanbul'da devletin çiçek aşısı hazırlama müessesesi olarak kurulan Telkihhane-i Şahane bünyesinde, 1898'de dokuz aşıcı yetiştirmek üzere bir dershane açıldı.
Aşıların İstanbul'dan uzak bölgelere ulaştırılmasında yaşanan zorluklar da fark edildi. 1898 yazında Yemen'e gönderilen aşı kalemlerinden istenen verim alınamayınca, vilayet merkezinde bir telkihhane açılması gerektiği belirtildi. Bu durum, aşı evlerinin imparatorluk genelinde yaygınlaşacağının ilk işaretiydi ve aşının ülkenin her yerine ulaştırılması hedefinin bir göstergesiydi.
1757 yılında, Lady Mary Wortley Montagu sayesinde İngiltere’nin Gloucester kentinde binlerce çocukla birlikte 8 yaşındayken variolasyon yöntemiyle aşılanan ve çiçek hastalığına karşı korunma kazanan, cerrah John Hunter’ın öğrencisi Edward Jenner; sütçü kadınların inek çiçeği (cowpox) geçirdikten sonra çiçek hastalığına (smallpox) yakalanmadığını gözlemledi. Bu gözlemden yola çıkarak, inek çiçeğinin çiçek hastalığına karşı koruyucu bir etkisi olabileceğini düşündü ve belli bir korunma mekanizması olarak kişiden kişiye aktarılabileceği neticesine varmıştı. İneklerin memelerinde meydana gelen çiçek kabarcıklarından aldığı iltihabı sağlam ineklere tatbik etmiştir. İnek aşısı (cowpox) olarak bilinen bu aşı tarzı Jenner tarafından ortaya konulmuştur.
Çiçek hastalığı, yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan, korku salan bir felaketti. Ancak, 18. yüzyılın başlarında Lady Mary Wortley Montagu’nun Osmanlı’dan Avrupa’ya taşıdığı variolasyon yöntemiyle başlayan mücadele, Edward Jenner’ın inek çiçeği (cowpox) virüsünü kullandığı modern aşıyla bilimsel bir devrime dönüştü.
Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) öncülüğünde yürütülen küresel aşılama kampanyaları, bu ölümcül hastalığı aşama aşama geriletti. Ve dikkat çekici bir tarihsel çakışmayla, 8 Mayıs 1721'de Boston'da Cotton Mather'in kasabasına çiçek hastalığının ayak basmasından yaklaşık 260 yıl sonra, 8 Mayıs 1980'de DSÖ, bu hastalığın dünyadan tamamen silindiğini ilan etti ve böylece çiçek hastalığı ortadan kaldırılan ilk ve tek bulaşıcı hastalık oldu. İnsanlık tarihinin en yıkıcı salgınlarından biri böylece tarihe gömüldü.
Bu başarı yalnızca bilimsel değil; aynı zamanda etik, kültürel ve insani bir dönüm noktasıydı. 1806 yılında ABD Başkanı Thomas Jefferson, Jenner’a şu sözlerle seslenmişti:
“İnsanlık tarihindeki en büyük sıkıntılardan birini takvimden sildiniz… Gelecek nesiller, çiçek hastalığının bir zamanlar var olduğunu yalnızca tarihten öğrenecek.”
Jenner da bu umudu paylaşarak şöyle demişti:
“Umarım bir gün, inek çiçeği virüsünün insanlara uygulanması tüm dünyaya yayılır. O gün geldiğinde artık çiçek hastalığı kalmayacaktır.”
Emanuel Timonius, Oxon. & Patav. M. D. S. R. S.'den, Konstantinopolis, Aralık 1713 tarihli Mektubunun Özeti.
John Woodward, M. D., Prof. Med. Gresh. ve S. R. S. tarafından Royal Society'ye iletilmiştir.
Bu zekice söylevin yazarı, ilk olarak, Çerkezler, Gürcüler ve diğer Asyalıların, yaklaşık kırk yıldır Konstantinopolis'teki Türkler ve diğerleri arasında çiçek hastalığını bir tür aşılama yoluyla elde etme pratiğini tanıttığını gözlemliyor.
Başlangıçta daha ihtiyatlı olanlar bu pratiğin kullanımında çok temkinli davransalar da, son sekiz yıldır binlerce kişi üzerinde sağladığı başarılı sonuçlar, artık her türlü şüpheyi ortadan kaldırmıştır. Zira operasyon her yaştan, cinsiyetten ve farklı mizaçtan kişiler üzerinde ve hatta havanın en kötü koşullarında bile yapılmış olmasına rağmen, çiçek hastalığından ölen kimseye rastlanmamıştır; oysa aynı zamanda, hasta hastalığı sıradan yollarla kaptığında çok ölümcül oluyor ve etkilenenlerin yarısı ölüyordu. Yazar bunu kendi gözlemlerine dayanarak teyit etmektedir.
Ardından, bu aşılamayı yaptıranların çok hafif semptomlar gösterdiğini, bazılarının hasta olduklarını bile zor hissettiğini ve kadınlar için değerli olanın ise yüzde hiçbir iz veya çukur bırakmaması olduğunu belirtiyor.
Operasyonun Yöntemi şöyledir: Uygun bir enfeksiyon seçildikten sonra, püstüllerin maddesi enfeksiyonu alması hedeflenen kişiye aktarılır; bu nedenle metaforik olarak insizyon (neşterle açma) veya aşılama adını almıştır. Bu amaçla, hastalığının başlamasından sonraki on ikinci veya on üçüncü günde, sıradan çiçek hastalığına (birleşik değil, ayrık türden) yakalanmış, sağlıklı mizaçlı bir erkek çocuğu veya genç bir delikanlı seçerler: Bir iğne ile tüberkülleri (özellikle bacaklardaki ve diz arkalarındaki) delerler ve içindeki maddeyi almak üzere uygun bir cam kaba veya benzerine sıkarlar; kabı önce ılık suyla yıkamak ve temizlemek uygundur: Bu maddeden yeterli miktarda toplandıktan sonra, kap sıkıca kapatılmalı ve taşıyan kişinin koynunda sıcak tutulmalı ve mümkün olan en kısa sürede, bekleyen gelecekteki hastanın yanına getirilmelidir.
Hasta sıcak bir odadayken, operatör bir iğne ile derinin bir, iki veya daha fazla yerinde, birkaç damla kan gelene kadar birkaç küçük yara açar ve hemen camdaki maddeden birkaç damla damlatır ve çıkan kanla iyice karıştırır; delinen her yer için bir damla madde yeterlidir. Bu delikler, etli kısımların herhangi bir yerinde rastgele yapılır, ancak kol veya ön kol kaslarında en iyi sonuç verir. İğne, üç kenarlı bir cerrah iğnesi olmalıdır; neşterle de yapılabilir: Adet, iğneyi enine doğru geçirip deriyi biraz yırtmaktır, böylece kısmın uygun bir şekilde ayrılması ve maddenin kanla daha kolay karışması sağlanır; bu, kör bir kalemle veya kulak pamuğuyla yapılır: Yara, yarım ceviz kabuğu veya benzeri konkav bir kapla kapatılır ve sarılır, böylece madde giysiler tarafından ovulmaz; hepsi birkaç saat içinde çıkarılır. Hastanın diyetine dikkat etmesi gerekir. Bu yerde adet, 20 veya 25 gün boyunca etten ve et suyundan tamamen uzak durmaktır.
Bu operasyon, ya kış başında ya da ilkbaharda yapılır.
Bazıları, tedbir amacıyla, maddenin hasta kişiden üçüncü bir kişi tarafından getirilmesini emreder, operatörün giysileri aracılığıyla herhangi bir enfeksiyonun bulaşmaması için; ancak bu önemli değildir.
Bu maddenin işleyişine gelince, idiokrazik (bireysel farklılıklar) açısından; çiçek hastalığı bazı kişilerde diğerlerinden daha erken, bazılarında daha şiddetli, bazılarında ise daha hafif semptomlarla ortaya çıkar; ancak hepsinde başarılı sonuçlar verir. Bu yerde, döküntü genellikle yedinci günün sonunda başlar, bu da krizler doktrinini destekler gibi görünmektedir.
Ortak çiçek hastalığının çok ölümcül olduğu bir yılda, insizyon yoluyla yapılanların da daha büyük semptomlarla seyrettiği gözlemlenmiştir. Neredeyse aynı gün insizyon yapılan 50 kişiden dördünde döküntü çok ani, tüberküller daha fazla ve semptomlar daha kötü bulundu. Bu dördünün insizyon yapılmadan önce sıradan çiçek hastalığına yakalanmış olabileceği şüphesi vardı. Mevcut amacımız için, insizyon sonrası iyileşmeyen tek bir kişi bile olmaması yeterlidir: Bu dördünde çiçek hastalığı birleşik türüne yakındı. Diğer zamanlarda ise aşılananlar ayrık, az ve dağınık olur; genellikle 10 veya 20 tane çıkar; bazılarında sadece 2 veya 3 tane olur, az kişide 100 tane vardır: Bazılarında hiçbir püstül oluşmaz, ancak insizyon yapılan yerlerde pürülan tüberküllere şişen yerlerde oluşur; ancak bunlar hayatlarının geri kalanında hiç çiçek hastalığı geçirmemişlerdir; hatta hastalığı olan kişilerle birlikte yaşamış olsalar bile.
İnsizyon yerinden birkaç gün boyunca azımsanmayacak miktarda madde aktığına dikkat edilmelidir.
Bu operasyondan kaynaklanan çiçekler kısa sürede kurur ve kısmen ince kabuklar halinde, kısmen de sıradan türün aksine, fark edilmeyen bir zayıflama ile kaybolurlar.
Madde, sıradan çiçek hastalığındaki gibi kalın bir irin değil, daha ince bir tür sanies (kanlı su) şeklindedir; bu yüzden insizyon yeri dışında nadiren çukurlaşırlar; insizyon yerinde kalan izler zamanla kaybolmaz ve oradaki madde irin doğasına daha yakındır.
Eğer herhangi birinde apse çıkarsa (ki buna bebekler daha yatkındır), korkulacak bir şey yoktur, çünkü irinleşme ile güvenle iyileşir. Başka bir semptom ortaya çıkarsa, yaygın ilaçlarla kolayca tedavi edilir.
Şunu belirtmek gerekir ki, insizyon yoluyla çıkan çiçek maddesini yeni bir insizyon için nadiren kullanırlar. Eğer bu aşılama daha önce çiçek hastalığı geçirmiş kişilere yapılırsa, herhangi bir değişiklik bulamazlar ve delinen yerler hemen kurur; kötü bir vücut alışkanlığı varsa, belki birkaç gün hafif bir iltihaplanma ve ülserasyon olabilir.
Yazarın dediğine göre, şu ana kadar operasyon yapılan, ancak çiçek hastalığına yakalanmayan sadece bir erkek çocuğu tanıyorum, ancak herhangi bir zarar görmedi; ve birkaç ay sonra sıradan türü kaptığında çok iyi oldu. İnsizyon yerlerinin şişmediği gözlemlenmelidir. Bu çocuğun madde yerleştirilmesini engellediğinden şüpheleniyorum, çünkü operasyon sırasında çok mücadele etti ve onu sabit tutmak için yardım gerekiyordu. Yerleştirilecek madde camda 12 saat boyunca çok iyi kalır.
Şu ana kadar bu insizyondan kaynaklanan hiçbir zararlı kaza gözlemlemedim; ve her ne kadar bu tür raporlar zaman zaman halk arasında yayılmış olsa da, bu tür söylentilerin çıktığı evlere bizzat giderek her şeyin kesinlikle yanlış olduğunu buldum.
Bu operasyonlara sekiz yıldır bizzat şahit oldum; ve bu araştırmada gösterdiğim gayretin daha büyük bir kanıtını vermek için iki olayı anlatacağım.
Belirli bir ailede, Sara hastalığı, kral hastalığı, kalıtsal çiçek hastalığı ve uzun süreli marasmus (aşırı zayıflık) ile mücadele eden 3 yaşında bir erkek çocuğu vardı. Ebeveynler ona insizyon yapılmasını istediler; çiçek hastalığı kolaylıkla atlatıldı; yaklaşık 40. günde marasmusundan öldü. Başka bir ailede, benzer nöbetlerle mücadele eden, skrofulöz, kalıtsal frengi ile birlikte üç aydır sıvı ishalden muzdarip 3 yaşında bir kız çocuğu vardı. Bu çocuk üzerinde operasyon yapıldı; çiçek hastalığını çok iyi atlattı, 15. günde her şey bitmişti; 32. günde ise tüm bu süre boyunca hiç bırakmadığı ishalinden öldü.
Ancak, aşılamayı hiçbir zaman tüm hastalıklar için bir ilaç olarak görmedim veya ölüm döşeğindeki kişilere uygulanmasını uygun bulmadım. Bazı daha keskin zekalılar, bu iki çocuğun, işe yaramaz gölgeler gibi, kullanılabilecek herhangi bir yolla Kharon'a gönderildiğini düşündüler. Bu konuda daha fazla bilgi toplayabilseydim, dürüstçe paylaşırdım.
Dr. Timone'nin mektubunun geri kalanı, bu uygulama yönteminin nedenlerini içermektedir; etiyolojik kısmı ise kendi sözleriyle aşağıdaki gibi yayımlanmıştır.
Çiçek hastalığının, irin zerk edilmesiyle yayıldığına şaşıran kimse yoktur; zira o kişi Hipokrat'ın tapınağını daha ilk eşikten selamlamış ve fermantasyon doktrinini koklamıştır. Aşılama yöntemi, ekmek yapımı veya bira üretimi sanatından daha az anlaşılır değildir; zira bunlarda da karışık maya sayesinde mayalanacak kütleler kabarır ve aktif ilkelere sahip en küçük parçacıkların içsel bir hareketi sağlanır.
Peki, tehlikeli ve sıklıkla ölümcül olan çiçek hastalığının, aşılama yoluyla nasıl tehlikesiz hale getirildiği sorulursa, işte cevabı: Sıradan çiçek hastalığı ya havadaki belirli bir kötü yatkınlık ile ortaya çıkar ya da çiçek hastasının vücudundan yayılan bulaşıcı salgılar yoluyla yayılır.
İlk durum, az sayıda bireyde, ya belirgin bir kakokimi (vücut sıvılarının bozulması) ya da en azından bu tür bireylerde gizlenen çiçek tohumunun şiddetli bir şekilde yükselişiyle meydana gelir. İkinci durum ise çok daha yaygındır.
İlk durumda havadan kaynaklanan kötü bir miyazma, ikinci durumda ise bulaşıcı, virüslü partiküller (muhtemelen tuzlu-kükürtlü yapıda olup, spesifik bir kokuşmuşluk veya çürümüşlük kazanmışlardır), solunum yoluyla içeri girer girmez ruhları ve kanı korkunç bir şekilde enfekte eder. Akabinde kan kütlesi ve lenfin de bozulduğu aşikardır. Ruhun derhal enfekte olması mantıklıdır, çünkü hem virüslü aporlar (buharlar) ruhun kaynaklarına, yani kalbe ve beyne hemen giriş yaparlar, hem de miyazmalar ile bu salgıların ve ruhların kendileri arasında bir benzerlik vardır, zira her ikisi de ruhsal-havasal bir yapıya sahiptir. Ruhların bu ani ve kötü enfeksiyonu, kötü çiçek hastalığına eşlik eden pek çok sinir sistemi semptomundan, özellikle de bebeklerde çiçek hastalığına yakalandıkları anda, ateş başlamadan çok önce meydana gelen epileptik konvülsiyonlardan da anlaşılır. Kan kütlesinin kirlendiği ise ateşin yanı sıra irinli kabarcıkların atılımıyla kanıtlanır. Lenfin bozulduğuna ise boğazdaki bezlerin şişmesi, öksürük ve bazen aşırı tükürük salgısı işaret eder. Bu durumlar arasında dairesel bir hasar da takip eder. Ancak en çok kan partikülleri, ruhların uygunsuz ışınımı nedeniyle birçok düzensizliğe ve anormalliğe sürüklenir.
Genel çiçek hastalığında ölümün iki temel şekilde meydana geldiğini gözlemledim:
Az sayıda çiçek kabarcığının patlaması, olgunlaşma sürecinin yavaş ilerlemesi ve buna bağlı olarak başka kötü semptomların ortaya çıkması.
Aşırı miktarda tüberkülün kadavra çürümesine yol açması.
İlk durumda çiçek hastalığına genellikle malign (habis) denir. Bunun nedeni ise ya kan kütlesinin aşırı erimesi ve çözülmesi ya da aynı kütlenin pıhtılaşması ve kalınlaşmasıdır. Zira ruhların patlayıcı dürtüsü gereğinden fazla artarsa, kan kütlesinin partikülleri aşırı derecede birbirine sürtünür, parçalanır ve çok ince akrotitler (keskin uçlar) kazanır. Bu durumdaki kan, yetenekli doğanın mekanizmasını aldatır ve salgı bezlerinde ve eleklerde hiçbir pislik biriktirmediği için, hayvan ekonomisinin gerektirdiği filtrasyon ve transkolasyonlara izin vermez. Zira sıvı partiküllerinin şekli, süzücü tübüllerdeki gözeneklerin konfigürasyonuna göre orantısızdır, aşırı incelik nedeniyle. Filtrasyon yoluyla kan partikülleri, doğal şemalarını ve kütlelerini korusalar arınacaklardır; bu yüzden pepsinin kalınlaşma yoluyla gerçekleştiği söylenir. Ayrıca, kanın aşırı hızlı geçişi de süzücülerde hiçbir şeyin birikmemesine neden olur. Aşırı hız ve ani akıntıyla akan bir sel, bulanık suların arınmasına izin vermez; çünkü yerçekimini takip eden karışık toprağın merkezcil kuvveti, hızla akan su küreciklerinin daha güçlü itici gücü tarafından aşılır. Örneğin, güçlü bir etki, güçlü bir etki, yatay bir çizgide iki olarak iterken dikey bir çizgi çizemeyecektir: aynı şekilde, çok şiddetli rüzgar eserken yağmur yağmaz; aynı geometrik oranla (muhtemelen konuşursak) kan partikülleri, dizginsiz ruhlar tarafından artırılan hareketle, süzücü tübülleri hiçbir posa birikimi olmaksızın geçerler. Bu durumlar aşırı nabız hızı, çok şiddetli ateş, terlemenin olmaması ve ham idrar ile olası hale gelir.
Tam tersine, bazen keskin ve parçalayıcı zararlı fermantasyon partikülleri nedeniyle ruhun elastikiyetinin kırılması, aşınması veya en azından gevşemesi meydana gelir. Böylece ruhların hareketi zayıfladığında, kan ve lenf partikülleri de daha uyuşuk ve donuk hale gelir. Dolayısıyla, tübüllerin labirentli kıvrımlarında gereksiz bir gecikme yaşadıklarında, bazen küme halinde birbirine dolanmaları, bazen de yığılma sonrası birbirlerinin üzerine düşmeleri ve yüzeylerinin farklı temaslarıyla doğal konfigürasyonlarından saparak yeni açı boyutları kazanmaları kaçınılmazdır. Böylece, yukarıda anlattığımızdan farklı bir şekilde, ancak aynı felaketle, şekillerin tübül geçitlerine orantısızlığı nedeniyle, yetenekli doğanın mekanizmalarının başarısız olduğu gözlemlenir. Bu durumlar, yavaş ve seyrek nabız, bazen aşırı malignitede gözlemlenen ateşin olmaması ve az sayıda, yavaş çıkan çiçek püstülleri ile olasıdır.
Dahası, titreyen, sarsıntılı ve kaotik, çıldıran ruhların ışınımı nedeniyle, kan kütlesinin farklı kısımlarında, hatta arter ve venlerde aynı anda düzensiz bir impuls meydana gelebilir. Bu durumda, eğer kanda bazı lifçikler (bazılarının iddia ettiği gibi) bulunuyorsa veya henüz tam olarak asimile olmamış şilüs (lenf) parçaları belirli kullanımlara adanmışsa, bunların hareketinin bozulması muhtemeldir. Zira bunların dolaşım hareketinde doğal olarak kendi uzunlukları boyunca hareket etmeleri gerekir; ancak düzensiz basınç nedeniyle bu doğru çizgisel şekillerini kaybederler ve spiral ve yarım daireler halinde bükülmeye zorlanırlar. Bu şekilde bükülmüş olanların daha sonra dolaşımda enine doğru sürüklenmesi, birbirine dolanması, dallı şekillerin ortaya çıkmasıyla salkım şeklinde kümelenmesi ve nihayet daha büyük topaklar halinde birleşmeleri kaçınılmazdır. Eğer bu lifçikler yoksa, kan kütlesi partikülleri hangi şekilde olursa olsun, bu hareket düzensizliğinden dolayı doğal konumlarından sapmaları kaçınılmazdır. Böylece, bu karışık ve birbirine dolanmış partiküller, hemen taşıyıcıları olan serum küreciklerini dışarı atarak, artan kütleleri nedeniyle daha büyük bir ağırlık kazanır ve bu nedenle itici dolaşım gücünü aşarlar. Bu yüzden, ilk karşılıklı yapışmanın nerede gerçekleştiğine bağlı olarak, buralarda direnmeleri ve durgunlaşmaları kaçınılmazdır.
Bunun sonucunda mor lekeler ve aynı zamanda (peteşili çiçek hastalığında sıklıkla gözlemlediğim gibi) sık idrara çıkma, bol miktarda berrak serumun atılması takip eder. İşte füzyon (erime) ve koagülasyon (pıhtılaşma). Bu nedenle, peteşili çiçek hastalığı, konvülsiyonlar, senkop (bayılma), aşırı uykusuzluk, kanamalar, deliryum, aşırı kusmalar, dizanteri vb. ile birlikte, çok fazla püstül irinle dolmasa bile bazı kişilerin ölmesi şaşırtıcı değildir. Zira çiçek hastalığı fermenti (maya) çoğu zaman sanki stygeus (cehennemsi) bir karakterize yükseltilir, öyle ki çok fazla yoğun irin üretmeye uygun olmasa bile, ruhlara, sıvılara ve katılara yukarıda belirtilen kötülükleri açıklanan veya benzer diğer şekillerde iletebilir ve böylece ölüme neden olabilir; ve bu genellikle on birinci günden önce gerçekleşir.
Şimdi ikinci moda gelelim. Zira bazen farklı ve tamamen başka türde bir yıkım ve trajedi meydana gelir: O semptomlar olmasa bile, aşırı miktarda irin, yani kadavralaşmış madde vücudu boğar. İrin oluşumunun, kan kütlesinin kükürtlü ve yağlı partiküllerinin kokuşma ve erime durumundayken asidik-tuzlu partiküllerin bir araya gelmesi ile muhtemel olduğu düşünülmektedir. Bu iddiayı, yağlı kükürtlü çözeltilerin alkalilerle yapıldığı ve asidik maddelerle birleştiği sayısız kimyasal deney desteklemektedir. Beyaz renkte bir kütle hemen ortaya çıkar. Dolayısıyla, çiçek hastalığına neden olan miyazma veya fermantasyon, solunum yoluyla alındığında, kendi doğası gereği şiddetle ve belki de septik bir şekilde, kan kütlesinde asidik-tuzlu ve yağlı-kükürtlü partiküllerin birleşimlerini öyle bir şekilde üretebilir ki, sadece doğuştan her bireyde (en küçük bir miktar da olsa) bulunan çiçek tohumları harekete geçirilmez, aktifleşmez ve irinli çürümeye dönüşmez, aynı zamanda kan kütlesinin kendisi tamamen ekşilik kazanır ve bir tür bozulma hareketiyle çürür ve kadavralaşır.
Böylece, sanki bir yangın başlamış gibi, fermente olan partiküller, çiçek tohumlarının köpükleşme yoluyla atılmasından daha fazla şiddetlenmeye devam ederler. Bu hareket, heterojen maddeleri ayırmaya hizmet eden bir arınma hareketi değil, aksine yıkıcı ve bozucu bir harekettir, çünkü ferment tüm kütleyi alt eder ve tersine çevirir; yani, kokuşmuş ve isyankar partiküller zafer kazanarak diğer herkesi kendi saflarına katılmaya zorlar. Bunu, fermantasyonun bazen sıvıları tamamen bozan yıkıcı bir harekete dönüştüğü çeşitli içeceklerde açıkça gözlemleriz. Bu yüzden bazı kişilerin, yukarıda belirtilen semptomlardan muaf olsalar bile, deyim yerindeyse, muazzam bir çürüme okyanusunda boğulduğunu görürüz; ve bu tehlike yirmi ikinci güne kadar uzanır.
Son olarak, bu durumlarda katı ve daha soylu kısımların da kötü etkilendiği ve düzensiz spazmlar geçirdiği dikkate alınmalıdır; bunların çeşitli bozulmalarıyla tübüllerin geçiş yollarının bozulması ve fonksiyonların görevlerinin yozlaşması kaçınılmazdır. İşte o zaman, insan vücudu cumhuriyetini yöneten üçlü yönetim, yani içerenler, içerilenler ve etki edenler, aynı yıkıma ve çoğunlukla karmaşıklığa sürüklenir. Bundan, insanın yok oluşuna neden olan bir dizi kötülüğün ortaya çıkmasına kim şaşırır?
Vebadan muzdarip birçok kişide, bir yıl sonra bile yakalandıkları genel çiçek hastalığında, veba sırasında çıkan aynı hıyarcıkların şiştiği gözlemlenmiştir; bu da aşırı bir maligniteyi (habisliği) göstermez mi?
Şimdi aşılamayı (infüsyon) aklın terazisine vuralım. Gerçekten de, bu bulaşma şeklinde işlerin çok farklı ilerlediğini kim inkar edebilir? Öncelikle, ruhların hiçbir şekilde enfekte olmadığı aşikardır; ardından, ne lenf ne de kan o korkunç lekeyle damgalanır, ne de katı kısımlara herhangi bir bozukluk iletilir. Bu yüzden tüm semptomlar hafiftir, hiçbir kötü semptom yoktur, bebeklerde epileptik nöbetler olmaz. Zira bu bulaşmanın fermenti ruhsal, hava kökenli ve keskin değil, aksine humoral (sıvısal), atıl ve yavaştır. Ancak zehirler ne kadar ince olursa, o kadar kötüdürler. Bu nedenle, bu ferment ile ruhlar arasında orantısızlık nedeniyle hiçbir mücadele olamaz.
Çiçek irini, kanın içine doğrudan enjekte edildiğinde, sanki geniş bir denize kabul edilmiş gibi hemen seyreltilir, sarılır, emilir, köreltilir. Böylece uysallaşır, daha yumuşak bir yapıya evcilleştirilir. Bu bulaşıcı partiküller kana girer girmez, kendi doğalarına uygun, doğumdan itibaren kanda bulunan çiçek tohumu partiküllerini bulurlar; bunlarla birlikte fermente olurlar, ancak birbirleriyle birleşip karmaşıklaştıklarında artık kendi iradeleriyle daha fazla rahatsızlık çıkaramazlar, yaşamın krallığını hedefleyemezler, ruhun hazinelerini yağmalayamazlar; çünkü karşılıklı prangalarla kısıtlanmış, çökerler, ve önceden olduklarından daha kalın ve donuk hale gelirler. Dolayısıyla, uygun araçlar olan daha hareketli su partikülleri kürecikleri üzerinde hemen yüzerek, kanın merkezden çevreye doğru ilerleyen hareketiyle, sanki ikinci bir nehir gibi, vücudun çevresine doğru itilir ve elimine edilirler.
Aşılanmış çiçek hastalığında irin oluşmadığını, aksine irinli, yani daha seyreltilmiş ve daha sulu bir madde oluştuğunu açıkça görmüyor muyuz? Bu fenomen, bulaşıcı fermentin asidik-tuzlu partiküllerinin her yerdeki yağlı kan partiküllerini kadavra çürüklüğüne dönüştürmediğini, aksine daha yumuşak ve daha hafif sulu partiküller tarafından seyreltilip doyurularak dışarı atıldığını açıkça göstermiyor mu?
Derin yara izlerinin yokluğundan, keskin, sivri, batıcı ve aşındırıcı tuzlu ferment partiküllerinin, balsamik kan kürecikleri tarafından hemen köreltildiğini, sivri uçlarından mahrum bırakıldığını ve daha donuk bir şekle dönüştürülerek, sanki bir kaldıraç gücüyle dışarı atıldığını açıkça görmüyor muyuz? Bu arada, kan kütlesinin dokusu bozulmadan, tutarlılığı sağlam kalır. Burada hiçbir erime, hiçbir pıhtılaşma, hiçbir bozucu veya yıkıcı korku görmezsiniz. Zira aşılamada kan sadece, safsızlığın saflıktan ayrılması ve köpükleşme yoluyla dışarı atılması için yeterli olduğu kadar fermente olur. Bu fermantasyon hareketinde, ruhlar, lenf ve katı kısımlar sadece hafif bir dalgalanma ile bazen etkilenirler; ve eğer bulaşma partikülleri onlara ulaşırsa, kesinlikle (aşılamanın ima ettiği metafor) sadece vahşi keskinliklerinden arındırılmış ve sanki tatlandırılmış olarak ulaşabilirler.
Kendi yetersizliğimin bilincinde olarak bunları arsızca dayatmıyorum: Benden çok daha iyilerinin, Tanrı'nın daha iyi bir kalple yarattığı kişilerden çıkacağını biliyorum. Ancak bu aşılama hikayesinde kendime bir dereceye kadar iyi hizmet ettiğimi umuyorum.
Konstantinopolis, 1713 Yılı, Aralık Ayı.
Emanuel Timonius, Konstantinopolisli. Oxford ve Padua Üniversitelerinde Felsefe ve Tıp Doktoru.
Dr. Jacobus Pylarinus, Venedikli, Venedik Cumhuriyeti'nin Smyrna'daki Eski Konsolosu tarafından.
Edebiyat dünyasına, keşfi kadar sonucu da hayranlık uyandıran tıbbi bir operasyon sunuyoruz; bu operasyon, fizikçiler veya Apollon sanatında bilgili kişiler tarafından değil, insanlığa yardım etmek, en vahşi hastalığın acısını dindirmek amacıyla halktan, cahil bir millet tarafından keşfedilmiştir. Eski okulların yorgun çalışmaları ve yenilikçilerin titiz araştırmaları tarafından bilinmeyen, ancak masum ve felsefeden uzak bir aileden gelen bir iyiliktir. Gerçek mucidi bilinmemektedir: Ancak en kesin olanı, ilk olarak Yunanistan'da, özellikle Tesalya'da yaygınlaştığıdır; buradan yavaş yavaş yakın yerlere ve şehirlere yayılarak sonunda Bizans şehrine sızmıştır. Başlangıçta birkaç yıl gizli kalmış, nadiren ve sadece alt tabakalar arasında kabul görmüştür: Ancak son zamanlarda şiddetli bir çiçek hastalığı salgınıyla birlikte daha geniş çapta duyulmaya başlamıştır; ancak hiçbir zaman daha yüksek sınıflara girmeye cesaret edememiştir; ta ki, 1701 yılında, kışın sonuna doğru, seçkin Yunanlar arasında tanınmış ve eski Caryophyllus ailesinden gelen, benimle de samimi dostluk bağı olan soylu bir kişi, bu aşılama hakkında ne düşündüğümü ciddi bir şekilde danışana kadar; ve kendi dört oğluna uygulanmasına onay verip vermeyeceğimi sordu: Zira o zamanlar bu hastalık neredeyse tüm şehri ölümcül bir şekilde istila etmişti; bu da ona çocuklarının sağlığı için büyük bir korku salmış ve onu çok endişelendirmişti. Ancak, bu yeni yönteme dair hiçbir ön bilgiye sahip olmadığım için, bilmediğim bir konuda ne karar vereceğimi tam olarak bilmediğimi söyledim; ve aynı zamanda operatörle görüşme fırsatı istedim.
Üç gün sonra, arkadaşımın yanına tekrar gittiğimde ve aynı konu tekrar aramızda konuşulmaya başlandığında; kısa bir süre sonra, oldukça düzgün giyimli bir Yunan kadını odaya girdi; operasyonun tüm seyrini, yöntemini, yerini, zamanını ve diğer koşullarını, benim daha sonra açıklayacağım gibi, bize oldukça açık ve detaylı bir şekilde anlattı; her ne kadar kendisi aşılamadan kaynaklanan çiçek hastalığının gerçek nedenini tam olarak anlamamış olsa da: Bunlara, her zaman güvenli ve başarılı bir şekilde sonuçlanan sayısız deney ve vakayı ekledi; bunlardan birkaçının (zira geniş bir şehirde hepsini kim bulabilirdi ki?) güvenilir kişilerin ifadelerinden doğru olduğunu tespit ettim: Bu nedenle, konuyu iyice düşündükten sonra, bunun akla ve doğaya hiç de aykırı olmadığını anladım: Özellikle de bahsi geçen vakalardan etkilenerek, birkaç gün sonra tekrar aceleyle tavsiye isteyen arkadaşıma, hafif bir tereddütle de olsa, karşı çıkmadım; bu onayı aldıktan ve hastalık süresince uygulanacak rejimi yeterince öğrendikten sonra, Yunan kadın tarafından dört oğluna cesurca aşılama yaptırdı: Bunlardan üçü (beş ve zar zor yedi yaşındaki) hafifçe hastalandı; bir hafta sonra birkaç püstül ortaya çıktıktan sonra, ateşten ve tehlikeden tamamen kurtuldular: Ancak on sekiz yaşını doldurmuş olan en büyükleri ağır bir şekilde hastalandı: Zira sürekli ve habis bir ateşe yakalandı, zorlu semptomlar sendromu ortaya çıktı ve çok sayıda olmasa da, bolca döküntüyle boğuştu, ancak on dördüncü günden sonra hastalığı zar zor atlattı: Bunu, onun karamsar mizacına, kötü sıvılara ve daha önce ihmal edilen (verilen uyarıya aykırı olarak) vücut temizliğine atfetmek isterim. Operasyonun başarılı sonucu, ne kadar çok soylu aileyi taklit etmeye sürükledi; öyle ki bugün, bazı çekingenler dışında, herkes aşılama faydasını hissetmek istemektedir. Sadece Türkler, kaderin buyruklarına bağlı ve daha az eğitilebilir oldukları için, şimdiye kadar bunu ihmal etmişlerdir.
Bu Operasyon tamamen doğaldır ve hiçbir batıl inançla örtülmemiştir; her ne kadar Tranfplantasyon (aktarım) adı ilk bakışta tereddüt yaratsa da. Semptomatik Tedavilerden tamamen farklıdır; hele ki hastalıkların bir öznenin bedeninden (hayali, boş ve algılanamayan bir mumya aracılığıyla) diğerine aktarıldığı söylenen o Manyetik Transplantasyondan daha da farklıdır; bu konuda Tenzelius, Bartholinus, Maxwell, Etmüller ve diğer yeni dönem bilginleri, başka alanlarda bilgili kişiler olsalar da, titizlikle tartışırlar; eski çağların tıptaki hurafelerinin temizlenmesi gerektiğini iddia ederken; kendileri bazen hurafeler içinde yuvarlanırlar, yeni dönemin boş inancıyla şimdiye kadar saygıdeğer ve saf bilimi kirletirler. Bu nedenle, gerçekçi olmak gerekirse, bu Manyetik veya Semptomatik Operasyonlar, batıl inançların şüphelerinden (örneğin Armarium Merhemi, Semptomatik Toz ve benzerlerinde olduğu gibi) yoksun değildir, çünkü etkinlik alanları dışında uzaktan etki ederler; bu yüzden Çiçek Transplantasyonu gerçek, sırf, saf Fiziktir; çünkü saf Fiziksel araçlarla ve gözle görülebilen, hatta elle hissedilebilen temasla tamamlanır; bu, yakında söyleneceklerden daha açıkça ortaya çıkacaktır.
Bu tür çiçek hastalığının ortaya çıkması, metaforik olarak adlandırılan Aşılama veya Nakil yoluyla gerçekleşir; bu, hastalıklı fermentin veya çiçek hastalığından elde edilen irin, bu amaçla açılan küçük yaralar yoluyla sağlıklı bir vücuda yerleştirilmesinden başka bir şey değildir.
Fiziksel uyarılma modu şu şekilde ilerler: Küçük yaralara sokulan irin, gerçek fermentin doğasını alır; buradan dolaşım sayesinde kendi damarları ve kanalları aracılığıyla kan kütlesine taşınır, buna hazır partiküllere ve gizli bir kusurla şişmiş olanlara hemen saldırır, enfekte eder ve zehirini ileterek onlarda gizlenen fermantatif tohumu uyarır, harekete geçirir ve eyleme geçirir, ve onu harekete geçirir; buradan evrensel bir kaynama veya fermentasyon ortaya çıkar; bunun gücüyle, saf olmayan ve heterojen kısımlar kritik bir şekilde ayrılarak cilde itilir; bu arada doğa, bu operasyonun gücüyle tüm işi nazikçe kontrol eder.
Ancak transplantasyonun kendisine ve nasıl yapıldığına acele edelim; aynı kadın transplantasyon uzmanının en güvenli şekilde nasıl çalıştığını, sırasını ve diğer her şeyi sadakatle tanımlayarak, bu operasyonu yapmak için bir kural oluşturulabilecektir. Dahası, samimi olmak gerekirse, her şeyin gözlemci tanığı olamasam da; operatörün ağzından çok şey, güvenilir bir anlatıdan daha fazlasını aldım; ve kendim de çok daha fazlasını ve daha önemlisini gözlemledim. Evrensel şöhretin onayladığı şeyleri atlıyorum. Tüm bunlara samimiyetle ve şiddetle inanılması gerektiğini belirtiyorum.
Dolayısıyla, ilk olarak, aşılama için uygun zaman seçilmelidir; operatöre göre kış mevsimi tercih edilmektedir; ve sadece bu zamanda aşılama yapmaktaydı: Ben de ilkbaharın, havanın daha ılıman olması nedeniyle eşit derecede uygun olduğunu düşünürüm.
İkincisi, çok özel bir ferment kullanır; yani enjekte edilecek irini herhangi bir kişiden almaz; ancak salgın olarak yayılan çiçek hastalığında, hastalığının 12. veya 13. gününde yatmakta olan bir çocuğun olgunlaşmış, sağlıklı ve iyi huylu püstüllerinden bir iğne batırmak suretiyle irini çıkarır ve sıkar; ve temiz, çok soğuk olmayan bir kabuk veya cam kaba koyar ve saklar; bu kap iyi sarılıp örtülerek hizmetçinin koynunda ısıtılır; ardından vakit kaybetmeden operasyona başlar: Aşılanmış çiçekten gelen irini etkisiz olduğu için reddeder. Ancak ben, bunun daha iyi huylu bir türden olduğunu ve bu arada enerjisinin daha az olmadığını düşünürüm: Bu konuda deneyime danışılmalıdır.
Üçüncüsü, hastanın kalacağı odanın hava koşulları açısından çok ılıman olmasını ister.
Dördüncüsü, operasyonu yapmaya başlayan kadın, saç çizgisi sınırında ve tam ortada alnı; çene ve her iki yanağı demir veya altın bir iğneyle deler; doğrudan değil, eğik bir şekilde batırır, ve keskin ucuyla deriyi alttaki etten biraz ayırır. Ardından, aynı iğneyle, önceden hazırlanmış irini kaptan küçük yaraya damlatır ve içeri sokar; bir sargı ile bağlanır: Aynı şekilde, her iki eli metakarplardan, ayakları metatarslardan vurur ve irini yerleştirir, hafifçe bir sargıyla sıkar; hastayı bu kısımları kaşımaması veya ıslatmaması konusunda ciddi şekilde uyarır. Ben, iltihaplanmaya ve ağrıya daha az eğilimli, tendonlarla iç içe olmayan daha etli yerleri delmeyi tercih ederim.
Bu operasyon şekli dışında, diğer tüm yöntemler uygunsuz, alışılmadık, kötü sonuç veren ve başarısız olduğu için reddedilir.
Bu arada, yatakta ölçülü bir şekilde kalmalı, gerekenden fazla yatmamalıdır.
Beşincisi, altı doğal olmayan şeyde, özellikle de diyet konusunda iyi bir rejim emreder; sadece şarap ve etten değil, aynı zamanda et sularından da hastaları kırk güne kadar kesinlikle yasaklar: Bu uyarıya dikkat etmeyen birçok kişi sıklıkla kötü sonuçlarla karşılaşmıştır; zira gözlerinin önünde, hatanın cezası olarak, yeni püstüllerin ortaya çıktığı ve başka önemli semptomların meydana geldiği görülmüştür.
Böylece, nakil doğru bir şekilde yapıldığında, çiçek hastalığı semptomları herkes için aynı zaman aralığında ortaya çıkmaz; zira ferment farklı şekilde etki eder; her birinin kendi mizacına, yaşına ve gücüne bağlı olarak daha geç veya daha erken ortaya çıkar. Her ne kadar çiçek hastalığının kendisi, neredeyse her zaman yedinci günde ortaya çıkmaya başlasa da, bu gerçekten kritik bir gündür. Nadiren de olsa, bazı kişilerde hemen ilk gün çiçeklerin çıktığı vakalar da olmuştur.
Hastalarda ortaya çıkan semptomlar, mizaçların çeşitliliğine, kan kütlesindeki sıvıların durumuna ve doğadaki belirli eğilimlere göre değişir: yani daha hafif veya daha şiddetli semptomlar ortaya çıkar; ancak genellikle yaygın olarak görülenlere benzemese de, çoğunlukla daha hafif bir görünüm sergiler: Birçoğu neredeyse hiç değişiklik veya hasar hissetmez.
Ortaya çıkan çiçekler hemen hemen her zaman Ayrık türdendir; sayıca çok değildir; en fazla on, yirmi, otuz, nadiren yüze, çok nadiren iki yüze kadar çıkar.
İlk olarak, bazı kişilerin tek bir kola yapılan küçük bir yara ile çiçek hastalığını tetikledikleri; ve birkaç püstül ortaya çıkmasına rağmen daha sonra enfeksiyondan korunmuş oldukları belirtilmelidir.
İkinci olarak, bazen aşılama sonucunda hiçbir çiçek hastalığı belirtisi oluşmadığı; ya vücutta hiçbir çiçek hastalığı yatkınlığı olmadığı için ya da fermentin bulaşmasının zayıflamış veya bozulmuş olması nedeniyle meydana geldiği belirtilmelidir: Ancak daha sonra, hastalığın yaygın olarak görüldüğü zamanlarda, bu tür aşılanmış vücutlar, diğerlerinin ortak kaderini paylaşarak hastalığa yakalanmışlardır.
Üçüncüsü, aşılama yerleri veya küçük yaralar her zaman püstüllere dönüşme eğilimindedir: Ancak bazılarında irinli tüberküllere dönüşürken, hiç püstül görünmez; bazılarında ise büyük miktarda irin akıtan daha büyük apselere dönüşürler: Aynı yerler, özellikle ayaklarda ve ellerde, büyük ağrıyla şişer; irin boşaldıktan sonra diner ve tekrar şişerler. Bazılarında, ancak çok nadiren, bir süre sonra bezli bölgelerde ve lenf bezlerinde apseler ortaya çıkar ve yavaş yavaş irinleşir: böylece doğa, vücutların farklı yapısal özelliklerinde oyun oynar.
Son olarak, şimdiye kadar bu transplantasyondan kaynaklanan ölümcül bir olayın neredeyse hiç gözlemlenmediği belirtilmiştir; herhangi bir cinsiyet, mizaç veya yaşta yapılmış olsa bile; aksine, doğru ve düzgün bir şekilde uygulandığında ve yetenekli bir hekim tarafından uygun şekilde hazırlanmış vücutlarda, kesin bir iyileşme vaat eder. Zira bu şekilde ortaya çıkarılan çiçekler, yaygın olarak görülenlerden daha iyi huyludur; çünkü tüm habislikten yoksun bir fermentten veya bulaşmadan kaynaklanır: Kan kütlesinin hareket ettiği ve tüm işin tamamlandığı kaynama, nazikçe, şiddetle değil, sayfa 471'de D. Johannes Bernoulli'nin yazdığı gibi doğanın kontrolünde kendi çabalarını ortaya koyar.
Genel kesme yöntemini kullandım.
Ayrıca, operasyon zamanı ve yılın hava koşulları transplantasyon için istenildiği gibi seçilebilir; ve aşılanacak vücut, uygun araçlarla sanatın gerektirdiği şekilde hazırlanıp düzenlenebilir; bu da hastalığın başarılı ve hayırlı seyri için gerçekten büyük önem taşımalıdır.
Dr. Emanuel Timonius
ve
Jacobus Pylarinus
gibi kıymetli hekimlerin bu yöntem üzerine söyledikleriyle birlikte.
Bu konuda bazı değerlendirmeler de eklenmiştir.
Ayrıca, bu yöntemin meşruiyeti (dinsel veya etik açıdan) hakkında şüphe duyanların sorularına karşılık, birkaç sorgulayıcı soru da eklenmiştir.
Dr. Zabdiel Boylston tarafından yayımlanmıştır.
Boston, 1721.
Corn-Hill’deki dükkânında S. Gerrish tarafından satışa sunulmuştur.
Çiçek Hastalığının Aşılama veya Nakil Yoluyla Edinilmesine Dair Bazı Bilgiler; Ve Bu Uygulamanın Faydası ve Güvenliği Hakkında.
Kamuoyuna, çiçek hastalığını edinmenin bu Yeni Yöntemi hakkında yakın zamanda çok karanlık ve taraflı bir hesap sunulduğundan; ve bu hesabın, iddia edildiği gibi, Dr. Timonius ve Pylarinus'un bizzat mektuplarından alındığı ileri sürüldüğünden; Kamuoyuna, bu öğrenimli Beyefendilerin bu Uygulama hakkında söylediklerinin aşağıdaki Özetini sunmanın makul ve uygun olduğu düşünülmüştür. Ancak bu mektuplara sahip olan Beyefendi onları ödünç vermeyi reddettiği için; burada verilen aşağıdaki hesap, ağırlıklı olarak Boston'dan öğrenimli bir Beyefendinin Kasabanın Değerli Hekimlerine yazdığı bilinen bir mektuptan alınmıştır.
Felsefi İşlemlerdeki İki Hesabın Sadık Bir Özetlemesi.
İlk iletişimimiz, 1713 yılının Aralık ayında Konstantinopolis'ten yazan, Londra Kraliyet Cemiyeti'nin Ünlü Üyesi Dr. Emanuel Timonius'tan (Boston'da bazı kişilerce iyi tanınan, ayrıca şimdi anlatılacak olayın gerçekliğini de fiilen bilen biri) gelmektedir. Ve o, şu etkiyi bildiriyor: Çiçek hastalığını bir tür aşılama yoluyla edinme pratiği, yaklaşık kırk yıldır Çerkezler, Gürcüler ve diğer Asyalılar tarafından Konstantinopolis halkı arasına sokulmuştur. İlk başlarda insanlar temkinli ve korkuluydular, ancak son sekiz yıldır Binlerce kişi üzerindeki Başarılı Sonuç, her türlü şüpheyi ortadan kaldırmıştır. Operasyon her yaştan, her iki cinsiyetten, farklı mizaçlardan ve hatta Havanın en kötü koşullarında bile yapılmış; ve bunu kullananlardan hiçbiri çiçek hastalığından ölmemiştir, oysa aynı zamanda, sıradan yolla enfekte olanların en az yarısının öldüğü kadar habis bir hastalıktı.
Bu aşılamayı yaptıranların (diyor ki) çok Hafif Semptomlar gösterdiğini, neredeyse hiçbir Hastalık hissetmediklerini ve sahip oldukları çiçek hastalığının yüzde hiçbir iz veya çukur bırakmadığını söylüyor.
Hastanın on ikinci veya on üçüncü gününde, iyi huylu çiçek hastalığına yakalanmış, bulabildikleri en sağlıklı Genç bir Kişiyi seçerler. Bir İğne ile bazı daha büyük Kabarcıkları delerler ve içinden çıkan Maddeyi uygun bir Cam Kaba (veya benzeri bir şeye) sıkarlar, bu kap öncelikle ılık Su ile çok temiz yıkanmalıdır. Bu Madde'den uygun bir miktar toplandıktan sonra, kap sıkıca kapatılmalı ve taşıyan Kişinin koynunda sıcak tutulmalıdır (bu kişi, Enfeksiyonun giysi yoluyla ve şişeden de bulaşmaması için, Hasta Odasını ziyaret eden kişiden ziyade başka biri olmalıdır, ve böylece amaçlanan Operasyonun, Enfeksiyonun önce başka yoldan bulaşmasıyla zarar görmemesi sağlanır). Ve bu madde mümkün olan en kısa sürede, hasta olmayı bekleyen Kişiye ulaştırılmalıdır.
Hasta sıcak bir Odada iken, Cerrahın Üç kenarlı İğnesiyle veya Neşterle derinin iki veya daha fazla Yerine (en iyi Yerler Kol Kaslarındadır) birkaç küçük Yara açılır, ta ki birkaç damla Kan gelene kadar: Ve hemen ardından camdaki Madde'den her bir Yere bir damla damlatılmalı; ve çıkan Kan ile iyice karıştırılmalıdır. Yara, yarım Ceviz kabuğu veya benzeri içbükey bir Kap ile örtülmeli ve Maddenin birkaç saat boyunca Giysiler tarafından ovulmaması için bağlanmalıdır; Ve şimdi Hasta (Yaraların üzerine flasterler takarak) Evde kalmalı, sıcak tutmalı ve Diyetine dikkat etmelidir; Konstantinopolis'te adet, Yirmi Gün veya daha fazla süreyle Et ve Et suyundan uzak durmaktır. Operasyonu ya Kış başında ya da İlkbaharda yapmayı tercih ederler.
Çiçek hastalığı bazı kişilerde diğerlerinden daha erken başlar ve bazılarında diğerlerinden daha az semptomlarla seyreder; ancak hepsinde mutlu bir başarıyla sonuçlanır. Genellikle On veya Yirmi Püstül patlar; yer yer sadece iki veya üç tane olanlar vardır; Yüz tane olanlar azdır. Bazılarında, insizyon yapılan Yerler dışında hiçbir Püstül oluşmaz: Ve burada Tüberküller irinli olacaktır: Ancak bunlar bile daha sonra hiç çiçek hastalığı geçirmemişlerdir, hastalığı olan Kişilerle birlikte yaşamış olsalar bile. İnsizyon yapılan yerlerden birkaç gün boyunca azımsanmayacak miktarda Madde akacaktır. Bu Operasyondan kaynaklanan çiçekler kısa sürede kurur; ve kısmen ince kabuklar halinde, kısmen de fark edilmeyen bir kaybolma ile düşer.
Madde, sıradan Çiçek Hastalığı'ndaki gibi kalın bir İrin değil, daha ince bir tür Sanies'dir, bu nedenle nadiren çukurlaşır, insizyon yeri dışında, burada oluşan İzler asla kaybolmaz ve madde daha çok sıradan türdendir.
Eğer herhangi birinde apse çıkarsa (ki bu bebeklerde daha sık görülür), korkulacak bir şey yoktur, çünkü irinleşme yoluyla güvenle iyileşir.
Çok nadiren, yeni bir insizyon amacıyla, insizyonlu çiçek hastalığının maddesini kullanırlar. Aşılama daha önce çiçek hastalığı geçirmiş kişiler üzerinde denendiğinde, üzerlerinde hiçbir etkisi olmadı. Dr. Timonius, şimdi pek çok kişinin kabul ettiği bu uygulamanın şimdiye kadar hiçbir kötü sonucunu gözlemlemediğini doğrular.
I. Dr. Timonius'tan gelen bu iletişimin ardından, adını Jacobus Pylarinus olan, Smyrna'daki Venedik Konsolosu, seçkin bir kişiden Kraliyet Cemiyeti'ne başka bir iletişim geldi; ve bu kişinin, daha önceki kişinin yazdıklarından haberdar olmadığı anlaşılıyor. Başlığı: Çiçek Hastalığını Aşılama Yoluyla Ortaya Çıkarmanın Yeni ve Güvenli Bir Yöntemi.
Bu beyefendi, bu Harika Buluş'un ilk olarak, bilginlerin oğulları tarafından değil, insanlığın dünyanın en Zalim Hastalıklarından birine karşı yardımına koşan Sıradan, Kaba, Kaba bir Halk tarafından bulunduğunu gözlemler. Bu yüzyılın başına kadar, Nitelikli İnsanlar arasında nadiren, hatta hiç kullanılmamıştır. Daha sonra, dört küçük oğlunun çiçek hastalığı tarafından alınmasından korkan soylu bir Yunanlı, kendisiyle (üzerlerine aşılama kullanma konusunda) görüştü. İlk başta, konuyu bilmediği için herhangi bir Tavsiye vermeyi reddetti; Ancak, notable bir aşılayıcı olan bir Yunan Kadınının, konuyu tartıştıkları sırada gelmesi üzerine, onlara o kadar çok şey anlattı ki, Deney'e karar verildi. Kadın kendi yöntemiyle dört oğlunun hepsine uyguladı. Yedi yaşın altında olan Üç küçük çocuk, çok hafif bir Hastalık hissettiler, çok az Püstül vardı ve yaklaşık bir Hafta içinde tüm Ateş ve Tehlike onlar için sona erdi. Yaklaşık sekiz yaşındaki En büyüğü, habis bir Ateşe yakalandı: ve (çok fazla Püstülü olmamasına rağmen) hayatını zar zor kurtardı. Pylarinus bunu, çocuğun Atrabilious (karamsar) ve başka türlü Nüktedan & Sağlıksız Mizacına ve kendilerine tavsiye edilen Vücudunun Hazırlayıcı Arındırmasını kullanmayı ihmal etmesine bağlar. Ancak bu Mutlu Başarı üzerine, Ne kadar çok Şık İnsanın hemen Örneği takip ettiğini görmek harikaydı. Öyle ki bugüne kadar herkes hiçbir Tereddüt etmeden ve akla gelebilecek tüm güvenlikle Nakil uygulamasını yapmakta; gölgelerinden korkan birkaç korkak dışında. Gerçekten de, Kader'e inancı bildiğimiz gibi olan ve daha Az Eğitilebilir bir Hayvan türü olan Türkler, henüz buna pek ilgi göstermiyorlar.
Pylarinus, Yunan operatöründen talimat alarak, insizyon için uygun bir mevsim seçilmesini tavsiye eder. Kadın bunu sadece Kışın kullanırdı, ancak o Baharın da aynı şekilde işe yarayabileceğini düşünür. Fermente olan İrin, iyi huylu, iyi yapılı genç bir kişiden, olgun püstüllerden alınmalı, kapalı bir şişede sıcak tutulmalı ve uygulamaya acele edilmelidir.
Odanın havası çok Ilımlı tutulmalıdır. Yunan operatör, Pylarinus'un onayladığından daha fazla yer ve daha az etli yerleri, demir veya altın iğneyle eğik bir vuruşla batırarak, İrini yara içine damlatıp iterek deldi; ve hepsini flasterlerle bağladı. Onun yöntemi böylece Alnı, Çeneyi, her iki Yanağı, her iki Bileği, her iki Ayak üstünü delmekti. Bu şüphesiz aşırıya kaçmaktı. Pylarinus, bazılarının sadece Koldaki bir küçük kesik ile işi hallettiğini ve bunun çok iyi sonuç verdiğini doğrular. [Afrika'daki aşılanma izlerini bize gösteren Afrikalılar için de durum böyleydi.]
Yatakta gerekenden fazla kalmamalıdırlar. Şarap, Et ve Et suyu bir kenara bırakılmalıdır.
Fermentasyon, bazı kişilerde diğerlerinden daha erken etkisini göstermeye başlar. Genellikle Çiçek Hastalığı (eğer öyle adlandırılabiliyorsa), Yedinci Günde ortaya çıkar; bazen ise daha ilk Günde.
Semptomlar, vücutların çeşitli yapılarına göre Hafif veya Yoğun olarak ortaya çıkar. Çiçek Hastalığı Ayrık türden olur; ve sayıları çok az olacaktır; belki On veya Yirmi; nadiren Yüz. Çok az kişide insizyon hiç çiçek hastalığı üretmedi; ancak bu kişiler daha sonra sıradan yolla diğer insanlar gibi hastalığa yakalandılar ve onlarla ilgilenildi.
İnsizyon için yapılan Yaralar genellikle çok ağrılı olur. Ve bazılarında Apselere dönüşürler. Hatta bunlar bazen şişer, yükselir ve düşer, sonra tekrar yükselirler! Bu olayda, vücudun bazı boşaltım organlarında İrinleşmeli bir Apse de meydana gelmiştir: Ancak bu çok nadir bir durumdur.
Sonuç olarak Pylarinus şunları doğrular: Bu nakilden şimdiye kadar hiçbir kötü Sonucun neredeyse hiç bilinmediği, ancak iş iyi ve akıllıca yönetildiğinde ve Beden yetenekli bir Hekim tarafından iyi hazırlandığında, sıradan bir şekilde, bundan başka bir İyi Sonuç çıkmayacağına güvenebilirsiniz (der).
GÖRÜŞLER.
I. Bu İletişimlerin Büyük Adamlardan, Büyük Bilgi ve Ün sahibi Kişilerden geldiği ve çok Seçkin Kişilere hitap ettiği göz önünde bulundurulsun. Ayrıca, Kraliyet Cemiyeti'nin (Dünyadaki en Seçkin Kurum) onayıyla, ünlü Sekreteri Dr. Halley'in bu şeyleri, insanlığın dikkatine gelmeye değer olarak yayımladığı da göz önünde bulundurulsun.
II. Şu anda bu Kasabada önemli sayıda Afrikalı var ki, bizi aldatmak için hiçbir komplo veya işbirliği içinde olamazlar. Kimse onlara hikayelerini anlatmaları için talimat vermedi. Hikayelerini ne kadar açık, bozuk ve sakarca, aptallar gibi anlatırlarsa, mantıklı insanlar için o kadar daha güvenilir olacaktır. Çünkü hepsi aynı hikayede anlaşıyorlar: "Bu yöntemi öğrenene kadar bolca zavallı Zenci çiçek hastalığından ölüyordu; insanlar çiçek hastalığının suyunu alıp deriyi kesip bir damla içine koyuyorlar; sonra biraz hasta oluyorlar, sonra birkaç çiçek hastalığı kabarcığı çıkıyor; ve kimse bundan ölmüyor: kimse bir daha çiçek hastalığına yakalanmıyor."
Burada açık bir kanıtımız var ki, Afrika'da, zavallı yaratıkların sıradan yolla çürümüş koyunlar gibi çiçek hastalığından öldüğü yerde, Merhametli bir Tanrı onlara harika bir Koruyucu öğretmiştir.
Bu yaygın bir uygulamadır ve başarıyla sonuçlanır. Bunun, Afrika'da aslanlar olduğu kadar tam bir kanıtına sahibim. Ve neden çiçek hastalığının zehrine karşı nasıl yardım edeceğimizi Afrikalılardan öğrenmenin, Kızılderililerimizden çıngıraklı yılan zehrine karşı nasıl yardım edeceğimizi öğrenmekten daha gayrimeşru olduğunu bilmiyorum.
III. Bu uygulamanın kırk yıl boyunca insanlar arasında devam ettiğini, giderek daha fazla itibar kazandığını ve sonunda her türlü şüphenin ötesine geçtiğini; ve yine de insanların operasyon altında öldüğüne veya sonrasında çiçek hastalığına yakalanma riskinin olduğuna dair raporlarda herhangi bir gerçeklik olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Eğer insanların uzuvları zarar görmüş olsaydı veya sonrasında çiçek hastalığına yakalanma riskleri olsaydı, emin olabiliriz ki, birkaç örnek kırk yıl önce bu uygulamaya son verirdi.
İyi Okuyucular, sakince ve mantıklı insanlar gibi yargılayın.
IV. Bu Özetleri yazan Yazar, orijinalleri elinde tutanlara hitap ediyordu; bu nedenle, konunun yapabileceği kadar sadık bir Rapor olmadığı düşünülemez; Ancak, daha eksiksiz ve mükemmel bir İlişkinin olabileceği ima edildiğinden, Yazar bunu arzu ediyor ve ben de kendim arzu ediyorum ki, Felsefi İşlemlerde verilen Hesapların sahibi tarafından yayınlanmasına izin verilsin ve Kelimesi Kelimesine yayınlansın, böylece tarafsız insanlar Gerçek durumu kendi gözleriyle görebilsinler.
V. Son zamanlarda bana karşı yayınlanan kaba şeylere cevap vermem ve Kamuoyunu onların yanlışlığı ve alçaklığı konusunda tatmin etmem kolay olabilirdi. Ancak bence, özellikle üzerimizde ağır bir Musibet varken, anlamsız tartışmalardan kaçınmak daha makul bir insanın davranışıdır; bu da bizi (birbirimize bağırmak yerine) Yüce ALLAH'a, merhametleri için dualarla birleşmeye çağırır. Bu nedenle, eğer birileri iftiralarına ve saçmalıklarına devam etmeyi düşünürse, onlara kulak asmayı uygun bulmayacağım. Yaptıklarım (Umarım şimdiye kadar olduğu gibi) Düşünceli ve Dürüst İnsanlar nezdinde kendini savunacaktır.
VI. Deneylerimi akla gelebilecek tüm olumsuzluklara rağmen yaptım: Yaşlı ve Genç üzerinde, Güçlü ve Zayıf üzerinde, Erkek ve Kadın üzerinde, Beyaz ve Siyah üzerinde ve Yılın en kötü mevsiminde; ve uygun gördüğümden (akılsız insanların hesaba katılamaz öfkesini göz önünde bulundurarak) daha fazla sayıda kişide; Ancak iki kat yediden fazla olduğundan emin olabilirim; ve hepsinde, beklentinin bile ötesinde, iyi sonuç verdi.
VII. Biz henüz sadece Öğrenciyiz ve deneyimle pratiğimizde daha uzmanlaşmayı umuyoruz. Şimdiye kadarki bazı deneylerimde, Ateşin patlamadan birkaç saat önce biraz daha yoğun olduğunu ve Püstül sayısının Levant'ta alışılmadık derecede biraz daha fazla olduğunu buldum. Bunun Yılın Mevsiminden mi, yoksa Farklı İklimimizden mi, yoksa yüksek Yaşam Tarzımızdan mı, yoksa daha fazla Deneyimimizin olmamasından mı kaynaklandığını, daha fazla görmeden söyleyemem. Ancak Deneyim, genel olarak, her şeyin ünlü TİMONİUS ve PYLARINUS'un anlattığı gibi gerçekleştiğini gösterir. Ve şimdiye kadar Tanrı'nın Lütfuyla, hastalarımın yaşadığı Ateşi kolaylıkla yönetebildim ve her zaman, herkesin diğer sıradan Ateşlerde yapıldığını bildiği şeylerden başka hiçbir şey yapmadım. İlk patlama ile bu Ateş azalır ve geçer, hastalar o kadar rahatlarlar ki, onları Hasta durumunda tutmak çok zor olur. Sıradan yolla insanların genellikle öldüğü o İkinci Ateşin en ufak bir dokunuşunu bile hissetmezler. Püstüller bazılarında çok azdır; diğerlerinde iki veya üç Yüzdür, ancak en kötü durumda bile, sıradan enfeksiyon yolunda alışılagelmişe kıyasla hiçbir şey değildir. Çabucak kururlar. Hastalar, sıradan yolla enfekte olanlardan daha erken dışarı çıkarlar; ve her açıdan eskisi kadar sağlıklıdırlar.
İnsizyonun Yaraları iyileşir ve diğer sıradan Yaralar kadar iyi iyileşir ve eğer rahatsız edici veya ağrılı hale gelirse, çok az bir Beceri ve İlaç onları iyileştirmeye yeter. Şimdiye kadar gördüğüm her şeyden, ihmal edilmiş bir parmak yarasından daha kötü bir sonucu olamaz.
Bize, zaman zaman, ancak çok nadiren, vücudun bazı boşaltım organlarında küçük bir Apse olduğu bildiriliyor: ancak biz uygulamamızda böyle bir şeye rastlamadık ve bunun, eğer böyle bir şey olduysa veya olabilecekse, uygulamacının ihmalinden veya beceri eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyoruz: hastalarımızda şimdiye kadar sıradan çiçek hastalığında görülen çıban veya diğer şişlikler de olmadı, bu da kan ve diğer sıvıların bu yolla ordinary yoldan çok daha az bozulduğunu gösterir.
Şimdi bu vesileyle Veba çığlığı atmak, sanki Uygulama Veba getirecekmiş gibi: Bu o kadar aşırı derecede saçma ki, herhangi bir insanın böyle düşünebilmesi, hatta böyle konuşabilmesi bile bir mucize. Kasabada ve Kırsalda, Timonius ve Pylarinus'un bahsettiği gibi Soğuk algınlığından, kötü vücut alışkanlıklarından veya Veba'dan kaynaklanan binlerce insan yok mu? Ve Veba'nın bu uygulama yoluyla üretildiği hiç bilindi mi? Şimdiye kadar aramızda bu operasyon altında olanlar, neredeyse hiçbir şey çekmediklerini; ve bir kez olsun sıradan yolla çekildikleri çiçek hastalığını çekmektense, birkaç kez bu operasyonu geçirmeyi tercih edeceklerini belirtmekte hemfikirler; hayatta kalacaklarından emin olsalar bile. Ve bazıları (ki çok dindar insanlardır) Yüce Allah'a, kendilerine Ölümden ve Sefaletten kaçmanın bu yolunu gösterdiği için Dünya'ya Şükranlarını yayınlamışlardır. Gerçekten de, şimdiye kadar görünen her şeye göre, burada İnsanlık için büyük bir Nimet olan bir Keşif vardır ve şükranla kabul edilmelidir: Korkunç ve ölümcül bir Hastalığa karşı kendimizi savunmanın bir yolu, geldiğini gördüğümüzde gelişinin yolunu etkisiz hale getirerek. Birçok Hayat kurtarılabilir, biraz Zaman ve biraz Masraf da (ki bazıları bunu düşünebilir) ve Kasabanın Sağlığı çok daha çabuk restore edilebilir; eğer Uygulayıcılar ve Kasaba halkı bu Uygulamayı daha fazla benimserlerse.
Diğer gürültüler ve korkuluklar yenildikten sonra, geriye kalan tek şey şudur: İnsanlar tekrar çiçek hastalığına yakalanacak. Verilmesi gereken tek cevap şudur: Şimdiye kadar bunun güvenilir bir örneğini duymadık. Ve aşılama veya nakil geçirenler, her gün hastaları ziyaret ediyor ve ilgileniyorlar; olabilecek tüm güvence ve güvenlikle.
Bazıları kendinden emin bir şekilde, bildikleri kadarıyla bir erkeğin sıradan yolla ikinci kez çiçek hastalığı geçirebileceğini iddia edecektir. Ve yine de bu, bir kez geçirmiş olanları bir daha yakalanmaktan korkmamaya teşvik etmeyi engellemez.
Vicdan meselesi birçok değerli İyi İnsanı sıkıntıya sokuyor. Kısaca durumun şöyle olduğunu varsayıyoruz: 'Yüce ALLAH, İnsanlığa büyük Merhametiyle, Çiçek Hastalığı tehlikeleri bizi sıkıntıya soktuğunda kullanacağımız bir Çare öğretmiştir; bu İlacı kullanmakla, sıradan yolla olduğu gibi şiddetli geçmeyeceğinden ve dolayısıyla bu korkunç Hastalıktan bu kadar büyük bir tehlike altında kalmayacaklarından ve Hastalıktan kurtulan birçoklarının çektiği o korkunç Durumlardan da kurtulacaklarından emin olacaklardır.'
Bir Hristiyan, bu ilacı (içeriği ne olursa olsun) kullanıp kullanmayacağını ve onu sefil bir Dünya'ya ifşa ettiği için Tanrı'ya iyi İnayeti için alçakgönüllülükle şükran sunup sunmayacağını ve başarısı için (herhangi bir başka ilacı kullanırken yaptığımız gibi) alçakgönüllülükle O'nun iyi İnayetine bakıp bakmayacağını merak edebilir. Herhangi bir bilge Hristiyan'ın buna cevap verememesi garip gelebilir.
Ve kendilerine Hekim diyen insanlar, bu uygulamaya karşı kinli söylemlerinde, hem Anatomi'lerini hem de Felsefe'lerini, hatta İlahiyat'larını nasıl da garip bir şekilde ele veriyorlar? Zira ilk olarak, Kan Kütlesine enjekte edilen Habis Kir hakkında büyük bir yaygara koparıyorlar, sanki büyük bir kan damarına zehirli bir maddenin bir miktarını enjekte etmekle, kazınmış deriye dışarıdan bir Damla uygulamak arasında hiçbir Fark yokmuş gibi; ki bu, düşündüğümüzde, çiçek hastalığına yakalandığımızda cildimizin dolduğu bir damla ve bunun önemli bir kısmı tekrar Kana geri dönüyor ve yine de hasta çok iyi oluyor. Ve dahası, bu Damla, daha önce çiçek hastalığı geçirmiş bir kişiye uygulandığında, ve benim deneyimlediğim gibi, diğerleri gibi doğa tarafından alınsa ve kabul edilse de, doğa onu Hekimlerin yardımı olmadan atabilir; ve bu, Yazarımız Timonius'un bize söylediğiyle uyuşuyor; yani daha önce geçirmiş olanlar üzerinde denendiğinde hiçbir etkisi olmamıştır. İkinci olarak, Felsefelerine gelince, insanların tekrar hastalığa yakalanacağı, bu benim için bir mucize; çünkü İrinli maddeyi ayırmak ve dışarı atmak için gerekli olan Ateşin üretildiğini ve onların uygun bir Çiçek veya Püstül'e sahip olduğunu ve bunun başkalarında sıradan yolla Çiçek Hastalığını enfekte edebileceğini ve aynı derecede üretebileceğini görüyorum, bu benim için hiçbir şüpheye yer bırakmadan, bu şekilde bir kez hastalığı geçirenlerin, diğer yolla hafifçe geçirmiş olanlar gibi tekrar hastalığa yakalanmaktan emin olduğunu gösteriyor, ki bu sadece bir veya iki Püstülü olanlar tarafından kanıtlanmıştır. Sürekli Deneyim de binlerce örnekte bunu doğrulamıştır. Ancak bu Uygulamayı bizim için bu kadar değerli kılan şey, bence, sıradan yolla maruz kaldığımız Şiddetten, Öfkeden ve Tehlikeden kaçacağımızdır; daha önce enfekte olmadığımız sürece, ki zavallı Bayan Esther Webb'in de öyle olduğuna eminiz. Ve hatta orada, insizyon yaralarının, Hastalıklı maddeyi dışarı atmaya yardım edeceğini ve Hastayı kurtaracağını umabiliriz; çünkü bu Kişi iyileşmiştir, her ne kadar bilinen en kötü türlerden birini geçirmiş olsa da. Ve bu konuda daha fazla şey söylenebilirdi, neden bu enfeksiyon yolunun sıradan yoldan daha güvenli ve kolay olduğu hakkında, ancak şimdilik bu yeterli olabilir.
Ve İlahiyat konusuna gelince, Tanrı'yı, Hekim veya Cerrah tarafından Hastalarında bir Hastalığı önlemek, hafifletmek, değiştirmek veya tedavi etmek için kullanılan, O'nun alt Yaratılışının belirli bir bölümünü veya parçasını kutsamasında sınırlamak isterler; ki ben bunun Tanrı veya İnsan tarafından Hekim veya Cerrah'a kullanılmasına şimdiye kadar reddedildiğini hiç duymadım.
Ancak bu konuda, aşağıdaki Sorulara başvuruyorum.
Not: Şu an bana ve bu uygulamaya karşı yazılan kinci ve kaba şeylere daha fazla dikkat etmeyeceğim, ancak Yazarlarına masaldaki huysuz Köpeği hatırlatırım, o ki ne kendisi Yulaf yerdi, ne de Ata yedirirdi: Bu da ne Halkın hayatını kurtaracak gerçek ve kesin bir yol kullanacak, ne de başkasının onu kurtarmak için kullanmasına izin verecek.
I. Eğer Tanrı'nın Yaratıklarına olan Şefkati, bizi asla Çiçek Hastalığına yakalanmaktan Kesinlikle, veya sadece Muhtemelen koruyacak bir Terletici veya Müshil bilgisiyle aydınlatsaydı, Sorarım, herhangi bir insan, böyle bir Çareyi almayı Gayrimeşru sayacak kadar aptal olur muydu? Yoksa herhangi bir Bilge Adam, böyle bir Nimetin Sefil Bir Dünyaya keşfedilmesi için tüm bir Yılın günlerinin Şükran Günlerine dönüştürülmesi için çok az olduğunu düşünmez miydi? Terletici veya Müshilin maddesi ne olursa olsun; Bu hiç fark etmez! Varsayalım ki Kurbağa Tozu veya Joannes Anglicus'un sıtma tedavisi için kullandığı toz; veya bir Succus Variolatus (çiçek irini); Bu hiç fark etmez!
II. Hekimler, ağır Hastalıkları gidermek, hatta bazen Önlemek için hastalarına çok sık tükürük salgısı (salivasyon) vermişlerdir. Bu Operasyonda ve bu Operasyondan binlerce kişi ölmüştür; ancak binlerce kişi bundan fayda gördüğü için, Operasyon her gün tekrarlanmaktadır. Bunu, Takdiri İlahi'yi Kışkırtmak olarak adlandıracak kadar Edepsiz kimse yoktur. Sorarım, Çiçek Hastalığının yakıtı olacak maddeyi uygun Deliklerden köpükleyen (Defpumate) bir köpükleme veya Operasyon neden daha fazla itiraza tabi olabilir; Özellikle de şimdiye kadar tek bir kişinin bile bundan ölmediği bilinmezken? Veya Succus Variolatus neden Cıva kadar kullanılamasın?
III. Çiçek Hastalığını Önleme konusundaki bu denemede Takdiri İlahi'ye güvenmekle Suçlanıyorsunuz; çünkü Çiçek Hastalığına yakalanıp yakalanmayacağınızı bilmiyorsunuz. Cevap veriyorum, ama ya evimin yanma olasılığı, yarım inç ötedeki komşumun evi Alevler içindeyken, benim çiçek hastalığına yakalanma olasılığım kadar yüksekse? Lütfen oturun, komşum, eviniz henüz yanmıyor: Yüce Kudret onu koruyabilir. Ancak Sorarım, bu itiraz, dünyadaki tüm Koruyucu Tıp'a karşı ileri sürülemez mi? Önlemeye çalıştığım Hastalığa yakalanıp yakalanmayacağımı kesin olarak bilmiyorum.
IV. Buradaki itiraz şu: "Sağlıklıyken Kendimi Hasta ediyorum." Ama ben yine diyorum ki, herhangi bir Adam, tüm Koruyucu Tıp'ı "Gayrimeşru" olarak karalayacak mı? Hekimlerimiz neden her Bahar ve Sonbaharda insanları bunu almaya teşvik ediyor? İnsanlar, bin kat daha az korkulacak bir Hastalığı önlemek için, Çiçek Hastalığı'ndan daha az korkulacak bir kusma zehrini midelerine almıyorlar mı? Neden ben de böyle bir Hastalığı önlemek için koluma veya bacağıma bir zehir almayayım? Birçok kişi kusmadan ölmüştür, ancak şimdiye kadar kimsenin bu kadar eleştirilen operasyondan öldüğü bilinmemektedir. KURTARICIMIZ'ın "Sağlıklı olanın Hekime ihtiyacı yoktur" sözlerinin tüm koruyucu Tıp'ı yasakladığını söylemek, onların kabaca kötüye kullanılmasıdır. Ayrıca, çiçek hastalığının yakıtı içimde dururken ben sağlam değilim.
V. Sadece küçük bir Baş Ağrısını veya benzeri hafif bir rahatsızlığı önlemek için, İspanyol Sineklerinden yapılan bir Epispastik (deriyi kızartan ilaç) gibi bir Zehiri koluma uygulayamaz mıyım? Vücudumdaki sıvıları harekete geçiren, mesaneye kadar nüfuz eden ve hatta orada Kanlı İdrar üreten bir Zehir?
VI. Ama Çiçek Hastalığı korkusu; bu kötü bir Hastalık değil mi? Özellikle de bana o kadar yakınken, ondan kurtulmamın bir mucizeye yakın olması durumunda? Eğer sadece bu Korkuyu Ortadan Kaldırmak ve Önlemek için İlaç alırsam, Hasta olmadan önce kendimi hasta ettiğim söylenemez.
VII. Ünlü Sydenham, Çiçek Hastalığı Enfeksiyonu alınmadan önce Müshillerin kullanılmasını tavsiye eder; bu da vücudu, daha az ve daha iyi türden Çiçek Hastalığı geçirmeye umutla hazırlar; Çiçek Hastalığına yakalanıp yakalanmayacaklarını bilmedikleri gibi anlamsız bir bahane altında bunu Gayrimeşru sayacak kadar Saçma kimse olacak mı?
VIII. Alçakgönüllülükle sorarım, Altıncı Emir, kendi Hayatlarımızı ve başkalarınınkini Koruma adına yasal olarak kullanılabilecek Araçları kullanmamızı gerektirmemiş midir? Ve şimdi önerilen şeyde Yasal Olmayan ne var?
IX. Aptalca bir çekişme var; "Çiçek hastalığının yayılmaması için dua ediyoruz; yine de Nakil yoluyla kendimiz yayıyoruz." Ama sorarım, insanlar ne için dua ettiklerini biliyorlar mı? Dualarımız Tehlikeli ve Yıkıcı bir Çiçek Hastalığının yayılmaması içindir. Hayatlarımızı Çiçek Hastalığı'nın Tehlikesinden kurtaracak Etkili bir aracın Açığa Çıkarılmaması, Uygulanmaması ve Başarılı Olmaması için dua etmiyoruz.
X. İtiraz edilir (çünkü "itiraz edildi" demek, böyle bir uygunsuzluk için çok basit bir kelime olurdu) ki bu Yeni Yöntem bize Putperestlerden gelmiş ve biz Hristiyanlar Putperestlerin Yolunu öğrenmemeliyiz. Sorarım, Hipokratımız Putperest değil miydi? Ve Galenimiz Putperest değil miydi? Ve Mitridatımız Putperestlerden gelmiyor mu? Ve Triyakımızın ilk mucidi Neron'un Hekimi değil miydi? Ve bazı çok İyi İlaçlarımızı Kızılderililerimizden öğrenmedik mi? Ama bu Yeni Yöntem binlerce Hristiyan tarafından kullanılmıştır; Ve bu Yeni Yöntemin iletişimlerini en çok güvendiğimiz Hristiyanlardan alıyoruz. Ama akıllı Hristiyanlar olarak geçenler, İnançsızlardan daha kötü olanlar mı var? Ve Beyler-Tütün İçenler, rica ederim, tütün içmeyi kimden öğrendiniz?
XI. Eğer Kanın Succus Variolatus (çiçek irini) uygulanarak yapılan bir Defpumasyon (köpükleme) işlemi, (ALLAH'ın Lütfuyla) genellikle buna maruz kalanların Hayatlarını kurtaracak olsaydı, Sorarım, tehditleri ve taşkınlıklarıyla böyle Genel bir Faydayı durduranların neye cevap verecekleri var? Ve Sorarım, kendi üzerinde Deney yapan bir Hekim, böylece binlerce değerli Hayatın (eğer iyi giderse) korunma ve uzatılma yoluna sokulabilmesi için, bir Katil gibi mi muamele görmeyi hak eder, yoksa daha ziyade Genel Bir İyiliksever olarak mı görülmelidir?
XII. Hekimlerin büyük bir kısmı, Soğuk Banyo'nun kullanımına karşı silaha sarılmamış mıydı? Ama şimdi çok çeşitli Hastalıkları iyileştirdi ve Binlerce Hayatı kurtardıktan sonra, kullanımı şimdi, isteseler de istemeseler de, yaygınlaşmadı mı? Ve şimdi onlar da tavsiye ediyorlar. Jezuitlerin Kabuğu'nun kullanımı ilk tanıtıldığında, akla gelebilecek en yüksek çığlıklar yükselmedi mi ona karşı? Hatta, günümüzde bile birçoğu, düşüncesizce ve tersine bir yönetimle, onu kullanarak kendilerini mahvetmiyorlar mı? Ama yüz binlerce Hayat onunla kurtarıldıktan sonra, onu ihtiyaç duydukça kullanmayanlar genellikle çok tuhaf Hekimler olarak sayılmıyorlar mı? Sorarım, herhangi bir uygulama şekli, tüm Tıp Sanatı, Aşılama veya Nakil uygulamasından daha güçlü bir tavsiyeyle bize gelmiş midir?
Makale içerikleri metin olarak değil, görsel biçiminde yapay zekaya okutularak çevrilmiştir. Bu nedenle çeviriler birebir olmayabileceği gibi, hata içerebileceği de unutulmamalıdır.
Yazan: Kamil Hamidullah / TEMMUZ 2025
Önceki güncelleme:
Son güncelleme:
#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #immünology #LTx #ÇiçekHastalığı #SmallPox