Çiçek Hastalığı, İnsanlık Tarihinin En Eski ve En Ölümcül Salgınlarından Biri
İmmünoloji, yani bağışıklık bilimi, insanlığın bulaşıcı hastalıklarla mücadelesinin en eski ve çarpıcı örneklerinden biri olan çiçek hastalığıyla başlayan uzun bir yolculuğun ürünüdür.
Çiçek hastalığı (Smallpox/Variola), yüksek ateş, halsizlik ve kaşıntılı, kabarcıklı döküntülerle kendini gösteren son derece bulaşıcı ve ölümcül olabilen bir viral enfeksiyondur. "Variola" terimi, Latince varius (benekli, lekeli) kelimesinden türetilmiştir ve hastalığın ciltte oluşturduğu belirgin benekli döküntüleri tanımlar.
Hastalığa neden olan Variola virüsü, Poxviridae ailesine aittir; bu ailede ayrıca maymun çiçeği (Monkeypox) ve inek çiçeği (Cowpox) gibi akraba virüsler de bulunur. Ancak Variola virüsünün iki ana türü, bu kuzenlerinden çok daha ölümcül potansiyele sahiptir:
Variola major, tedavi edilmediğinde %30’a varan ölüm oranına yol açabilir.
Variola minor ise daha hafif seyirli olup, ölüm oranı %1-2 civarındadır.
Her iki form da özellikle çocuklar ve bağışıklık sistemi zayıf bireyler için ciddi bir tehdit oluşturur.
Hastalık genellikle grip benzeri belirtilerle başlar: yüksek ateş, baş ve sırt ağrısı, halsizlik gibi şikayetler görülür. Ardından vücutta kırmızı lekeler şeklinde döküntüler belirir. Bu lekeler kısa sürede önce içi sıvı dolu kabarcıklara, daha sonra irinle dolu, ağrılı püstüllere dönüşür. En bulaşıcı dönem de bu irinli kabarcıkların görüldüğü evredir; çünkü bu kabarcıklar yoğun miktarda virüs içerir. Hastalık doğrudan temasla ya da dökülen kabukların bulaştığı nesneler aracılığıyla kolayca yayılabilir.
Ağır vakalarda püstüller birbirine çok yakın çıkar ve birleşerek tüm vücudu kaplar. Bu tabloya “birleşik çiçek” (confluent smallpox) denir. Genellikle ölümle sonuçlanır ya da kalıcı izler ve ciddi sağlık sorunları bırakır.
Çiçek hastalığı sadece ciltle sınırlı kalmaz; bazı durumlarda virüs kana karışarak akciğer, karaciğer ve böbrek gibi hayati organlara yayılır. Bu durum iltihaplanmalara, damar içi kanamalara ve çoklu organ yetmezliğine yol açabilir. Hatta bazı ölümcül olgularda, döküntüler henüz ortaya çıkmadan önce toksik şok (vücudun enfeksiyona karşı verdiği aşırı ve kontrolsüz bağışıklık yanıtı sonucu gelişen, ani tansiyon düşüklüğü, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilen ciddi tablo) nedeniyle ani ölüm görülebilir.
Solunum yoluyla, doğrudan temasla ya da kontamine eşyalar aracılığıyla kolayca bulaşan bu virüs, tarihte sayısız salgına yol açmıştır. Modern tıbbın gelişmesine rağmen, 20. yüzyılda bile her yıl dünya genelinde yaklaşık 2 milyon insan bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.
Genetik analizler, variola virüsünün yaklaşık 10.000 yıl önce, Neolitik dönemde (M.Ö. 10.000 - 6000), Afrika veya Orta Doğu’da insan popülasyonlarında ortaya çıktığını öne sürer. Bu dönemde insanların yerleşik hayata geçmesi, tarım yapması ve hayvanlarla yakın temas kurması, virüslerin hayvanlardan insanlara geçişini (zoonoz) kolaylaştırmış olabilir. Özellikle variola virüsünün atasının, kemirgenlerde bulunan bir poxvirüs türünden evrimleştiği düşünülmektedir.
Çiçek hastalığının insanlık tarihindeki ilk izleri M.Ö. 10.000’lere kadar götürülebilse de, en eski somut kanıtlar M.Ö. 1157 civarına aittir; Mısır’daki III. Ramses’in mumyasında çiçek hastalığına işaret eden deri lezyonları bulunmuştur, ancak bu teşhis paleopatolojik (eski hastalıkların iskelet ve doku kalıntıları üzerinden incelenmesi) olarak kesin değildir. Ayrıca, M.Ö. 3. yüzyıla ait Hint yazıtları ve Çin kaynakları, çiçek hastalığına benzer bir hastalıktan bahseder. Hastalık, ticaret yolları ve göçlerle Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılarak küresel bir tehdit haline geldi.
Çiçek hastalığı, tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Özellikle 18. yüzyılda Avrupa’da her yıl yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açacak kadar ölümcül bir tehdit oluşturuyordu.
Aşılamanın Kökleri: Variolasyon (Çiçekleme) Uygulamasının Tarihsel Yolculuğu
Çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski ve ölümcül salgınlara karşı bağışıklık oluşturmayı amaçlayan yöntemlerden biri olan variolasyon, tıp tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. M.S. 1000’li yıllarda Çin’de ortaya çıkan bu uygulama, hastalığın yıkıcı etkilerine karşı mücadelede atılan ilk adımlardan biriydi.
Antik Yunan hekimleri tarafından bilinmeyen çiçek hastalığına dair ilk sistematik bilgiler, Orta Çağ hekimlerinden gelmiştir. O dönemde modern anlamda bağışıklık sistemi henüz keşfedilmemiş olsa da, uygulayıcılar hafif bir enfeksiyonun kişiyi ağır hastalıktan koruduğunu gözlemleyerek variolasyonu geliştirmişlerdi.
Bu gözlemlerin teorik temelini güçlendiren kilit isimlerden biri de Pers hekimi Ebubekir Razi (Rhazes, M.S. 864–925) idi. Razi, yaklaşık 900'lü yıllarda kaleme aldığı "Kitab al-Jadari wa al-Hasba" (Çiçek Hastalığı ve Kızamık Kitabı) adlı eserinde, çiçek ve kızamığı ayrı hastalıklar olarak ilk kez sistematik biçimde tanımladı. Bu eser, söz konusu hastalıklar üzerine bilinen ilk yazılı metin olmasının yanı sıra, Razi'nin çiçek hastalığını geçirenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadığı yönündeki tespitiyle bağışıklık biliminin erken dönem gelişimine değerli bir katkı sağladı.
Hastalıkların görünmez etkenler tarafından yayıldığı fikrine dair en erken yazılı öngörülerden biri, Romalı bilgin Marcus Terentius Varro'dan (M.Ö. 116-27) geliyordu. Varro, "De Re Rustica" (Tarım Üzerine) adlı eserinde, bataklık bölgelerde bulunan "gözle görülmeyen küçük yaratıkların" hastalıklara yol açabileceğini belirtmişti. Bu fikir, mikroskop olmadan doğrulanamasa da, mikrop teorisinin kayda değer ilk yazılı işaretlerinden biri olarak kabul edilir.
Bu düşünceyi bir adım ileri taşıyan İbn-i Sina (M.S. 980-1038) ise, başyapıtı "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eserinde çiçek hastalığının gözle görülmeyen "kurtçuklardan" kaynaklandığını öne sürdü. Bu çarpıcı ifade, mikrop teorisine dair dikkat çekici bir göndermeydi. İbn-i Sina ayrıca, hastalıktan korunmada temizliğin ve hijyenin hayati önem taşıdığını özellikle vurgulayarak, bu alandaki ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.
Variolasyon Süreci:
Variolasyon, modern aşılarla kıyaslandığında oldukça tehlikeli bir yöntemdi. Amaç, hastalığı hafif bir şekilde geçirerek bağışıklık kazandırmaktı; ancak bu kontrollü enfeksiyon, bazen hastalığın beklenenden ağır seyretmesine, hatta ölümle sonuçlanmasına neden olabiliyordu. Ayrıca, variolasyon yapılan kişiler virüsü çevredekilere bulaştırarak salgın riskini artırabiliyordu. Bu nedenle işlemin yalnızca deneyimli kişilerce ve büyük bir dikkatle yapılması hayati önem taşıyordu.
Uygulamada karşılaşılan en önemli sorunlardan biri, dönemin yetersiz teşhis imkanları nedeniyle çiçek hastalığı (variola) ile su çiçeğinin (varisella) sıkça karıştırılmasıydı. Her iki hastalık da deri döküntüleriyle seyrettiği için, çoğu zaman aralarındaki farkı anlamak kolay değildi. Örneğin, yanlışlıkla su çiçeği geçirmiş bir kişiden alınan materyalle yapılan variolasyon, çiçek hastalığına karşı koruma sağlamazdı çünkü heriki hastalık tamamen farklı virüslerden kaynaklanıyordu. Daha da tehlikelisi, hafif seyreden bir su çiçeği vakasının çiçek hastalığı sanılarak variolasyon uygulanmasıydı. Bu durumda kişi bağışıklık gerektirmeyen bir enfeksiyon geçirirken, vücuduna gereksiz yere ölümcül variola virüsü bulaştırılmış olurdu.
Bir diğer hayati risk unsuru ise kullanılan materyalin miktarı ve niteliğindeki belirsizlikti. Modern dozaj sistemleri olmadığından, uygulayıcılar tamamen kendi deneyimlerine ve gözlemlerine güvenmek zorundaydı. Eğer virüs içeren materyal fazla kullanılırsa, kişinin hafif bir enfeksiyon geçirmesi beklenirken, ağır ve ölümcül seyreden çiçek hastalığına yakalanma riski doğuyordu. Aksine, yetersiz materyal kullanımı ise bağışıklık yanıtını tetikleyemediğinden koruma sağlamıyordu. Bu nedenle, variolasyonun etkinliği büyük ölçüde uygulayıcının bilgi ve titizliğine bağlıydı. Kullanılacak materyalin miktarı konusunda kesin bir dozaj standardı bulunmadığından, genellikle birkaç kabuktan elde edilen materyal kullanılıyordu. Günümüzde böyle bir yöntemin uygulanması gerekseydi, reçetede çok daha kesin ve ölçülebilir bir dozaj yer alırdı. Örneğin, yaklaşık bir çay kaşığı (1-2 gram) kadar materyal önerilebilirdi. Ya da modern farmasötik standartlara uygun şekilde, "0,01 mL Variola virüsü süspansiyonu (10^5 TCID50/mL), steril koşullarda deri çizme yöntemiyle uygulanır" gibi bilimsel bir talimat belirtilirdi.
1. Buruna üfleme (nazal insüflasyon) yöntemi: Tarihte çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski aşılama yöntemlerinden biri, 10. yüzyılda Çin'in Song Hanedanı (960–1279) dönemine uzanır. Dönemin el yazmalarında ayrıntılı biçimde tarif edilen “buruna üfleme” (nazal insüflasyon) tekniğinde, hastalığı hafif atlatmış kişilerin kurutulmuş çiçek kabukları toz haline getirilir, miskle karıştırılır ve sağlıklı bireylerin burun deliklerine üflenirdi. Amaç, solunum yoluyla vücuda alınan bu materyalin hafif bir enfeksiyon oluşturarak bağışıklık kazandırmasıydı. Bu yöntemin tercih edilmesinde, M.Ö. 551–M.Ö. 479 yılları arasında yaşamış olan Çinli filozof Konfüçyüs’ün öğretilerinden beslenen Konfüçyüsçü düşüncenin etkisi büyüktü; zira bu öğreti, bedenin bütünlüğüne cerrahi müdahalelerle zarar verilmesini uygun görmüyor, dolayısıyla nazal yolla uygulanan bu teknik kültürel olarak daha kabul edilebilir bulunuyordu.
Bu yöntemde donörler, hastalığı hafif geçiren kişiler arasından titizlikle seçilirdi. Taze kabuklar ağır enfeksiyon riski taşıdığı için, üç-dört kurutulmuş kabuk öğütülerek misk ile karıştırılırdı. Misk, erkek geyiklerin koku bezlerinden elde edilen, güçlü kokulu bir madde olup, tozun kokusunu maskelemek ve uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla kullanılırdı. Hazırlanan karışım pamuğa sarılıp gümüş bir boruya yerleştirilir ve ritüelleşmiş bir uygulama olarak erkeklerde sağ, kızlarda sol burun deliğine üflenirdi. in'de variolasyon, salyangoz şekline benzeyen, sert, kalın ve morumsu renkte olan "iyi kabuklar" sayesinde güvenilir bir yöntem haline gelmişti. İnce ve nemli kabuklardan ise özellikle kaçınılırdı.
Variolasyonun ne zaman yerleşik bir tıbbi uygulama haline geldiğini belirlemek zor olsa da, Çin'de 1700'lerde Avrupa'ya yayılmadan en az iki yüzyıl önce uygulandığı açıktır. Sung Hanedanı’ndan İmparator Jen Tsung (1010-1063) dönemine atfedilen bir mitolojik anlatı, variolasyonun kökenlerini renklendirir. Tibet’teki Omei Dağı’nda yaşayan bir rahibenin, çiçek hastası kabuklarını kurutup toz haline getirerek çocuklara buruna üfleme yöntemiyle bağışıklık kazandırdığı rivayet edilir. Altı gün süren hafif ateş ve birkaç yara sonrası çocukların hastalığa karşı korunduğu söylenirdi. Bu hikaye, rahibenin "Çiçek Tanrıçası" olarak tapınaklarda anılmasıyla efsaneleşse de, tarihsel kanıtlarla desteklenmez.
Çiçek aşısının Çin'de özel bir aile uygulamasından kamu sağlığı politikasına dönüşmesi ancak Qing Hanedanı döneminde gerçekleşti. 1662'de İmparator Shunzhi'nin çiçek hastalığından vefat etmesiyle bir veraset krizi yaşandı. Normalde taht merhum imparatorun en büyük oğluna geçecekken, kendisi tek gözü kördü ve o zamana kadar çiçek hastalığı geçirmemiş ve sağ kalmamıştı; bu hastalık özellikle Mançu etnik kökenli çocukların hayatına mal oluyordu. Bu nedenle, hanedan istikrarı adına taht, ikinci en büyük oğul olan Kangxi'ye geçti. Kangxi, toz haline getirilmiş çiçek kabuklarını çorbaya karıştırarak çiçek hastalığından kurtulmuş ve böylece bağışıklık kazanmıştı.
Bu kraliyet çıkmazı, ikinci oğul olan İmparator Kangxi'nin (1654-1722), Çin’in Qing Hanedanı’nın dördüncü imparatoru olarak, tebaası arasında variolasyon uygulamasını yaygınlaştırma kararında kilit rol oynadı. Çocukken çiçek hastalığından sağ kurtulmasını "ilahi bir işaret" sayan Kangxi, 17. yüzyılın sonlarına doğru, variolasyonu devlet politikası haline getirerek devlet tarafından resmen kabulünü sağladı. 1678'de imparator ailesini aşılatmaya başladı ve bu uygulama, 1681'de Çin ordusu ve ailelerine de yayıldı. Tarihçiler, Çin Seddi'ni savunan askerleri ve akrabalarını aşılamaya yönelik bu kampanyanın 4.200.000 kişiyi etkilediğini tahmin ediyor. 1682'de variolasyon kampanyası, imparatorluğun Moğol ve Mançu kabilelerine de ilerleyerek yüz binlerce kişiye daha bağışıklık sağladı. Böylece, başlatılan kampanya yalnızca saray çevresiyle sınırlı kalmayıp, orduyu ve sivil halkı da kapsayan; imparatorluk düzeyinde genişleyen büyük bir halk sağlığı seferberliğine dönüştü.
Kangxi'nin 1717 yılında yayımlanan resmi fermanı, bu başarıyı vurgular. Fermanda şu ifadelere yer verir: "Size, oğullarıma, kızlarıma ve torunlarıma bu aşıyı uygulattım. Hepiniz hastalığı zararsız atlattınız. Moğolistan'daki Kırk Dokuz Sancağın savaşçıları ve Kalka kabilesinin şefleri de bu yöntemi benimsedi. Hepsi sağlığına kavuştu... Bu cesaretim milyonlarca hayatı kurtardı. Hayatımın en büyük gururu budur!"
Bu başarının temelinde yalnızca devlet desteği değil, aynı zamanda uygulamadaki titizlikten kaynaklanıyordu. Aşı materyali, yalnızca hafif hastalardan alınan, sert ve kuru kabuklardan elde edilir; uygulama sonrası bireyler döküntüleri geçene kadar izole edilerek bulaş riski azaltılırdı. Kangxi döneminde yayımlanan resmi kılavuzlar, kabuk seçimi, insüflasyon tekniği ve izolasyon kurallarını ayrıntılı biçimde belirleyerek yöntemin güvenilirliğini pekiştirdi.
Bu sistematik ve kurumsallaşmış uygulama, tarihte belgelenmiş ilk halka açık, devlet destekli ve organize çiçek aşılaması (variolasyon) kampanyası olarak tıp tarihine geçti. Çin’de başlatılan bu kapsamlı halk sağlığı girişimi, yalnızca yerel düzeyde kalmayıp zamanla sınırlarını aşarak variolasyonun dünya genelinde tanınmasına ve benimsenmesine öncülük etti.
1660 yılında Londra’da kurulan Royal Society (İngiliz Kraliyet Topluluğu), modern bilimin şekillenmesinde öncü rol oynayan, dünyanın en köklü ve prestijli bilim kurumlarından biridir. Bilgi üretimini, titiz gözlem, deney ve akılcı tartışmalarla destekleyerek özellikle doğa bilimleri alanında Batı’daki bilimsel otoritenin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Topluluğun bilimsel yayın organı Philosophical Transactions of the Royal Society (Felsefi Bildiriler), 6 Mart 1665’te yayımlanan ilk sayısıyla bilimsel makale geleneğini başlatmış ve bilimsel iletişimin gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
18. yüzyılın başlarında, Çin’de uygulanan variolasyon yöntemi Batı’da ilgi uyandırmaya başladı. East India Company’de (Doğu Hindistan Şirketi) görev yapan adı bilinmeyen bir İngiliz tüccar, 5 Ocak 1700’de hekim ve Royal Society üyesi Dr. Martin Lister’a (1639-1712) yazdığı mektupta, Çin’de buruna üfleme yoluyla yapılan çiçek aşısı (nazal insüflasyon) yöntemini detaylı biçimde aktardı. Aynı yılın 14 Şubat’ında Dr. Clopton Havers (1657-1702), bu bilgiyi Royal Society’ye sundu. Ancak dönemin bilim çevreleri, büyük ihtimalle kültürel önyargılar nedeniyle, yönteme yeterince ilgi göstermedi.
Buruna üfleme yöntemi, her ne kadar ilkel görünse de, çiçek hastalığına karşı insanlığın erken mücadelelerinden biridir. Ritüel ile gözleme dayalı bu yöntem, hem Çin’de halk sağlığı politikasının temeli olmuş, hem de variolasyonun küresel yolculuğunda ilk adımlardan birini oluşturmuştur.
2. Deriye uygulama yöntemi: Bu yöntemde, keskin bir aletle kol veya bacak üzerinde küçük bir çizik açılırdı. Hafif çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınan kabuklardan hazırlanan toz, bu çiziğe nazikçe sürülür ve deriye nüfuz etmesi için hafif bir masaj veya bandajla desteklenirdi. Bu işlem, virüsün deri yoluyla vücuda girerek kontrollü bir enfeksiyon başlatmasını sağlardı.
İnokülasyon (inoculation) terimi, Latince inoculare fiilinden türemiştir (in: içine, oculus: göz, tomurcuk). Başlangıçta tarımda bir bitkiyi başka bir bitkiye "aşılamak" (örneğin, bir dalı başka bir ağaca eklemek) anlamında kullanılan bu terim, 18. yüzyılda tıbbi bağlamda çiçek hastalığına karşı bağışıklık oluşturmak için virüs materyalinin kontrollü bir şekilde vücuda verilmesi işlemini tanımlamak üzere benimsendi.
Osmanlı hekimi İtalyan Emmanuel Timoni (1669-1718), çiçek aşısı (variolasyon) yöntemini Batı dünyasına tanıtmada kilit bir rol oynadı. 1713 yılında, Londra’daki İngiliz Kraliyet Topluluğu’nun prestijli yayını Philosophical Transactions dergisinde yayımladığı "An Account, or History, of the Procuring the Small Pox by Incision, or Inoculation (Çiçek Hastalığının Kesik veya Aşılama Yoluyla Edinilmesine Dair Bir Rapor veya Tarih)" başlıklı mektubuyla dikkatleri üzerine çekti. Bu mektupta, Osmanlı topraklarındaki belirli yerel topluluklar arasında yaygın olarak uygulanan deri çizme yoluyla variolasyon yöntemini tüm detaylarıyla tarif etti. Timoni’nin bu öncü çalışması, "inoculation" teriminin tıbbi alanda standartlaşmasına ve variolasyonun Avrupa’da bilimsel olarak tanınmasına zemin hazırladı. Ne var ki, bu yöntemin geniş kitlelerce kabul görüp yaygınlaşması, 1720’li yıllarda Lady Mary Wortley Montagu’nun şahsi gayretleri ve etkili katkılarıyla mümkün olacaktı.
Çiçek hastalığıyla ilgili en eski güvenilir yazılı kaynaklardan biri, Çinli doktor Wan Quan (1499-1582) tarafından 1549 yılında yazılan Douzhen xinfa adlı eserdir. Türkçeye “Çiçek Hastalığı Üzerine Esaslar” olarak çevrilebilecek bu eser, immünolojinin tarihsel gelişiminde önemli bir mihenk taşı olmuştur.
12. yüzyılda, Avrupa’nın önde gelen tıp merkezi Salerno Tıp Okulu’nda “variola” terimi, çiçek hastalığını tanımlamak için standartlaştı. Bu dönemde, İslam dünyasının büyük tıp bilginleri El-Razi ve İbn-i Sina'nın eserlerinin Latince’ye çevrilerek Batı tıbbında “variola” teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Bu çeviriler, doğu ve batı tıp gelenekleri arasında köprü kurarak çiçek hastalığına dair bilgiyi zenginleştirdi.
Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), Tarih-i Cevdet (Cevdet'in Tarihi) adlı Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik eserinde, variolasyonun izini Çinlilerden de önce Uygur Türkleri dönemine (M.S. 744-840) kadar sürmektedir. Bu döneme ait bazı tıp kitaplarında kızamık ve çiçek hastalığına ilişkin bilgiler yer almaktadır. Uygulamanın, Anadolu’ya gelen Türkler tarafından da çiçek salgınları sırasında kullanıldığı bilinmektedir. Cevdet Paşa’nın kayıtlarında, çiçek aşısının Anadolu Yörükleri arasında yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir.
Kaynaklara göre, Türklerin tarih boyunca çeşitli çiçek aşısı yöntemleri geliştirdiği bilinmektedir. Bunlardan en yaygın olanı, çiçek hastalığına yakalanmış bir kişiden alınan irinin ceviz kabuğunda saklanması ve genellikle mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılarak, çocuğun kolunda açılan küçük bir kesik üzerine damlatılmasıdır. Bu yöntemle mikrop çocuğa geçer, vücutta 10-15 kadar hafif çiçek çıbanı (püstül) oluşur ve hastalık genellikle hafif atlatılırdı.
Eski Çin ve Hindistan’da da variolasyona benzer yöntemler uygulanmaktaydı. Çin’de çiçek hastalığına yakalanan kişilerden alınan kabuklar sağlıklı bireylerin burunlarına yerleştirilerek bağışıklık kazanmaları amaçlanırken, hastaların giysilerinin sağlıklı kişilere giydirilmesi de yaygın bir uygulamaydı. Hindistan’da ise M.Ö. 3000-800 yılları arasında etkili olan Ayurvedik dönemde, hastalıklı irinle temas ettirilen çöpler kurutularak sağlıklı çocukların kollarına açılan çiziklere sürülüyor; bu sayede hastalığa karşı direnç kazandırılmaya çalışılıyordu
Türk tıp tarihçisi Prof. Yavuz Unat’a göre, Hintliler ve Çinlilerin bu bağışıklık yöntemlerini Türklerden öğrenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Özellikle Uygur Türklerinin ticaret yollarındaki etkinliği sayesinde Hint usulü çiçek aşısının Çin'e ulaşmasında önemli bir rol oynadığı belirtilmektedir. Bu yöntemin daha sonra Selçuklular aracılığıyla 11. yüzyılda Anadolu'ya getirildiği ileri sürülmektedir.
Variolasyonun Osmanlı topraklarındaki köklü varlığına dair somut kanıtlar da bulunmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), 7 Kasım 1697 tarihli İstanbul'daki bir mezar taşında "Aşılamacızade Hekim Ali Çelebi" ibaresini tespit etmiştir. "Aşılamacızade" unvanı ("aşı yapanın oğlu" veya "aşıcı soyundan gelen" anlamına gelir), variolasyon uygulamasının nesilden nesile aktarılan kurumsallaşmış bir meslek olduğunu düşündürmektedir. Eğer bu zatın 65 yıl yaşadığı kabul edilirse, çiçek aşısı yapan babasının bu işi yaklaşık 1632'li yıllarda yapmış olduğu sonucu çıkar.
Bu bilgiyi destekler nitelikte, Rıfat Osman Bey (1874-1933) de 1632 tarihli, Edirne kadısına yazılmış ve devletin resmi kayıtlarına geçmiş bir hükümde, çiçek aşısı uygulayan bir kadından bahsetmektedir. Bu iki bulgu, 17. yüzyıl Osmanlı'sında variolasyon uygulamalarının belirli yerel topluluklar arasında yaygın şekilde uygulandığını ve bu alanda uzmanlaşmış kişilerin varlığını gösteren önemli kanıtlar sunmaktadır.
Emanuel Timonius (1669–1718)
Emmanuel Timoni, yalnızca döneminin önde gelen hekimlerinden biri değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'yla (1299-1922) derin bağları olan köklü bir ailenin mensubuydu. Dedesi Vincent Timoni (Vinko Timonović), Osmanlı'nın 17. padişahı ve 96. İslam halifesi Sultan IV. Murad (1612-1640) döneminde sarayda tercümanlık (drogmanlık) yapmıştı. Babası Demetrio de Domenico Timoni (1616-1699) ise İngiltere'nin İstanbul Büyükelçiliği'nde aynı görevi üstlenmişti. Avrupa'da Padova ve Oxford üniversitelerinde tıp eğitimi alan Timoni, 1703 yılında İngiliz bilim çevrelerinin en saygın kuruluşlarından biri olan Royal Society’ye üye seçildi.
Osmanlı tahtının 23. padişahı ve İslam dünyasının 102. halifesi Sultan III. Ahmed (1673-1736) devrinde başkent Konstantinopolis'te doktorluk yapan Timoni, Beyazıt Camii yakınlarındaki muayenehanesiyle hem Levanten (Avrupalı) cemaatin ve İngiliz elçiliğinin gözde tabibiydi hem de bir dönem bizzat padişahın özel hekimi olarak sarayın güvenini kazanmıştı. Meslek yaşamı, yalnızca tıbbi başarılarını değil; ailesinin Osmanlı İmparatorluğu ile kuşaklar boyunca süregelen güçlü bağlarını ve imparatorluğun çok kültürlü toplumsal yapısını da gözler önüne seriyordu.
1701'de İstanbul'da büyük bir çiçek salgını yaşanırken, Timoni bu hastalığa karşı uygulanan geleneksel aşılama yöntemlerine pek çok kez tanık oldu. Osmanlı topraklarında yaygın olmasa da, özellikle Çerkesler, Gürcüler ve bazı Asya kökenli topluluklar arasında kullanılan bu yöntemi dikkatle inceledi.
Başlangıçta bu uygulamayı bilim dışı ve batıl bir halk geleneği olarak değerlendirse de, 1705-1713 yılları arasında sekiz yıl süren titiz gözlemleri fikrini değiştirmesine neden oldu. Bu süre zarfında her yaştan ve cinsiyetten binlerce kişinin bu yöntemle hastalığa karşı bağışıklık kazandığını fark etti. Yalnızca gözlem yapmakla kalmayıp, kendi akrabalarını da aşıladıktan sonra yöntemin güvenilirliğine tamamen ikna oldu ve variolasyonu bilimsel bir mercekle ele almaya başladı.
Ne tuhaftır ki Padişah III. Ahmed, 10 Nisan 1708'de çiçek hastalığına yakalandığında, özel hekimi Timoni variolasyonun etkinliğini çoktan biliyordu—bu bilgiye rağmen sarayda uygulanmamış olması, tarihe düşen sessiz bir soru işareti gibi.
1713 yılında Royal Society’ye gönderdiği mektup, bu yerel uygulamayı Avrupa tıbbının dikkatine sundu. Timoni, çiçek aşısını bilimsel bir temelde Avrupa’ya tanıtan ilk kişi olarak, inoculation kavramının tıpta tanımlanmasına ve variolasyonun bilimsel zeminde kabul görmesine öncülük etti.
Timoni'nin araştırmaları, dönemin tıp anlayışına uygun olarak deneysel verilerden çok pratik faydalar üzerine kuruluydu. Sekiz yıllık gözlemleri, aşının etkinliğine dair genel bir kanıt sunsa da modern anlamda istatistiksel analizler veya kontrollü deneyler içermiyordu. Bu durum, 18. yüzyıl tıp literatürünün doğasını yansıtıyordu; zira nicel verilerin bilimsel kanıt olarak kabul görmesi henüz yaygınlaşmamıştı.
Timoni, İstanbul'da gözlemlediği variolasyon (çiçek aşılama) yöntemini sadece benimsemekle yetinmedi, uygulamaya önemli teknik katkılar da sağladı. Geleneksel yöntemde deri iğneyle delinirken, Timoni bunun yerine neşterle kontrollü bir kesi yapılmasını önerdi. Daha da önemlisi, o dönemde yaygın olan "iki ayrı kesi" uygulamasının gereksiz olduğunu kanıtlayarak, tek bir kesinin yeterli bağışıklık sağladığını ortaya koydu. Bu yenilikler, aşının daha güvenli ve standart hale gelmesine önemli katkı sağladı.
Osmanlı’nın çok kültürlü yapısıyla iç içe bir entelektüel olan Timoni, çalışmalarında kültürel veya dini önyargılardan bilinçli olarak uzak durdu. Aşının Müslümanlar, Hristiyanlar ya da diğer gruplar arasında nasıl uygulandığına değil, yönteminin evrensel tıbbi faydasına odaklandı.
Timoni’nin bu nesnel yaklaşımı, Batı tıp çevrelerinde şarklı ve ilkel olarak görülen geleneksel bir uygulamayı bilimsel bir bakış açısıyla yeniden değerlendirme çabasını yansıtıyordu. İstanbul’daki uzun süreli deneyimi ve sekiz yıllık titiz gözlemleri sayesinde kazandığı güvenilirliği kullanarak, Avrupalı meslektaşlarının zihnindeki egzotik Doğu algısını kırıp variolasyonu evrensel tıp literatürüne önyargılardan arınmış şekilde kazandırmayı amaçladı.
Jacobus Pylarinius (Giacomo Pylarini, 1659-1718)
İki yıl sonra, Rus Çarı Büyük I. Petro Alekseyeviç Romanov'un (1672-1725) hekimliğini de yapan Venedikli doktor ve diplomat Jacobus Pylarinos, ikinci kez Venedik konsülü olarak İzmir'e atandığında, Osmanlı topraklarındaki variolasyon uygulamalarına dair benzer gözlemler yaptı. Bu gözlemlerini, 1715 yılında yine Philosophical Transactions of the Royal Society dergisinde yayımlanan "Nova & Tuta Variolas Excitandi per Transplantationem Methodus, Nuper Inventa & in Usum Tracta" (Çiçek Hastalığını Aşılama Yoluyla Güvenli ve Yeni Bir Şekilde Uyandırma Yöntemi, Yakın Zamanda Keşfedilmiş ve Kullanıma Sunulmuştur) başlıklı mektupla bilim dünyasına duyurdu.
Seyahatleri esnasında Pylarini, bugün orta Yunanistan'da yer alan Teselya (Thessaly) bölgesinde dikkat çekici bir gözlemde bulundu. Burada tanıştığı bir Yunan köylüsü, çocukların ellerini enfekte olmuş bir koyunun yarasına sürerek onları hastalığa karşı bağışık hale getiriyordu. Pylarinos, bu uygulamaya eserinde de yer vererek, "Her Eylül ayında, hava serinlediğinde bazı yaşlı kadınlar aşılamalar (inokülasyon, çizikler) yapar" ifadelerini kaydetmiştir. Aslında Pylarinos, bu yöntemle ilk kez 1707 yılında Konstantinopolis’e ilk görev atamasıyla geldiği dönemde yaşanan büyük bir çiçek hastalığı salgını sırasında karşılaştı. Bu dönemde, dört küçük çocuğun annesi olan soylu bir kadın, çocuklarını kadın şifacılara götürerek deri çizdirip çiçek hastalığı kabarcıklarından alınan sıvıyla bağışıklık kazandırmayı planladığını söyledi. Pylarinos, bir yandan hekim olarak görüş bildirmesi gereken bir otorite, diğer yandan annenin endişelerini yatıştırmaya çalışan bir gözlemci olarak bu yöntemle yakından ilgilenmeye başlamıştı.
Timoni ile Pylari'nin Raporlarının Karşılaştırması
Pylarini'nin çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışma, Timoni'ninkinden farklı olarak daha somut detaylara ve kişisel gözlemlere dayanıyordu. Aşının nasıl uygulandığını, hatta belirli vakaları, örneğin soylu bir arkadaşının oğullarının nasıl aşılandığını ve bu süreçleri nasıl titizlikle takip ettiğini ayrıntılarıyla anlattı. Bu detaylı anlatım ve birebir gözlemler, Timoni'nin genelleyici raporuna göre daha güçlü ve ikna edici bir deneysel kanıt sunuyordu.
Ancak Pylarini'nin metinlerinde dikkat çeken bir başka nokta ise, Yunan ve Hristiyan kimliğini belirgin bir şekilde vurgulamasıydı. Bu durum, onun yaklaşımında milliyetçi ve dini inançların etkili olduğunu düşündürmektedir. Örneğin, aşıyı uygulayan anonim kadından "Yunan kadın" olarak bahsetmesi ve kendisinin de bir "Hristiyan hekim" olarak bu uygulamayı sahiplenmesi bunun göstergesidir. Pylarini, bilginin başlangıçta "halktan" ve deneyime dayalı bir yerden geldiğini kabul etse de, asıl öneminin bu bilginin "öğrenmiş, saygın, Avrupalı bir hekim" (yani kendisi) tarafından bilimselleştirilip meşrulaştırılmasıyla ortaya çıktığını ima eden bir karşılaştırma yapıyordu.
Bu yaklaşım, yerel ve geleneksel bir bilginin, Batı'nın bilimsel ve profesyonel çevrelerine nasıl aktarıldığını ve bir anlamda nasıl "yüceltildiğini" de gösterir. Pylarini, kendi otoritesini, olayları en ince ayrıntısına kadar tanımlayarak, gözlemlerinin doğruluğunu sürekli kontrol ederek ve bilimsel bir dil kullanarak inşa etti. Böylece, isimsiz ve yerel bir kadına ait deneyimsel bilginin karşısına kendi "eğitimli" hekim kimliğini koyarak, yöntemin akademik dünyada kabul görmesini sağladı.
Özetle, Timoni daha çok “genel fayda” ve “yaygınlık” üzerinden ikna etmeye çalışırken, Pylarini “detaylı gözlem,” “kişisel deneyim” ve “bilginin bilimsel meşruiyeti” üzerinden bir argüman geliştirir. Birbirini tamamlayan bu iki yaklaşım, aynı olgunun farklı yönlerini görünür kılar ve ortaya atılan yöntemin güvenilirliğini farklı açılardan destekleyerek güçlendirir. Pylarini, bilginin yerel ve geleneksel köklerini kabul etse de, onu bilimsel ve entelektüel bir çerçeveye oturtma çabasıyla hem yöntemin Batı bilim dünyasında kabulünü kolaylaştırır hem de kendi otoritesini ön plana çıkarır.
18. yüzyılın önde gelen bilim insanlarından biri olan John Woodward (1665–1728), Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni’nin çiçek aşısına dair Latince kaleme aldığı mektubun Batı bilim dünyasına kazandırılmasında kritik bir rol oynadı. Royal Society’nin saygın üyelerinden biri olarak, Timoni’nin metnine İngilizce açıklayıcı bir özet ekleyerek Philosophical Transactions dergisinde yayımladı ve böylece bu değerli bilginin daha geniş bir çevreye ulaşmasını sağladı.
Ancak Woodward'ın rolü basit bir çevirmenlikten çok daha öteydi. Doğu’dan gelen bu yenilikçi bilgiyi Batı’nın bilimsel anlayışıyla uyumlu hale getirerek adeta bir kültür elçisi gibi hareket etti. Aşının günlük hayattaki hayat kurtarıcı etkilerini öne çıkarırken, daha karmaşık teorik açıklamaları bilinçli şekilde Latince metinde bıraktı. Böylece bu yeni uygulamanın, şüpheyle yaklaşan Batılı bilim çevreleri tarafından daha kolay kabul edilmesini hedefledi.
Woodward, Timoni'den bahsederken doğrudan ismini kullanmayıp "o" veya "yazar" gibi ifadelerle anlatıma bilerek bir mesafe koydu. Metnin sonunda Timoni'nin kendi ağzından konuşmasına izin verse de, bu kısmı yine kendi çevirisinin bir devamı olarak sundu. Bu şekilde, Woodward anlatımın kontrolünü baştan sona elinde tutarak, Timoni'yi tanımayan Batılı okuyucular için bilgiyi kendi güvenilir onayıyla sunmuş oldu. Bu strateji, yeni bir bilgiyi Batı bilim dünyasına kabul ettirmek ve okuyucuların güvenini kazanmak adına bilinçli bir tercihti.
Timoni’den bahsederken Woodward, doğrudan adını kullanmak yerine “o” ya da “yazar” gibi ifadelerle anlatımına mesafe kattı. Bunu yaparken, bilgiyi okura kendi onayıyla sunmuş oldu; yani, metnin içeriğini doğrulayan ve destekleyen kişi olarak kendisini öne çıkardı. Bu, Timoni’yi tanımayan Batılı okurların güvenini kazanmak için bilinçli bir tercihti. Metnin sonlarına doğru Timoni’nin kendi ağzından “ben” diyerek konuşmasına izin verse de, bu bölümü sanki hala kendi çevirisinin bir parçasıymış gibi aktardı. Yani tüm anlatım boyunca kontrol hep Woodward’ın elindeydi.
Bu yaklaşım, Timoni’yi iki farklı rolde gösterdi: Bir yandan Batı’ya bilgi taşıyan biri olarak, öte yandan kendi deneyimlerini anlatan bir hekim olarak. Woodward, Timoni’yi bilgili ve saygın bir uzman gibi sunarken aynı zamanda Batılı okurlar için hala “yabancı” biri olarak tanıttı. Bu çelişkili tavır, kendini üstün gören Batı’nın Doğu’dan gelen bilgiye karşı hem merak hem de mesafeli bir tutum sergilemesini yansıtıyordu.
Woodward, Batı bilim dünyasının Doğu'dan gelen bilgilere duyduğu derin güvensizliğin farkındaydı. Bu yüzden, Timoni'nin çiçek aşısı hakkındaki değerli çalışmasını Batılı çevrelerde kabul görecek bir biçimde sunmak için özel bir strateji geliştirdi. Ancak bu titiz çabanın ardında ilginç bir detay gizliydi: Timoni'nin adının bile İngilizce metinlerde "Timone" ve Latince imzasında "Timonius" olarak üç farklı şekilde yer alması, Osmanlı'daki çok dilli bilim ortamının getirdiği iletişim karmaşasını ve bilginin Batı'ya aktarılırken yaşanan zorlukları çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli karışık yapısında adınızı bile doğru yazamıyorsunuz!
Atina Vebası, Tarihin En Ayrıntılı Belgelenen İlk Epidemisi
Antik Yunan tarihçisi ve general Thucydides (M.Ö. 460-400), Peloponnesos Savaşı'nın (M.Ö. 431-404) kavurucu ortamında patlak veren Atina Vebası'nı anlatarak, bulaşıcı hastalıkların toplumları nasıl temelden sarsabileceğine dair tarihin ilk ve unutulmaz tanıklığını kayıtlara geçirmiştir.
Bu amansız salgın, adını Yunanistan'ın güneyindeki devasa yarımadadan alan ve Antik Yunan dünyasının hakimiyeti için Atina ile Sparta ve müttefikleri arasında 27 yıl süren mücadelenin tam kalbinde ortaya çıkmıştı: Bir tarafta yükselen bir deniz imparatorluğu, diğer tarafta ise kara gücüyle meşhur Peloponnesos Birliği...
Savaşın galibi Sparta ve müttefikleri oldu. Ancak bu savaş, "zaferin bile yenilgiye dönüşebileceği"nin antik bir kanıtı haline geldi.
Peloponez Savaşı’nın ikinci yılında, Atina’ya şehrin tek erzak ve yemek kaynağı olan Pire Limanı üzerinden Etiyopya’dan yayılan salgın ulaşmış ve 250.000-300.000 kişilik nüfusun yaklaşık %25’ini (75.000-100.000 kişi) öldürmüştür. Thucydides, hem bir tarihçi hem de hastalığı bizzat yaşayan bir tanık olarak, salgının belirtilerini (yüksek ateş, şiddetli baş ağrısı, boğazda kanama, öksürük, kusma, ishal, kızarıklıklar ve aşırı susuzluk) detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Hayatta kalanların bağışıklık kazandığını ve tekrar hastalanmadığını gözlemleyen Thucydides, hastalananların hastalara yardım etmeye daha yatkın olduğunu, ancak korku nedeniyle birçok kişinin yalnız öldüğünü belirtir. Salgın, Atina’nın savaş gücünü zayıflatarak Peloponez Savaşı’ndaki yenilgisinde önemli bir rol oynamış, toplumsal düzenin ve ahlaki yapının çöküşüne yol açmıştır. Thucydides, hastalığın insandan insana bulaşabileceğini ilk kez yazıya döken kişi olarak tarihe geçmiştir.
Atina Vebası’nın nedeni yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. En güçlü teori, savaş koşullarındaki kalabalık ortam ve hijyen eksikliği nedeniyle bitler yoluyla bulaşan epidemik tifüs (Rickettsia prowazekii) olduğudur. Çiçek hastalığı da olası sebepler arasında yer alsa da, o dönemde bölgede ne kadar yaygın olduğu belirsizdir.
Hıyarcıklı veba (Yersinia pestis) teorisi ise Thucydides'in anlatımlarında lenf düğümü şişlikleri gibi tipik belirtilerin gözlemlenmemesi nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilir. 2006 yılında Kerameikos mezarlığında bulunan diş örneklerine uygulanan DNA analizleri, tifo (Salmonella enterica serovar Typhi) bakterisini işaret etse de, aynı coğrafyada yüzyıllardır süregelen insan yerleşimi ve dolayısıyla devam eden yaşam döngüsü, numune kontaminasyonu gibi metodolojik sorunlara yol açarak kesin bir teşhis konulmasını güçleştirmiştir.
Sosyetik Aşı: Dünya Çiçek Hastalığı İnokülasyonunu Bilimsel Yayınlardan Değil, Elit Çevrelerden Öğrendi
Dönemin Şekillendirdiği Olaylar
İmmünoloji tarihinin en cesur ve sıra dışı figürlerinden biri olan İngiliz aristokrat, yazar ve şair Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762), çiçek hastalığına karşı verilen mücadelede unutulmaz bir iz bırakmıştır. Lady Mary Pierrepont, bir dükün kızı olarak soylu çevrelerde büyüdü; ancak geleneksel beklentilerin ötesine geçen entelektüel bir merak ve güçlü bir özgürlük duygusuna sahipti. Daha 16 yaşındayken iki ciltlik şiir ve kısa bir roman yazacak kadar üretkendi. Eserlerinden günümüze sadece mektup yazışmaları ve bazı taslaklar (eskizler) ulaşabilmiştir. Babasının görücü usulü evlilik dayatmasına boyun eğmeyerek, 23 yaşındayken kendisinden 11 yaş büyük, aşık olduğu milletvekili Edward Wortley Montagu (1678-1761) ile 1712'de gizlice evlendi. Bu cesur kararı, babasının onu hiçbir zaman bağışlamamasına ve hayatlarının sonuna kadar ayrı düşmelerine yol açtı.
Edebi yeteneğiyle de dikkat çeken Lady Mary, yazdığı iki hiciv şiiriyle dönemin edebiyat çevrelerinde “kadın Alexander Pope” olarak anılmaya başladı. 18. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden Alexander Pope (1688–1744), özellikle The Rape of the Lock (Buklenin Çalınışı) ve An Essay on Man (İnsan Üzerine Bir Deneme) gibi eserleriyle antik Yunan ve Roma sanat ve edebiyatının kurallarına, ölçülülüğüne ve zarafetine dönüşü savunan bir akım olan klasikçiliğin simge isimlerinden biri olmuş, hiciv ustalığı ve uyumlu dizeleriyle çağdaşları üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Kadınlara karşı mesafeli ve zaman zaman küçümseyici tutumlar sergilemesine rağmen, Lady Mary’nin zekice yazılmış şiirlerine ve entelektüel gücüne kayıtsız kalamadı.
Aralarındaki karşılıklı hayranlık, zamanla mektuplarla sürdürülen yoğun bir yazışmaya dönüştü. Bu yazışmalar, adeta kelimelerle bir düello meydanına döndü; iki yetenekli şair, şiirleri aracılığıyla birbirlerinin kalem gücünü sınayarak edebi bir rekabete giriştiler. Bu durum, zamanla hem entelektüel bir çekişmeye hem de belirsiz bir romantik gerilime yol açtı. Başlangıçta saygıyla süregelen bu edebi ilişki, ilerleyen yıllarda rekabetin hatta düşmanlığın kıyısına kadar sürüklenecekti.
1715 yılının Aralık ayında, Lady Mary'nin şiirsel ve duygusal dolu günleri ani bir acıyla bölündü. Henüz 26 yaşında yakalandığı çiçek hastalığı, onun için sadece kişisel bir sınav değil, aynı zamanda ailesi için de derin bir yıkımdı; zira iki yıl önce aynı hastalık, 20 yaşındaki erkek kardeşi William Pierrepont'u (1692-1713) hayattan koparmıştı. Ölümle burun buruna geçen günlerin ardından hayatta kalmayı başarsa da, yüzünde kalan izler güzelliğini gölgelemiş, geriye sadece canlı ve parlak siyah gözleri eski cazibesini korumuştu. Bu ağır deneyim, Lady Mary'yi çiçek hastalığının hem bireysel hem de toplumsal yıkıcılığına bizzat tanık eden biri haline getirdi ve onu, bu hastalığa karşı korunma yöntemlerini araştırmaya yönelten en güçlü itici güç oldu.
Tarih 1683'ü gösterdiğinde, Avrupa’daki en geniş sınırlarına ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu için II. Viyana Kuşatması büyük bir kırılma noktası oldu. 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesi olan IV. Mehmed (1642–1693) döneminde gerçekleşen bu savaşta, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1635–1683) komutasındaki Osmanlı ordusu, Lehistan Kralı Jan III. Sobieski (1629–1696) liderliğindeki Kutsal İttifak güçleri tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu mağlubiyet, Osmanlı'nın Avrupa'daki genişleme çağını sona erdirerek hem askeri gücünü hem de uluslararası alandaki itibarını derinden sarstı. Osmanlı, diplomatik arenada da zayıflayarak saldırgan politikalar yerine savunmacı bir strateji benimsemeye zorlandı.
1684 yılında Papa XI. Innocentius’un (1611-1689) girişimiyle, Habsburg Avusturyası (İmparator I. Leopold, 1640-1705), Lehistan-Litvanya Birliği ve Venedik’in katılımıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Kutsal İttifak kuruldu. 1686’da Rusya’nın (Çar I. Petro) da bu ittifaka dahil olmasıyla güçlü bir cephe oluşturan bu koalisyon, Osmanlı'yı Avrupa'dan geri püskürtmek için kapsamlı bir mücadele başlatırken, savaşlar kısa sürede Avrupa'dan hızla Osmanlı'nın kendi topraklarına yayıldı. Bu çatışmalar aynı zamanda genç bir dehanın yükselişine de sahne oldu: Savoy-Carignan Prensi François-Eugène (1663–1736). Henüz 20 yaşında olan Eugen, 1683 Viyana Kuşatması sırasında sergilediği olağanüstü performansla dikkatleri üzerine çekti. Budapeşte (1686) ve Belgrad (1688) gibi stratejik şehirlerin kuşatmalarında askeri yeteneğini kanıtlayarak, yalnızca 25 yaşında mareşal rütbesine ulaştı.
Prens Eugen, 1716'da gerçekleşen Petrovaradin Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu bir kez daha bozguna uğrattı. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başkomutanı olan Sadrazam Damat Ali Paşa (1667-1716) şehit düşerken, henüz dört yaşındayken nişanlandırılıp beş yaşında evlendirilen Sultan III. Ahmed’in büyük kızı, çocuk gelin Fatma Sultan (1704-1733) dul kaldı. Prens Eugen’in önemli bir askeri üs olan Belgrad'ı ele geçirmesi, Osmanlı'nın Tuna hattındaki savunma sistemini çökertti. Avusturya'nın bu zaferi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Macaristan üzerindeki etkisini büyük ölçüde azaltırken, Habsburg İmparatorluğu'nun Orta Avrupa'daki gücünü pekiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı zaferlerle Avrupa’da büyük ün kazanan Prens Eugen, Habsburgların Orta Avrupa’daki yükselişinde kilit rol oynadı.
Osmanlı ordularına karşı kazandığı zaferlerle Avrupa'da ünlenen Prens Eugen'in adı, tarihin ilginç bir cilvesi olarak, 1912'de Viyana'da Osmanlı İmparatorluğu Sefaret Binası'nın bulunduğu caddeye verildi. Bugün Prinz-Eugen-Straße adıyla anılan bu cadde, Osmanlı'ya karşı savaşan komutanın ismini taşırken, yenilgiye uğrattığı imparatorluğun diplomatik temsilinin kalbinde yaşamaya devam ediyor. Günümüzde de aynı tarihi binada, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği faaliyetlerini sürdürmektedir.
Lady Mary'nin Osmanlı Hanedanlığı ile Tanışması
Bu dönemde 1716 yılında Edward, Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki büyükelçisi olarak İstanbul’a atandı. Eşi Lady Mary ile birlikte, Osmanlı yönetiminin merkezi ve sadrazamlık makamının bulunduğu tarihi Bâb-ı Âli (Padişah Kapısı ya da Yüce Kapı) semtinde yerleştiler. Osmanlı ile Avusturya arasındaki savaşın diplomatik boyutunda görev alan Edward, Büyük Britanya’nın tarafsızlığına dayanarak Osmanlı ile Avrupa devletleri arasındaki diplomatik temasların sürdürülmesine katkıda bulundu. 1718’de, günümüz Sırbistan’ının doğusundaki Požarevac kentinde imzalanan Pasarofça Antlaşması görüşmelerinde önemli bir rol oynadı. Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile birlikte çalışarak, Büyük Britanya ve Hollanda adına arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. Bu antlaşma sonucunda Avusturya, Osmanlı’dan Belgrad, Banat ve Temeşvar dahil olmak üzere önemli topraklar elde etti ve Habsburg İmparatorluğu, Orta Avrupa’daki en büyük toprak genişlemesine ulaştı.
Lady Mary, kendini tüm bu gelişmelerin tam ortasında buldu. Eşinin diplomatik görevi sayesinde Osmanlı saray çevresine yakın bir konumda bulunan Mary, dönemin siyasi ve toplumsal atmosferine yakından tanıklık etti. Mektuplarında Sultan III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan'dan söz ederken onu "beş yaşında evlendirilmiş, talihsiz bir prenses" olarak tanımladı. Osmanlı sarayındaki çocuk yaşta evlilikleri "barbarca bir gelenek" olarak nitelendiren Lady Mary, şunları yazdı: "Bu ülkedeki kadınlar, en görkemli saraylarda bile özgürlükten yoksun bırakılıyor. Sultan'ın küçük kızı henüz beş yaşında evlendirildi..." Fatma Sultan'ın ilk eşinin ölümünün ardından büyük bir yasa boğulduğunu, ancak sarayın ona matem tutma hakkı bile tanımadığını üzüntüyle aktardı. Nitekim 1717'de, henüz on üç yaşındayken, kendisinden yaklaşık 44 yaş büyük olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile evlendirildiğinde Lady Mary de düğün davetlileri arasındaydı.
Fatma Sultan, Nevşehirli İbrahim Paşa ile görkemli bir törenle hayatını birleştirdi. Ancak Lady Mary'nin mektuplarında belirttiği gibi, bu birliktelik, Antik Yunan mitolojisindeki Orpheus'un trajik hikayesini anımsatan bir sona doğru ilerliyordu. Sevdiği kadını ölümün pençesinden kurtarmaya çalışırken onu sonsuza dek kaybeden efsanevi ozan Orpheus gibi, bir başka ozan olan İbrahim Paşa'nın da kaderi hazin bir şekilde sonuçlanacaktı.
Osmanlı tarihinin en tutkulu ve romantik isimlerinden Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Fatma Sultan’a olan aşkını şiirlerine ölümsüzleştirmiştir. Bu eşsiz dizeler, Lady Mary Wortley Montagu’nun 1717-18 yıllarında kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla Batı’ya ve günümüze kadar ulaşmıştır. Belki de İbrahim Paşa’nın “Gözlerin siyah ve güzel, ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu” mısraları, çiçek hastalığının yüzünde bıraktığı izlere rağmen hala büyüleyici olan Lady Mary’nin derin ve anlam yüklü kara gözlerinde kendi ruhunun yankılarını bulmuştu
Lady Mary, Osmanlıca şiirleri tercüme ettirirken orijinal ahengin kaybolduğunu fark etti. Bu yüzden, çeviriyi hem İngiliz kültürüne uyarladı hem de şiirsel havasını korumaya çalıştı.
İbrahim paşa'nın Fatma Sultana Orijinal şiiri (İngilizce'den çeviri)
1. Kıta
2. Kıta
Arzulanan kavuşma her gün erteleniyor,
Zalim Sultan Ahmed, o gül gibi yanaklarını görmeme izin vermiyor.
Acımı dindirmek için bir öpücük almaya cesaret edemem,
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Gözlerin siyah ve güzel,
Ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu.
3. Kıta
Zavallı İbrahim Paşa bu dizelerde iç çekiyor,
Gözlerinden bir ok kalbimi delip geçti.
Ah, arzulanan kavuşma saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim?
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Ah Sultana, ceylan gözlü, melekler arasında bir melek,
Arzuluyorum ve arzum karşılıksız kalıyor,
Kalbimi avlamak sana zevk mi veriyor?
4. Kıta
Çığlıklarım göklere ulaşıyor,
Gözlerim uykusuz kaldı.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum,
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Hayatımın tacı, gözlerimin güzel ışığı, Sultana’m, prensesim,
Yüzümü toprağa sürüyorum, yanık gözyaşlarında boğuluyorum—çıldırıyorum!
Hiç mi merhametin yok? Bana bakmayacak mısın?
Lady Mary'nin düzenlemesiyle yayımlanan şiir: "Sultan III. Ahmed’in en büyük kızı olan Sultan’a hitaben (Turkish Verses Address’d to the Sultana, Eldest Daughter of Sultan Achmet III)" başlığını taşır.
1. Kıta
Şimdi Filomela yeniden ince nağmelerini söylüyor,
Tüm gece boyunca hoş acısına kendini bırakıyor.
Şehvetli ötüşünü duymak için koruluklara gittim,
Orada ilkbahardan daha güzel bir yüz gördüm.
Binlerce ihtişamın parladığı büyük ceylan gözlerin,
Onlar kadar parlak, canlı ve bir o kadar da vahşi.
2. Kıta
Boşuna vaat ediliyor bana böylesine ilahi bir ödül,
Ah, ne zalim Sultan ki geciktiriyor sevinçlerimi!
Delip geçen caziben aşık kalbimi esir alırken,
Acımı dindirecek bir öpücük almaya bile cesaret edemem.
O gözler ki...
3. Kıta
Zavallı aşığın bu dizelerde dert yanıyor,
O sevgili güzelliklerden doğuyor öldürücü acıları.
Arzulanan mutluluğun saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim? Bekleyip de yaşayabilir miyim?
Ah parlak Sultana! İlahi güzellikte genç kadın!
Çektiğim acıyı merhametsizce görebilir misin?
4. Kıta
Yumuşayan gökler delici feryatlarımı işitiyor,
Işıktan nefret ediyorum, uykularım kaçıyor.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum.
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Lady Mary'nin 31. mektubu, 1 Nisan 1717'de Edirne'den İngiliz şair, çevirmen ve hiciv ustası Alexander Pope'a (1688-1744) hitaben yazılmıştır.
1730 Patrona Halil İsyanı, Osmanlı İmparatorluğu'nda derinleşen toplumsal eşitsizliklerin patlama noktasına ulaştığı bir dönüm noktası oldu. Dönemin İstanbul'unda, Lale Devri'nin (1718–1730) getirdiği görece seküler yaşam tarzı ve sanat hamiliği, bir yanda saray çevresinin lüks içindeki yaşantısını sürdürürken, diğer yanda ağır vergiler altında ezilen halkın sefaletini daha da belirgin hale getirmişti.
İsyanın fitilini ateşleyen, halkın bu ekonomik krizin sorumlusu olarak gördüğü saray erkanına -özellikle de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya- duyduğu öfkeydi. "Şeriat isteriz!" sloganlarıyla sokaklara dökülen isyancılar, kısa sürede halkın geniş desteğini arkalarına alarak İstanbul'un kontrolünü ele geçirdiler.
Bu ayaklanmanın sonucunda, Padişah III. Ahmed tahtını kaybederken, sadrazam ve damat İbrahim Paşa idam edildi. Böylece Fatma Sultan, daha 26 yaşındayken ikinci kez dul kaldı.
Lady Mary, o dönemde kaleme aldığı mektupların yüzyıllar sonra bile yankı bulacağını muhtemelen hayal edemezdi. Ölümünden sonra, 1763 yılında yayımlanan yazışmaları geniş bir okuyucu kitlesine ulaşarak Avrupa'da büyük ilgi gördü. Hatta, 1797’de George Washington’u (1732–1799) “The Battle of Trenton” adlı sonatıyla onurlandıran Amerikalı besteci James Hewitt (1770–1827), Lady Mary'nin aktardığı Damat İbrahim Paşa’nın Fatma Sultan’a yazdığı şiiri romantik bir şarkıya dönüştürdü. Bu özel beste, günümüzde Johns Hopkins Üniversitesi bünyesindeki “The Lester S. Levy Nota Koleksiyonu”nda özenle korunmaktadır.
Şifayı Yazıya Döken Kadın: Lady Mary’nin Çiçek Aşısı, Variolasyonla Tanışması
Lady Mary Wortley Montagu, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gözlemleriyle Batı dünyasına yalnızca bu kadim imparatorluğun zengin sosyal dokusunu ve kültürel zenginliğini tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda tıp tarihini değiştirecek bir keşfi de beraberinde getirdi. 18. yüzyıl Avrupası'nda henüz bilinmeyen variolasyon (çiçek aşısı) yöntemini titizlikle belgeleyerek, mektuplarında bu hayat kurtarıcı tekniği tüm detaylarıyla anlattı. Böylece sadece bir seyyah ya da yazar değil, aynı zamanda Doğu'nun bilgelik hazinesini Batı tıbbına kazandıran bir öncü oldu.
Saygın Osmanlı hekimleri Emmanuel Timoni ve Jacobus Pylarinus, variolasyonun bilimsel önemini daha önce akademik çevrelere sunmuş olsalar da, onların anlatımları Batı'da ne yazık ki beklenen etkiyi yaratamamıştı. Buna karşın, bir büyükelçi eşi, yetenekli bir edebiyatçı ve yüksek sosyete figürü olarak Lady Mary'nin prestiji, etkileyici anlatım tarzı, canlı anekdotları ve kişisel deneyimleri Avrupa aristokrasisinde hızla ilgi uyandırdı. Onun şahsi gözlemleri ve ikna edici aktarımı, bilimsel otoriteden bile daha güçlü bir etki yaratarak, bu hayat kurtarıcı yöntemin Avrupa'ya taşınmasında belirleyici oldu. Lady Mary, bu sayede hem kültürel bir köprü kurdu hem de tıp tarihinde unutulmaz bir iz bıraktı.
Lady Mary, 1 Nisan 1717’de Edirne’den Sarah Chiswell’e yazdığı mektubunda, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Osmanlı'da veba hakkındaki yaygın korkuların abartılı olduğunu ifade eder. Günümüzde farelerden insanlara genellikle pireler yoluyla bulaştığı bilinen ve tarih boyunca büyük salgınlara yol açmış olan bu ölümcül bakteriyel hastalık, Batı'daki yaygın endişelerin aksine, Osmanlı topraklarında daha hafif seyrediyordu. Vebanın yoğun olduğu kasabalardan geçtiğini anlatan Lady Mary, hastalığın burada sınırlı bir etki bıraktığını, ölümlerin az olduğunu ve pek çok kişinin iyileştiğini belirtir.
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki karantina önlemleri Avrupa'ya kıyasla daha esnekti. Vebalı evler işaretlenip hastalar izole edilse de şehirler tamamen kapatılmazdı. Bu esnek yaklaşım, İslam inancının etkisiyle şekillenen dini kadercilikten ve Osmanlı'nın çok uluslu toplumsal yapısından kaynaklanıyordu. Veba gibi salgınlar Allah'ın takdiri olarak görülse de İslam tarihinde salgınlara karşı önlem alma bilinci erken dönemlerden itibaren mevcuttu. Örneğin, Sahih-i Buhârî'de yer alan bir hadiste Hz. Muhammed'in "Veba olan yere girmeyin, oradaysanız da çıkmayın" buyurduğu aktarılır. Bu hadis, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için bir tür karantina uygulamasını teşvik eder ve İslam'da erken bir farkındalığı gösterir.
Osmanlı'da bu hadis bilinse de farklı inançlara sahip topluluklardan oluşan toplumsal yapı ve merkezi otoritenin yerel düzeyde çözümleri tercih etmesi, salgın yönetiminde esnekliği artırıyordu. 1710-1720 yıllarında İstanbul'da görülen küçük çaplı salgınlarda ölüm oranları %10-20 civarındaydı. Bu oranlar, 1720'de Marsilya'da nüfusun yaklaşık yarısını (%50) yok eden ve tahminen 100.000 kişinin ölümüne neden olan büyük veba salgınıyla karşılaştırıldığında oldukça düşüktü.
18. yüzyıl Avrupa'sında, veba gibi yıkıcı salgınların ardındaki nedenlere dair yaygın bir inanış vardı: Miasma teorisi. Yaklaşık M.Ö. 400 yıllarından beri Antik Yunan hekimi Hipokrat'tan miras kalan bu köklü düşünceye göre, hastalıklar "kötü hava" yoluyla yayılıyordu. Çürüyen organik maddeler, bataklıklar ve genel olarak pis kokular havayı zehirleyerek insanları hasta ediyordu.
O dönemde tıp dünyası, mikroskobun yeni icadıyla çalkalanıyordu. Bilim insanları nihayet mikroskobik organizmaların varlığını teyit etmeye başlasa da, bu küçük canlıların hastalıklarla olan kesin bağlantısı henüz tam olarak anlaşılamamıştı. Yine de, bu yeni keşifler ve köklü miasma teorisi –her ne kadar farklı nedenlere dayansa da– temizlik ve hijyenin halk sağlığı için vazgeçilmez olduğunu vurgulayarak dolaylı yoldan önemli katkılar sağlıyordu. Vebaya karşı o dönemde önerilen çözümler arasında tütsü yakmak, sirkeli su kullanmak veya hastalığın pençesindeki şehirlerden kaçmak gibi geleneksel yöntemler vardı.
İşte tam da bu dönemde Lady Mary, Osmanlı’daki gözlemleriyle miasma teorisini sorgulayacak kadar ilerici bir zihne sahipti. Mektuplarında havanın enfekte olmadığına dair açık ifadeler kullanarak, bu yaygın inanışı eleştiren aydın bir figür olarak öne çıkar. Vebanın, Osmanlı’da da tıpkı İtalya ve Fransa’daki gibi kolayca ortadan kaldırılabileceğine inanır. Ancak hastalık burada çok az zarar verdiği için, Osmanlı halkının fazla endişelenmediğini; Batı’da uygulanan çeşitli tedavi yöntemlerine rağmen, yerel halkın tedavi olmak yerine bu rahatsızlığa katlanmayı tercih ettiğini şaşkınlıkla aktarır.
Lady Mary’nin mektubunda asıl ilgisini çeken konu, çiçek hastalığıydı. O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran ve ölümcül sonuçlara yol açan bu hastalığa karşı Osmanlı’da uygulanan geleneksel bir yöntemin mucizevi başarısı onun dikkatini çekmişti. Bu hastalığın Osmanlı topraklarında neredeyse etkisiz hale geldiğini gözlemleyen Lady Mary, büyük bir hayranlık duydu.
Halk arasında yaygın olan bu aşılama geleneğini, meyve ağaçlarını daha verimli ve dayanıklı hale getirmek amacıyla bir ağacın dalının başka bir ağaca aşılanmasını ifade eden tarımsal bir terim olan “engrafting” (aşılamak) sözcüğüyle tanımladı. Bu terimi kullanarak, ilk bakışta "kocakarı ilacı" gibi görülebilecek bu yenilikçi sağlık uygulamasının, yani sağlıklı bir bireye çiçek hastalığının kontrollü biçimde aktarılmasının inceliklerini büyük bir özenle aktardı.
Her sonbaharda, özellikle Eylül’ün serin günlerinde, deneyimli yaşlı kadınlar variolasyon işlemini gerçekleştirirdi. Aileler bir araya gelerek daha önce çiçek hastalığı geçirmemiş veya risk altındaki çocukları ve gençleri belirler, 15-16 kişilik gruplar oluşturarak toplu bir aşılama seansı düzenlerdi. Yaşlı kadın, çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınmış kabuk veya irinle dolu bir fındık kabuğu getirirdi. Bu materyal, bazen gülsuyu ile sulandırılır, bazı bölgelerde ise incir yaprağı suyu veya ezilmiş incir yaprağı ile karıştırılırdı. Kişinin kolunda veya bacağında büyük bir iğneyle küçük bir çizik açılır, bu çiziğe az miktarda materyal yerleştirilirdi. Bazı uygulamalarda iğne deriye saplandıktan sonra hafifçe dairesel hareketlerle çevrilerek materyalin deriye nüfuz etmesi sağlanırdı. İşlem, genellikle alın, kol veya göğüs gibi bölgelerde dört veya beş farklı noktada uygulanır ve çizikler bir kabuk parçasıyla kapatılırdı. Soylu veya varlıklı kişilerde ise bu kapatma için gül yapraklarının tercih edilebildiği bilinirdi.
Yunanlılar arasında alında, kollarda ve göğüste haç şeklinde çizikler açılması yaygın bir batıl inanç olsa da, bu iz bıraktığından, batıl inancı olmayanlar genellikle kol veya bacağın gizli kısımlarını tercih ederdi. Aşılanan çocuklar veya gençler, sekizinci güne kadar normal hayatlarına devam eder, ardından iki (nadiren üç) gün hafif bir ateşle yatakta kalırdı. Yüzlerinde 20-30 kabarcık çıkar, ancak bunlar iz bırakmadan sekiz gün içinde iyileşirdi. Lady Mary, çiziklerden çıkan akıntının hastalığın hafif atlatılmasına yardımcı olduğuna inanırdı.
Lady Mary, Osmanlı'da uygulanan bu variolasyon yönteminin güvenliğine yürekten inanıyordu. Her yıl binlerce kişinin bu işlemi sorunsuz geçirdiğine bizzat tanıklık etmiş, hatta Fransız Büyükelçisi'nin “Osmanlılar çiçek hastalığını adeta bir eğlence gibi atlatıyorlar” sözlerini esprili bir dille aktarmıştı. Bu yöntemden o kadar emindi ki, kendi küçük oğluna da uygulatmayı ciddi şekilde düşünüyordu.
Lady Mary, bu faydalı uygulamayı İngiltere’ye taşımak ve yaygınlaştırmak için güçlü bir vatansever kararlılıkla harekete geçeceğini dile getiriyordu. Ancak İngiliz hekimlerin, bu yöntemin kendi gelirlerini azaltacağı endişesiyle şiddetle karşı çıkacaklarını da öngörüyordu. Bu öngörü, belki de daha önce hekimler Timoni ve Pylarinus’un benzer bilimsel duyurularına neden kayıtsız kalındığının da dolaylı bir cevabıydı. Lady Mary, ülkesine döndüğünde bu konuda bizzat mücadele edeceğini açıkça ifade etti.
Amerikalı tıp tarihçisi Fielding Hudson Garrison (1870-1935), 1921 tarihli "An Introduction to The History of Medicine (Tıp Tarihine Giriş)" adlı eserinde Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni'nin kızı Konona'yı 1717'de çiçek hastalığına karşı bizzat aşıladığını belirtir.
Ne var ki, kesin belgelerle doğrulanamasa da, yaygın bir rivayete göre Timoni'nin kendisi de aşılanmış olmasına rağmen, aşılama çalışmaları sırasında çiçek hastalığından hayatını kaybettiği söylenir. Henüz 49 yaşında yaşamını yitiren Timoni'nin bu trajik hikayesi, variolasyonun erken dönemdeki risklerini ve her zaman kesin koruma sağlamadığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.
Türk usulü çiçek aşısının Avrupa’da yayılmasında önemli bir rol oynayan İngiliz asilzade Lady Mary, 18 Mart 1718’de İstanbul’daki yazlık konaklarında beş yaşındaki oğlu Edward’a çiçek aşısı (variolasyon) yaptırır. Böylece, bu geleneksel Osmanlı yöntemini kendi ailesinde uygulayan ilk Batılı olarak tıp tarihine geçer. Aşılama işlemi, İngiliz Elçiliği’nin doktoru Charles Maitland’ın (1668–1748) gözetiminde, deneyimli bir Osmanlı kadını tarafından gerçekleştirilmiştir.
Lady Mary'nin kocasına yazdığı mektuptaki satırlar, bu cesur deneyimin başarısını ve onun sevincini gözler önüne seriyordu: "Çocuğumuz geçen Salı günü (Julian takvimine göre) aşılandı ve şimdi şarkılar söylüyor, neşeyle oynuyor, hatta akşam yemeği için sabırsızlanıyor!" Bu ifadeler, sadece bir annenin mutluluğunu değil, aynı zamanda Doğu'nun tıbbi bilgeliğinin Batı'ya açılan kapısını da belgeliyordu.
Avrupa'da Variolasyon
1719 yılında, Lady Mary’nin eşi Edward, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği görevinden geri çağrıldı ve aile, çiçek hastalığı salgınlarının giderek yayıldığı Londra’ya döndü. 18. yüzyıl İngiltere’sinde bu hastalık, ciddi ve ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Lady Mary, Osmanlı'da gözlemlediği variolasyon yönteminin binlerce hayat kurtarabileceğini öngörmüştü. Ancak İngiltere’ye döndüğünde, bu yenilikçi uygulamayı tanıtma çabaları tıpkı tahmin ettiği gibi tıbbi, dini ve toplumsal çevrelerden güçlü bir dirençle karşılaştı.
1721 yılında Londra'da büyük bir çiçek hastalığı salgını baş gösterdiğinde, Lady Mary hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Osmanlı'daki günlerinden tanıdığı ve oğlu Edward'ın aşılanmasında da rol oynayan İngiliz Büyükelçiliği doktoru Charles Maitland (1668-1748), mesleki itibarını riske atma endişesine rağmen Lady Mary'nin ısrarlarına karşı koyamayarak, Nisan 1721'de onun üç yaşındaki kızı Mary Alice'i variolasyon yöntemiyle aşıladı.
Bu tarihi işlem, aralarında çocuklarından biri hariç hepsini çiçek hastalığından kaybetmiş olan Dr. James Keith'in de bulunduğu üç doktorun huzurunda gerçekleşti. Genç Mary Alice'in hızla iyileşmesi, yöntemin potansiyelini açıkça ortaya koydu ve gözlemcileri derinden etkiledi. Doktorlar, uygulamanın başarısından o kadar etkilendiler ki, Dr. Keith bile Maitland'dan kendi oğlu Peter'ı aşılamasını rica etti. Böylece Mary Alice, İngiltere'de variolasyon uygulanan ilk kişi olarak; Maitland ise bu yöntemi uygulayan ilk doktor olarak tarihe geçti.
Lady Mary, variolasyonun güvenilirliğini kanıtlamak için cesur bir adım attı; kızıyla birlikte çiçek hastalığının kol gezdiği evleri ziyaret ederek, yönteminin koruyuculuğunu bizzat gösterdi. Ancak birçok doktor, bu egzotik (yabancı ve alışılmadık) uygulamaya temkinli yaklaşıyordu. Bunun riskli olabileceği, ciddi hatta ölümcül sonuçlara yol açabileceği endişesini taşıyorlardı. Yanlış doz uygulanması durumunda, hafif geçirilmesi beklenen hastalığın ölümcül sonuçlara yol açabileceği ve yeni bir salgın başlatabileceği endişesi yaygındı.
İngiliz doktorlar variolasyona farklı açılardan da şüpheyle yaklaşıyorlardı:
Lady Mary'nin çiçek aşısı girişimleri, Kral I. George'un (1660-1727) sarayında duyulsa da, hanedan üyeleri çocuklarını bu yeni yönteme emanet etme konusunda oldukça temkinliydi. Ancak Lady Mary, hayat kurtarıcı potansiyeline inandığı bu buluşu İngiliz sosyetesinde yerleşik bir uygulama haline getirmekte kararlıydı. Aşının etkinliğini ve güvenliğini ikna edici bir şekilde kanıtlamak için daha etkileyici bir gösteriye ihtiyaç vardı.
Bu amaçla, Ağustos 1721'de Newgate Hapishanesi'nde tarihi bir deney gerçekleştirildi. İdam cezası almış altı mahkuma, aşı olmaları ve hayatta kalmaları halinde özgürlük vaat edildi. Mahkumların hepsi bu teklifi kabul etti ve şaşırtıcı biçimde hepsi sağlıklı kalmayı başardı. Daha da çarpıcı olanı, aşılanan mahkumlardan bir kadının, çiçek hastalığı olan bir çocuğu emzirmek üzere gönderilmesiydi. Altı hafta boyunca her gece çocukla uyumasına rağmen kadın hastalanmadı. Galler Prensesi'nin hala biraz tereddütlü kalması üzerine, St. James Westminster cemaatinden yetim çocuklar üzerinde başka bir deney daha yapıldı.
Bu deneyler, variolasyonun çiçek hastalığına karşı gerçekten de koruma sağladığını bilimsel ve toplumsal olarak kanıtladı. Newgate deneylerinin başarısı, yöntemin kabulünü hızlandırdı ve kısa sürede 200'den fazla üst sınıf kişinin variolasyon yaptırmasına öncülük etti. Maitland, Galler Prensesi'nin emriyle Prensesler Amelia ve Caroline'ın, daha sonra da kardeşleri Prens Frederick'in aşılanmasında yer aldı. 1729'a gelindiğinde ise 897 kişi daha aşılandı ve bunlardan sadece 17'si hayatını kaybetti. Bu oran, dönemin koşulları göz önüne alındığında, çiçek hastalığının yaygın ölümcüllüğüne karşı elde edilmiş büyük bir başarıydı.
Ancak kraliyet desteğine rağmen variolasyon, toplumda hala ciddi şüphe ve direnişle karşılaşıyordu. Özellikle dini çevreler bu yönteme sert biçimde karşıydı. Kilise, çiçek hastalığını “Tanrı’nın günahkarlara verdiği bir ceza” olarak yorumluyor ve aşılamayı “ilahi düzene müdahale” olarak nitelendiriyordu. Rahip Theodore Delafaye (1715-1886) gibi bazı din adamları, hastalığın ortadan kalkmasının insanların ahlakını zayıflatacağı ve Tanrı korkusunu unutturacağı endişesini dile getiriyordu.
Bu tür söylemler halkı olduğu kadar Lady Mary'nin yakın çevresini de etkiledi. Kız kardeşi Lady Mar, çocuklarını aşılatmayı reddetti ve 1723 civarında onlardan birini çiçek hastalığından kaybetti. Lady Mary’nin mektup arkadaşı Sarah Chiswell de variolasyonu kabul etmedi ve 1726’da aynı hastalıktan hayatını kaybetti.
Yöntemin Osmanlı kökenli oluşu, Batı’da bazı çevrelerde yabancı düşmanlığını körükledi ve ciddi tepkilere yol açtı. Variolasyon, yalnızca bir tıbbi yenilik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve dini önyargıların hedefi haline geldi. Bazı kişiler bu yöntemi “İslami bir istila” ya da “İslam’ın sızması” olarak tanımlarken, bazı Hristiyan çevreler Müslüman kökenli bir uygulamanın kendilerine fayda sağlamayacağı yönünde temelsiz iddialar öne sürüyordu. Lady Mary Wortley Montagu’nun kendi papazı bile, yöntemin Müslümanlar tarafından geliştirilmiş olmasını gerekçe göstererek, Hristiyanlara uygun olmadığını savunmuştu.
Bu tür önyargılar en çarpıcı biçimde, 1722 yılında Londra’daki St. Paul Kilisesi’nin vaizi Rev. Edmund Massey’nin verdiği bir vaazda dile getirildi. “A Sermon Against the Dangerous and Sinful Practice of Inoculation” (Aşılamanın Tehlikeli ve Günahkar Uygulamasına Karşı Bir Vaaz) başlıklı konuşmasında Massey, variolasyonu dini bir sapkınlık olarak tanımladı. Bu yöntemin, “Hz. İsa’nın Haçı’nın düşmanları ve kafirler tarafından uygulandığını” ve insanların çocuklarını “şeytana barış kurbanı olarak sunduklarını” ileri sürerek dini paniği körükledi.
Variolasyon yöntemi zamanla bilimsel bir yöntem olmaktan çıkıp siyasallaştı. Muhafazakar çevreler, “doğaya müdahale” ve “yöntemin tehlikeleri” üzerine makaleler yayımlayarak halk arasında güvensizlik yarattı. Bununla birlikte, Osmanlı ve İngiltere'nin çiçek hastalığına karşı mücadele yöntemleri keskin biçimde farklıydı. Osmanlı'da hastalar karantinaya alınarak salgının yayılması kontrol altına alınırken, İngiltere'de bu uygulama yeterince benimsenmediği için salgın yönetimi zayıf kaldı.
Daha da vahimi, variolasyonun İngiltere'de sağlıklı bir şekilde uygulanmasının önünde, dönemin yerleşik tıp anlayışı ciddi bir engel teşkil ediyordu. O dönemde hala Antik Yunan hekimleri Hipokrat (M.Ö. 460–370) ve Galen (M.S. 129–200) gibi isimlerin mirasını sürdüren "hümoral tıp" anlayışı egemendi. Bu görüşe göre, insan vücudu dört ana sıvıdan (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) oluşur ve sağlık, bu sıvıların dengede olmasıyla sağlanır. Hastalıkların nedeni, bu sıvıların dengesinin bozulması olarak görülüyordu.
Hastalıkların gerçek nedenleri hakkında henüz bilimsel bir fikir olmadığı için, tıp asıl olarak belirtileri yönetmeye odaklanıyordu. Dolayısıyla tedavi de, dengeyi yeniden sağlamak amacıyla vücuttan bir miktar sıvı—çoğunlukla kan—alıp atmakla mümkün sanılıyordu.
Bu anlayışla hareket eden İngiliz hekimler, variolasyon uygulamasından önce hastanın bozulan "sıvı dengesini" kan akıtma (bloodletting) yöntemiyle düzeltmeye çalışıyorlardı. Belki de bu şekilde uygulamanın daha etkili olacağını umuyorlardı. Ancak, vücut zaten enfeksiyonla mücadele halindeyken uygulanan bu yöntem, hastaları daha da zayıf düşürüyor ve bağışıklık sistemini iyice güçsüzleştiriyordu. Oysa variolasyon sürecinde bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyordu; yanlış tedavi yaklaşımları ise hastalığın seyrini ağırlaştırarak riskleri artırıyordu. Üstelik bazı doktorlar, vücuda gereğinden fazla miktarda çiçek hastalığı irini enjekte ederek komplikasyonlara yol açıyor, böylece güvenli bir yöntem olan variolasyonu adeta tehlikeli bir işleme dönüştürüyorlardı.
2 Mayıs 1755'te İngiltere'deki Kraliyet Doktorlar Koleji, variolasyon yöntemini resmen onayladı. Ancak yöntemi Osmanlı’da keşfedip İngiltere’ye getiren Lady Mary, ülkesindeki uygulamaları izledikçe derin bir hayal kırıklığına sürüklendi. Doktorların bilgisizliği ve maddi hırsı, yöntemin bilimsel ruhunu gölgede bırakarak uygulamayı yozlaştırdı.
İngiltere'deki bu çarpık uygulamaların yanı sıra, variloasyon yöntemini dünyaya tanıtan Osmanlı hekimlerinin, bu tekniğin kendi topraklarında bile her kesimden kabul görmediğini belgelemesi oldukça dikkat çekicidir. Yöntem, çeşitli etnik ve dini gruplar arasında yaygınlık kazanmış olsa da, özellikle kaderci anlayışa sahip bazı Müslümanlar tarafından "Allah'ın takdirine müdahale" endişesiyle reddediliyordu. Timoni ve Pylarinus'un gözlemlerine göre, bu kesim "ölüm zamanının ilahi iradeyle belirlendiği" inancıyla aşıya mesafeli duruyordu. İronik bir şekilde, zaman zaman birbirine düşmanlık besleyen iki dinin inananları—hatta inandıkları Tanrılar—söz konusu aşı karşıtlığı olduğunda benzer kaygılar dile getiriyor, aynı söylemlerde buluşarak adeta birbirine omuz veriyordu.
Sonuçta toplumsal bir kalıp ortaya çıkıyordu. Aydın kesim ve yüksek sosyoekonomik gruplar yenilikçi tedaviye açık yaklaşırken, geniş halk kesimleri çeşitli kaygılar nedeniyle variolasyona mesafeli kalıyordu. Bu durum, bilimsel ilerlemenin toplumsal kabulünde eğitim ve sosyal konumun ne denli belirleyici olduğunu gösteriyordu.
Lady Mary, Koruyucu Tıbbın Öncüsü
Türkçesi: “Saygıdeğer Lady Mary Wortley Montagu’nun aziz hatırasına…
Kendisi, çiçek hastalığına karşı etkili aşılama yöntemini
Türkiye’den bu ülkeye başarıyla tanıttı.
Yöntemin etkinliğine yürekten inanarak önce kendi çocukları üzerinde başarıyla denedi.
Ve ardından bu uygulamayı vatandaşlarına tavsiye etti.
Onun cesur örnekliği ve rehberliği sayesinde, bizler bu ölümcül hastalığın şiddetini hafifleterek tehlikesinden korunabildik.
Bu büyük iyiliğin hatırasını yaşatmak ve kendisinin bu yöntemden şahsen gördüğü faydalar için duyduğu şükranı dile getirmek amacıyla,
bu anıt, Theodore William Inge’in dul eşi ve Sir John Wrottesley’nin kızı Henrietta Inge tarafından, Tanrı’nın izniyle, 1789 yılında dikilmiştir.”
Günümüzde Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği), Lady Mary Wortley Montagu’yu “Koruyucu Tıbbın Öncüsü” unvanıyla onurlandırmaktadır. Diktikleri anıtta şu ifadeler yer almaktadır:
Royal Society of Biology Mary Wortley Montagu 1689-1762 Pioneer of preventative medicine Introduced smallpox inoculation to Britain in 1721, saving countless lives Commemorated here circa 1762 British Society for immunology www.rsb.org.uk
Türkçesi: "Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği) Mary Wortley Montagu (1689–1762), koruyucu tıbbın öncüsüdür. 1721’de çiçek aşısını Britanya’ya tanıtarak sayısız hayat kurtardı. Yaklaşık 1762’de burada anıldı. British Society for Immunology (İngiliz İmmünoloji Derneği) www.rsb.org.uk
Öte yandan variolasyonu 1721’de Amerika’ya tanıtan Cotton Mather (1663-1728), Lady Mary’nin bu hayat kurtarıcı yöntemi Osmanlı’dan İngiltere’ye taşıma başarısına hayranlık duyuyordu. Ancak bu hayranlık, Osmanlı hekimlerinin yıllar önce Avrupa’daki meslektaşlarına raporladığı ve Osmanlı’da uzun süredir başarıyla uygulanan bu yöntemin Batı bilim çevrelerince görmezden gelinmesine duyduğu sitem ve hayal kırıklığıyla gölgelenmişti. Üstelik bu hekimler, Avrupa’nın en seçkin tıp okullarından Padova’da eğitim görmüş ve Royal Society gibi saygın bilim kurumlarına üye kabul edilmiş kişilerdi. Oysa aynı bilgi, aristokrat bir İngiliz kadının kaleminden çıkınca bir anda kabul görmüş, önce saray çevrelerinde, ardından toplumun üst sınıflarında ilgiyle karşılanmış ve nihayetinde bilimsel otorite tarafından ciddiye alınmış ve Mather sayesinde Atlantik ötesine taşınarak Yeni Dünya’da da meşruiyet kazanmıştı.
Not: Tarihin en büyük ironilerinden biri, yargılayanların çoğu zaman yargıladıklarından çok daha karanlık bir geçmişe sahip olmaları değil midir? Masum insanları cadılıkla suçlayan ve idamlarına zemin hazırlayan, ırkçı ve bağnaz söylemleriyle tanınan vaiz Mather’ın, 1721 yılında Türkler hakkında sarf ettiği “eğitilmesi zor” yönündeki kibirli ve küçümseyici yargıyı tarihin vicdanı önünde geçersiz kılmak bizim elimizde
Amerika'da Variolasyon
Lady Mary, variolasyon yöntemini İngiltere’de tanıtırken muhafazakar çevrelerden tepki görse de, en azından hayatı tehdit altında değildi. Oysa aynı yöntemi Amerika’da savunan din adamı ve bilim insanı Cotton Mather (1663-1728), yalnızca entelektüel değil, fiziksel şiddet tehdidiyle de karşı karşıya kaldı. 14 Kasım 1721 tarihinde üzerinde “Aşıcı hain! Sana çiçek bulaştıracağım!” yazılı bir notla birlikte Boston’daki evine bomba atıldı. Neyse ki bomba patlamadı.
Mather, İngilizlerin Amerika’daki egemenliğini sürdürdüğü kolonyal dönemde (yaklaşık 1607–1776) Massachusetts’te yaşamış; İngiltere Kilisesi’ni Katolik (Latince catholicus, “evrensel”) etkilerinden arındırarak saflaştırmayı amaçlayan Protestan Reform Hareketi’nin bir kolu olan Püriten topluluğunun (purify, İngilizce “saflaştırmak” fiilinden türetilmiştir) önde gelen vaizlerinden biri olarak, Amerikan tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri haline gelmiştir. Katolik Kilisesi'nin aşırı zenginleşmesi, yozlaşması ve siyasi/dünyasal meselelerle giderek daha fazla ilgilenmeye başlaması, birçok din adamının tepkisini çekmiş; bu rahatsızlık Reform hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Mather’ın mirası, dini fanatizmle bilimsel merakı, kölelik ve kolonyal şiddet gibi yapısal adaletsizliklere göz yummayla halk sağlığına yönelik cesur tutumları bir arada barındıran derin çelişkilerle örülüdür. 1692’deki Salem Cadı Davaları’nda çoğunluğu kadın olan 20 kişinin idamla sonuçlanan cadı avını körüklemiş; öte yandan çiçek hastalığına karşı variolasyon yöntemini savunarak halk sağlığı alanında öncü bir rol üstlenmiştir.
Mather’ın Salem Cadı Davaları’ndaki etkisi, Püriten teolojisine dayanan vaazları ve yazılarıyla dolaylı ancak yıkıcıydı. Hukuki süreçte doğrudan yer almasa da, manevi otoritesi ve cadılık tehdidine dair söylemleri, mahkemelerin bakış açısını şekillendirerek Salem’deki histeriyi körükledi ve Amerika tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin önemli figürlerinden biri olmasına yol açtı. Özellikle “görünmez kanıt” (spectral evidence) olarak bilinen, fiziksel delil yerine hayalet görüntülerine dayanan tanıklıkların mahkemelerde kullanılmasına sessizce onay vermesi, adaletsizliği derinleştirdi. Mather, bu tür delillerin dikkatle incelenmesini savunsa da, mahkemelerin bunları kullanmasını engellemedi; bu da masum insanların yalnızca başkalarının iddia ettiği doğaüstü görüntülerle idam edilmesine neden oldu.
Yeni Dünya'nın yerli halkları, Avrupalılarla temas etmeden önce uzun süre izole bir yaşam sürmüşlerdi. Bu durum, onları Avrupa kökenli hastalıklara karşı doğal bağışıklıktan yoksun bırakarak, salgınlarda korkunç kayıplar vermelerine neden oldu. Ne var ki, Afrikalı kölelerin çiçek hastalığı gibi salgınlardan daha az etkilenmesi, köle tacirlerinin gözünden kaçmadı. Tacirler, bu gözlemi Afrikalıları 'daha dayanıklı' bir iş gücü olarak pazarlamak için kullanırken, çoğu zaman ırkçı bir dille, Afrikalıların sözde 'vahşi doğasına' bağladılar.
Bu çarpıcı gözlem, Mather'ın da dikkatini çekti. Afrikalıların çiçek hastalığına karşı gösterdiği direnç, Mather'ı bu toplulukların geleneksel korunma yöntemlerini araştırmaya itti. İşte bu arayış, onu variolasyonla tanıştıracak ve bu yöntem, salgınlarla mücadelede onu tarihin sahnesine taşıyan en önemli adımlardan biri olacaktı.
Mather, 1678’de hafif çiçek hastalığı geçirerek ömür boyu bağışıklık kazandı. Bu durum, sonraki salgın dönemlerinde hem ailesine bakma hem de hastaları ziyaret etme imkanı tanıdı. 1702’de üç çocuğunun hastalığı atlatması ona büyük bir sevinç yaşatırken, 1713’teki kızamık salgını ise ikinci eşini, üç çocuğunu ve bir hizmetçisini kaybetmesiyle büyük bir yıkıma dönüştü. Bu ağır kayıplar, halk sağlığına duyduğu ilgiyi daha da derinleştirdi. Özellikle tıbbi desteğe ulaşamayan yoksul kesimlerin çiçek hastalığına karşı korunabilmesi için, variolasyon yöntemini tanıtan ve adım adım nasıl uygulanacağını sade bir dille açıklayan broşürler hazırladı. Bu sayede hem salgının yayılmasını önlemeyi hem de halk arasında sağlık bilincini ve korunma yöntemlerine dair farkındalığı artırmayı amaçladı.
18. yüzyılda din adamları, toplumun en eğitimli kesimleri arasında yer alıyordu. O dönemde henüz tıp eğitimi veren okullar, meslek birlikleri ya da lisans düzenleyici kurullar oluşmamıştı. Bu nedenle tıbbi bilgi, çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle, deneyimli hekimlerin yanında ediniliyordu. Cotton Mather’ın sahip olduğu tıbbi bilgi, dönemin birçok pratisyen hekiminden geri kalmıyordu; hatta bazı uzmanlara göre, kimi doktorlardan daha donanımlıydı.
Derin bir teoloji bilgisine sahip olan Mather, dini konularda hızlı ve kesin yanıtlar verebilecek bir birikime sahipti. Ancak tıp alanında ise sürekli öğrenmeye açık, sorgulayıcı bir zihniyet geliştirmişti. Bu bilimsel merakı sayesinde, 1713 yılında Londra’daki Royal Society’ye üye seçildi ve bu onura erişen sekizinci Amerikalı kolonist oldu. 1712 ile 1724 yılları arasında Kraliyet Topluluğu’na “Curiosa Americana” (Amerika’nın Nadir Harikaları) başlığı altında seksen iki yazı gönderdi. Bu yazışmalarda, “dünyanın bu bölgesinde meydana gelen tüm yeni ve sıra dışı doğa olaylarını” ayrıntılı biçimde ele aldı. Bu çalışmalarının bir kısmı, Royal Society tarafından yayımlanan ve dönemin en saygın bilimsel yayınlarından biri olan Philosophical Transactions dergisinde yer buldu.
Mather, variolasyon hakkında bir süredir bilgi sahibi olsa da, Timoni'nin detaylı açıklamaları ve özellikle Kraliyet Topluluğu'nun yöntemi onaylayarak yayımlaması, onu Boston'da bu uygulamayı savunmaya yöneltti. 12 Temmuz 1716'da, Dr. John Woodward'a yazdığı mektupta Mather, "Timoni'nin çiçek hastalığının inokülasyon (aşı) yoluyla önlenmesi konusundaki değerli bilgilerini kamuoyuyla paylaştığınız için size minnettarım. Anlattıklarına olumlu yaklaşmanızı bütünüyle destekliyorum. Aslında bu yöntemi Avrupa'da duymadan çok önce, Afrika'dan gelen bir kölemden aylar önce öğrenmiştim." diyerek Onesimus'un hikayesini paylaştı.
Mather, zekasını övdüğü siyahi kölesi Onesimus'a daha önce çiçek hastalığı geçirip geçirmediğini sorduğunda, ilginç bir yanıt aldı: "Hem evet, hem hayır." Onesimus, kendisine uygulanan bir "ameliyat" sayesinde hastalığın hafif bir biçimini geçirdiğini ve böylece ömür boyu korunacağını söyledi. Bu yöntemin Guramantes halkı arasında sıkça uygulandığını, cesaret gösterip bu işlemi yaptıranların artık hastalıktan korkmadığını belirtti. Hatta kolundaki yaranın izini göstererek işlemi ayrıntılarıyla tarif etti. Anlattığı yöntem, Mather'ın daha sonra Timonius'un mektubunda okuduğuyla neredeyse aynıydı.
Mather, binlerce insanın bu korkunç hastalıktan kurtulmak için büyük paralar ödemeye hazır olduğunu bildiği halde, böylesine umut vadeden bir yöntemin İngiltere'de hala denenmemiş olmasına şaşkınlığını Woodward'a dile getirdi. Ona yalvarırcasına, bu girişimi desteklemesini istedi; zira bununla İngiliz tıbbının babası sayılan Dr. Thomas Sydenham'dan (1624–1689) bile fazla hayat kurtarabileceğini düşünüyordu.
Mather kendi adına bir acil eylem planı hazırlayarak, çiçek hastalığı Boston'a yeniden sirayet edecek olursa, Woodward'a derhal hekimlerle bir istişare toplantısı ayarlayıp bu son derece umut vadeden uygulamanın hayata geçirilmesini sağlamaya çalışacağını belirtti. İngiltere'nin bu adımı kendilerinden önce atmasının kendilerine büyük bir cesaret vereceğini de ekledi. Bu mektup, Mather’ın variolasyona duyduğu güveni ve halk sağlığı konusundaki sorumluluk duygusunu açık biçimde yansıtıyordu.
Variolasyon ise dönemin egemen tıbbi görüşü olan hümoral teoriyle (sıvısal denge teorisi) açıkça çelişiyordu. Hümoral anlayışa göre, sağlığı korumanın yolu beden içindeki dört temel sıvının (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dengede tutulmasından geçiyordu. Bu dengeyi sağlamak ve "zararlı maddeleri" bedenden atmak için uygulanan yöntemlerden biri de kan akıtma idi. Osmanlı tıbbında da bu yönteme "fasd" denirdi.
Ancak variolasyon, "hastalıklar bedenden zararlı maddelerin atılmasıyla tedavi edilir" görüşüne aykırı bir yaklaşımdı. Çünkü sağlıklı bir kişiye bilinçli biçimde hastalıklı madde verilmesini öngörüyordu. Bu yönüyle dönemin tedavi anlayışına tamamen ters düşen, son derece sıra dışı ve cesur bir yaklaşımdı. Mather ise bu zıtlığa rağmen yöntemin potansiyeline ikna olmuştu. Özellikle Timoni'nin, "aşı uygulanan hiç kimsenin çiçek hastalığından ölmediği" yönündeki deneysel gözlemi, Mather'ın bilimsel veriye duyduğu ilgiyi pekiştirerek cesaretini artırdı.
Mather’ın güveni, başka kaynaklardan gelen destekleyici bilgilerle daha da güçlendi. Örneğin, bir başka İtalyan asıllı Osmanlı doktoru olan Pylarini, İzmir ve İstanbul’daki variolasyon uygulamalarını araştırmış ve bu konudaki bulgularını Kraliyet Topluluğu’na sunmuştu. Pylarini’nin raporu da Timoni ile büyük ölçüde örtüşmekle birlikte, yöntemin Osmanlı’daki ileri düzey doktorlar tarafından değil, “sıradan, kaba insanlar” tarafından uygulandığını ileri sürüyordu.
1721 Boston Çiçek Hastalığı Salgını
Ancak 27 Mayıs itibarıyla en az sekiz yeni vakanın tespit edilmesiyle salgın hızla yayıldı. Haziran ortasına gelindiğinde hastalık, Boston'un her mahallesine sıçramış, kurulan bekçi sistemi tamamen çökmüştü. Artık cenazeler, sokakların boşaldığı gece saatlerinde gizlice defnediliyordu. Çocukların enfekte bölgelerden uzak tutulması amacıyla okullar belediye binasına taşındı.
Karantina, tecrit ve hijyen gibi bilinen yöntemler, 1721 yazında Boston’u sarsan çiçek hastalığı salgını karşısında yetersiz kalmıştı. Umutsuzluk büyürken, Haziran ayı sonunda Vali Samuel Shute halkı Tanrı’dan af dilemeye çağırarak bir oruç ve dua günü ilan etti. Özellikle 1702’deki son büyük salgından sonra doğanlar ya da şehre yeni gelenler, bağışıklık taşımadıkları için en savunmasız grubu oluşturuyordu.
Mather, 26 Mayıs tarihli günlüğüne “Çiçek hastalığının korkunç felaketi şimdi kasabaya girdi” diye not düştüğünde, durumu yalnızca kayda geçmiyor, aynı zamanda yıllar öncesinden öngördüğü tehlikenin gerçekleştiğini tescilliyordu. Nitekim 1716’da Dr. John Woodward’a yazdığı mektupta dile getirdiği eylem planını artık uygulamanın zamanı geldiğini fark etti.
Araştırmalarını derinleştirdikçe, Boston’daki diğer Afrikalı kölelerin de Onesimus’un anlattığı variolasyon yöntemini bildiklerini ve benzer deneyimlere sahip olduklarını gördü. Mather için bu bilgi, yöntem hakkında yalnızca bireysel bir anlatım değil, kültürel olarak aktarılan kolektif bir deneyim demekti. Artık kendine sıkça şu soruyu soruyordu: “Bu yöntem gerçekten uygulanırsa kaç hayat kurtarılabilir?”
Bu düşünceyle, vakit kaybetmeden hekimlerle bir toplantı düzenleyip variolasyonu resmen tartışmaya açmaya karar verdi.
Mather, variolasyon yöntemini tanıtmak için 6 Haziran'da Boston'daki 14 doktora mektup gönderdi. Bu yazışmalarda, Timonius ve Pylarinus'un raporlarını paylaşarak hekimleri bu yöntemi uygulamaya ve çiçek hastalığına karşı topyekun bir mücadele başlatmaya davet etti. Ancak, Mather'ın bu umut dolu çağrısı başlangıçta yanıtsız kaldı.
23 Haziran'da bir kez daha mektup yazdıysa da sonuç değişmedi. Bunun üzerine Mather, stratejisini değiştirerek bireysel temaslar kurmaya yöneldi. İşte tam bu noktada, kişisel dostu olan Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766), Mather'ın önerisini ciddiye alarak büyük bir riskle bu aşıyı denemeye razı oldu. Böylece 1721 yılında, tarihte Çin'den sonra belgelenmiş ikinci halka açık variolasyon girişimi, Amerika'da Cotton Mather ve Dr. Zabdiel Boylston'ın iş birliğiyle Boston'da başlatılmış oldu.
Boylston, Osmanlı hekimlerinin önerdiği gibi Eylül ayını beklemeden harekete geçti. Günlüğüne şu cümleyi kaydetti: “Halk her gün ölüyordu. Daha fazla gecikmek, Tanrı’nın bize verdiği bu bilgiye ihanet olurdu.” Bu inançla, 26 Haziran 1721’de önce altı yaşındaki oğlu Thomas’a, ardından kölesi Jack ile onun iki yaşındaki oğlu Jackey’e Türk usulü variolasyon uygulayarak Amerika’daki ilk belgelenmiş aşılamayı gerçekleştirdi. Thomas, Amerika kıtasında aşılanan ilk kişi olarak kayıtlara geçerken, Boylston da bu yöntemle tedavi uygulayan ilk hekim olarak tarihe geçti.
Boylston'ın ilk üç hastasında dokuz günün sonunda hastalığın seyrinin hafif atlatılması, ona büyük bir cesaret verdi ve vakit kaybetmeden kolları sıvadı. Salgının en karanlık günlerinde, beş ay gibi kısa bir sürede, kimi kaynaklara göre 247, kimilerine göreyse 287 kişiye variolasyon uyguladı. Türk usulü variolasyon tekniğini zamanla geliştirerek, daha derin kesiler açmaya ve bunları özenle bantlamaya başladı. Hastalarına özel bakım sağladı, ayrıca yan etkileri yönetmeyi öğrendi. Variolasyon uygulanan bu kişilerden yaklaşık %2’lik bir ölüm oranıyla yalnızca altı kişi hayatını kaybedecekti. Oysa hastalığa doğal yolla yakalananlar arasında ölüm oranı %15’e kadar çıkıyordu. Böylece variolasyon, çiçek hastalığına bağlı ölümleri yaklaşık %87’ye varan bir oranla azaltma potansiyelini çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Ancak Mather'ın variolasyonu savunma çabaları ve Boylston'ın bu uygulamaları, halk arasında kısa sürede ciddi bir direnişle karşılaştı.
Halk arasında korku ve öfke hızla yayıldı. Kimileri, aşılama yoluyla yeni salgınların ortaya çıkabileceğinden endişe duyarken, büyük bir kesim bulaşıcı hastalıkların Tanrı'nın bir sınavı olduğuna ve bu tür tıbbi müdahalelerin ilahi iradeye karşı gelmek anlamına geldiğine inanıyordu. Bazıları ise, kökeni Afrika, Asya ve Orta Doğu'ya dayanan bu yöntemi "putperestlere ait" bir uygulama olarak görüp Hristiyanlara uygun olmadığını iddia etti.
Boylston, variolasyon uygulamalarına başladığında kamuoyunun gözünde adeta bir halk düşmanına dönüştürüldü. Ailesi ölümle tehdit edildi, kendisi linç edilmekle korkutuldu. Toplumsal öfke o denli büyüktü ki, evine ilkel bir el bombası dahi atıldı. 1721'de kısa süreliğine tutuklansa da, yalnızca hükümet izniyle aşı yapacağına dair söz vermesi koşuluyla serbest bırakıldı. Ancak Boylston tüm bu baskılara rağmen geri adım atmadı; can güvenliği tehdit altındayken bile variolasyon uygulamalarını gizlice sürdürdü. Not defterine o zorlu günleri şöyle yansıttı: "Her aşıda kendi ölümümü düşündüm... Ama Tanrı bana cesaret verdi." Neyse ki bu zorlu süreci sağ salim atlatmayı başardı.
Boylston'ın çabaları kısa sürede meyvesini verdi. 22 Şubat 1722'de Boston'da yeni bir çiçek hastalığı vakasına rastlanmadığı resmen ilan edildi ve salgın sona erdi. Boylston'ın istatistiksel verilerle desteklediği bu çalışma, modern aşılama tekniklerinin temelini atan ilk önemli adımlardan biri oldu. Boston'daki bu başarısı Atlantik'in ötesine, İngiliz kraliyet ailesinin kulağına kadar ulaştı. 1723 yılında, tıbbi başarıları ve variolasyonun hayat kurtaran etkileri nedeniyle Kral I. George tarafından Londra'ya davet edildi. Orada, variolasyonun bilimsel sonuçlarını doğrudan kral ve danışmanlarına sundu.
Cesareti ve bilime duyduğu kararlı bağlılık takdirle karşılandı; bu nedenle kraliyet nezdinde onurlandırıldı. Bu kabul, Afrika ve Osmanlı kökenli variolasyon yönteminin Batı tıbbında resmen tanınması ve bilimsel bir dayanak kazanması açısından kritik bir gelişmeydi. Kral I. George'un desteğiyle, Boylston'ın başarıları daha da resmi bir onayla taçlandı. 1726 yılında, prestijli Royal Society üyeliğine seçildi.
Diplomasız Dr. Boylston, Diplomalı Dr. Douglass’ın Sert Muhalefetiyle Karşılaştı
Zabdiel Boylston (1679–1766), Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı John Adams'ın (1735–1826) büyük amcası olamsının yanı sıra erken dönem Amerikan tıp tarihinde variolasyonun tanıtılması, safra kesesi taşlarının çıkarılması ve meme tümörlerinin cerrahi müdahaleyle alınması gibi pek çok cerrahi uygulamada tarihe geçen önemli ilkleri gerçekleştirmiş etkili bir figürdür. Dönemin kısıtlı tıp eğitimi olanakları ve Kuzey Amerika’da ilk tıp okulunun 1765 yılına kadar kurulmamış olması nedeniyle, doktorluk mesleğini İngiltere doğumlu bir cerrah olan babası Thomas Boylston’ın (1644–1695) yanında, herhangi bir akademik diploma edinmeden, çıraklık yaparak öğrendi. 18. yüzyılda cerrahlık, akademik eğitim almış hekimliğe kıyasla daha alt bir meslek olarak görülüyordu. Hekimler genellikle üniversite eğitimi ve teorik bilgilerle ön plana çıkarken, cerrahlar daha çok pratik müdahalelerle sınırlıydı. Hatta birçok esnaf, dişçi veya berber de cerrahi işlemler yapabiliyordu. Modern cerrahi tekniklerin henüz emekleme aşamasında olduğu bu çağda, cerrahlık daha çok ampütasyon (uzuv kesme), kan alma (hacamat) ve yüzeysel yaraların tedavisi gibi basit ve riskli uygulamalarla sınırlıydı.
Boylston’un Boston’daki meslektaşı, çiçek hastalığına karşı variolasyona en sert muhaliflerden biri olan Dr. William Douglass (1691–1752), Edinburgh Üniversitesi diplomasını adeta bir asalet nişanı gibi taşıyor; kendisini akademik çevrelerin sözcüsü ve bilimin yegane temsilcisi olarak konumlandırıyordu. İskoçya doğumlu oluşu ve "ana karadan" gelmiş olması da Douglass’ın gözünde ona ayrı bir entelektüel ve kültürel bir üstünlük sağlıyordu. Boylston’un resmi bir tıp diploması olmaksızın çıraklık yoluyla yetişmiş olmasını her fırsatta vurguluyor, onu adeta bir zanaatkar gibi küçümsemek için “doktor” yerine “cerrah” ya da “pratikçi (uygulamacı)” gibi ifadeler kullanıyordu.
Douglass, Boylston’u sanki “şöhret peşinde koşan bir maceraperest” gibi nitelendiriyor, variolasyonu “bilimsel olmayan” ve “tehlikeli” bir yöntem olarak görüyor, hani bir Afrika büyüsüymüş gibi küçümsüyordu. Ona göre, yöntemin Afrika kökenli köle Onesimus’tan öğrenilmiş olması, sanki “kölelerin karanlık batıl inançlarına” dayanıyormuşçasına tıp biliminin itibarını zedeliyordu. Douglass neredeyse Boylston’u “tıbbı berbat ellerle kirleten, diplomasız bir maceraperest” gibi resmetmekten geri durmuyordu.
Bu eleştiriler, Douglass’ın dağıttığı tıbbi broşürlerle sınırlı kalmadı; görüşleri, Franklin ailesinin yönettiği The New-England Courant gazetesinde de yankı buldu. Zaten açıkça aşı karşıtı bir çizgi izleyen gazete, alaycı üslubuyla kamuoyunda karşıtlığı körüklüyor; “diplomalı hekim” kimliğiyle Douglass’ın söylemlerini, “cadı avcısı” Mather’a karşı akademik bir koz gibi sunuyordu.
Hem Douglass hem de gazete, Boylston ile Mather’ı halkı boş umutlarla kandırmakla suçluyor; Boylston’un aşılamayı yaygınlaştırma çabasını ise, salgını körükleme riski taşıdığı gerekçesiyle “sorumsuzluk” olarak nitelendiriyorlardı.
Mather ve Boylston’ın variolasyon çabaları, toplumda öyle yoğun bir öfke yarattı ki, sonunda evlerine atılan bombalarla bu şiddet doruk noktasına ulaştı. Bu tepki, Mather’ın geçmişte dile getirdiği aşağılayıcı görüşlerle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Zira o, bir zamanlar Türkleri “kadercilikleri nedeniyle eğitilmesi zor hayvanlar” olarak görmüş, Doğu toplumlarını irrasyonel ve geri kalmış saymıştı. Ne var ki şimdi, “akılcı” ve “medeni” kabul ettiği kendi toplumu, bilimsel bir yönteme karşı çok daha yıkıcı, çok daha ilkel bir tepki sergiliyordu.
Yaşananlar, Mather'ı sarsıcı bir gerçekle yüz yüze getirmeliydi: Cehaletin ne ırkı, ne rengi ne de milliyeti vardı. Gerçek direnç, aklın sesine kulak tıkayan, kanıtın önünde gözlerini bilinçli biçimde kapatan zihinlerden yükseliyordu. Asıl eğitilmesi zor olanlar, hakikate karşı bu inatçı körlüğü sergileyenlerdi. Bu derin kavrayış, onun içinde bir zihinsel kırılma yaratıp düşünce dünyasında köklü bir dönüşümün kapısını aralayabilirdi.
Ne var ki bu felsefi uyanış, Mather'ın ruhunda beklenen o köklü dönüşümü ne yazık ki yaratmadı. Bu paha biçilmez bilginin halka ulaşmasında başrol oynayan kölesi Onesimus, nihayet katkılarının karşılığında özgürlüğünü talep ettiğinde, Mather bu çağrıya sessiz kaldı. İnsanlığı kurtarma gibi büyük bir iddiada bulunurken, yanı başındaki bir insanın zincirlerini çözmekten kaçınan Mather, kendi vicdanıyla yüzleşmedi. Bilgiyi taşıyan kişiye özgürlüğü çok gören bu tavır, Mather'ın ahlaki değerlerinin bu noktada ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koydu. Bu durum, insanlığın ilerlemesi söyleminin ardındaki büyük bir çelişkiyi de gözler önüne serdi: Aydınlanmayı savunurken, en temel insan hakkına gözlerini kapatan bir ikiyüzlülükle tarihe geçti.
Mather’ın mektuplarına yanıt vermeyen hekimlerin çekimserliğinde, hem Salem cadı yargılamalarındaki tartışmalı geçmişi hem de variolasyon yöntemine duyulan derin güvensizlik belirleyici olmuştu. Özellikle İskoçya doğumlu doktor William Douglass (1691–1752), variolasyonu “sahte bir tedavi” olarak damgalamış ve uygulamanın halk sağlığına zarar vereceğini savunmuştu.
Bu karşıtlığın temelinde, dönemin değişen dünya görüşleri yatıyordu. Mather, variolasyonu Tanrı’nın insanlığı korumak için sunduğu gizemli bir armağan olarak görüyordu; Douglass ise daha seküler bir bakış açısıyla, dini inançlardan bağımsız, akılcı ve dünyevi ölçütlerle yaklaşıyor, yöntemin doğasını ve uygulanma biçimini eleştiriyordu. 18. yüzyılda ivme kazanan sekülerleşme süreci, hastalıkların ilahi cezalarla açıklanmasında dinin belirleyiciliğini zayıflatmış ve bu da Mather ile Douglass’ı karşıt düşünce kutuplarına itmişti.
Douglass, variolasyon yöntemine yalnızca tıbbi gerekçelerle değil, kökeninin “vahşi Afrika” geleneklerine dayandığı inancıyla da alenen küçümseyerek yaklaşıyordu. Ona göre bu uygulama, Batı’nın gelişmiş tıp bilgisiyle kıyaslandığında ilkel, batıl inançlara dayalı ve adeta büyüyü andıran bir yöntemdi. Douglass'ın kibirli zihni, “medeniyetin beşiği” olarak gördüğü Avrupa’da bilimin üretildiğine dair değişmez bir inanca dayanıyordu. Bu yüzden, özellikle Afrikalılardan tıbbi bir yenilik çıkabileceği fikrine tümüyle kapalıydı.
Dr. Boylston’ın uyguladığı aşılamanın bilimsel geçerliliğini tartışmaya açan Douglass, şifanın Tanrı’dan gelen kutsal bir lütuf olduğuna inanan Mather gibi din adamlarının tıbbi alana müdahalesine de sert biçimde karşı çıkıyordu. Ona göre, tıp alanında uzman olmayan birinin—hele ki bir vaizin—bir hekime sağlık konusunda yol göstermeye kalkışması kabul edilemezdi. Bu tutum, dönemin şekillenmekte olan profesyonel tıp anlayışını ve tıbbi bilginin yalnızca uzmanlar tarafından icra edilmesi gerektiği düşüncesini yansıtıyordu. Bir bakıma, Douglass’ın bu tavrı, günümüzde “herbokolog” olarak nitelenen, her konuda söz sahibi olmaya çalışan kişilere yönelik eleştirinin erken bir yansımasıydı.
Tarihin acımasız ironisiyle, 1692 Salem cadı yargılamalarında karanlık bir rol oynayan Mather, bu kez Afrika kökenli variolasyon yöntemini savunduğu için 'büyücülük' suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Sanki geçmişin gölgeleri, şimdinin aynasında ona kendi çelişkilerini gösteriyordu.
Nitekim salgının ardından ortaya çıkan etkileyici sonuçlar, halk arasında derin tartışmalara yol açtı. Bir zamanlar variolasyonun en sert muhaliflerinden olan Dr. Douglass bile fikrini değiştirerek yöntemin yararlarını kabul etti. 1749’da yayımladığı A Summary, Historical and Political, of the First Planting, Progressive Improvements, and Present State of the British Settlements in North America (Kuzey Amerika’daki İngiliz Yerleşimlerinin İlk Kuruluşu, Aşamalı Gelişmeleri ve Mevcut Durumunun Tarihsel ve Politik Özeti) adlı eserinde halkı aşılama konusunda teşvik etti. Ancak bilimsel ilerlemeye rağmen, çiçek hastalığını Tanrı'nın gazabı olarak gören tutucu çevreler, variolasyonu kutsal iradeye karşı bir müdahale saymaya devam etti. Bu dini gerekçeli direniş o kadar güçlüydü ki, bazı bölgelerde aşılamaya doğrudan yasak getiren kanunlar çıkarıldı.
Amerikan Basınının Salgınla İmtihanı
1721'de Boston'da James Franklin (1697-1735) tarafından kurulan The New-England Courant (Yeni İngiltere Gazetesi), Amerikan kolonilerinde otoriteyi açıkça eleştiren ilk bağımsız gazete olarak tarihe geçti. Gazete, çiçek hastalığı salgını sırasında yalnızca gelişmeleri aktarmakla yetinmedi; variolasyon tartışmalarında açıkça taraf olarak halk sağlığına dair fikirlerin şekillenmesinde etkili oldu. Mather'ın aşı kampanyalarını alaycı bir üslupla eleştiren yayınlarıyla Courant, Amerikan basın tarihinde bir sağlık krizinin kamuoyuna yansıtıldığı (ve hatta yer yer kışkırtıldığı) ilk önemli örneklerden biri oldu. Courant’ın tutumu, bilimsel yeniliklere karşı toplumsal direnci gözler önüne sererken, basının kamuoyu üzerindeki etkisini gösteren erken ve çarpıcı bir örnek oluşturdu. Ancak bu cesur yayın çizgisi, James Franklin için ağır sonuçlar doğurdu. 1722’de vali karşıtı bir yazı nedeniyle hapse atılması, sadece onun kişisel bir bedel ödemesi değil, aynı zamanda Amerikan basın özgürlüğü tarihinin dönüm noktalarından biri olarak kayıtlara geçti.
James Franklin, matbaacılık faaliyetlerini küçük kardeşi Benjamin Franklin (1706–1790) ile birlikte, eşi Ann Smith Franklin’in (1696–1763) desteğiyle yürütüyordu. Benjamin, henüz 12 yaşındayken James’in yanına çırak olarak girdi; kısa sürede yalnızca dizgi işlerinde değil, yazarlıkta da oldukça ustalaştı.
Benjamin 16 yaşına geldiğinde, “Silence Dogood” (Sessizce İyilik Yapan) takma adıyla yazdığı hicivli mektuplarla Courant gazetesinde büyük dikkat çekti. Bu yazılar, özellikle Mather ve Boylston’ın variolasyon (aşı) çalışmalarını alaya alırken, aynı zamanda halkın aşıya dair korku ve önyargılarını da gözler önüne seriyordu. O dönemde genç Benjamin, 1752 yazında fırtınada uçurtmasına bağladığı anahtarla yıldırımın elektriksel doğasını keşfettiğinde, henüz ne paratonenin mucidi olacağını biliyordu ne de 24 yıl sonra, 1776'da Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayarak yalnızca Amerika’nın Kurucu Babalarından biri değil, aynı zamanda “ilk Amerikalı” olarak anılacağını.
James'in 1735’te vefat etmesinin ardından matbaayı devralan Ann, Amerika’nın ilk kadın gazete editörü ve yayıncısı olarak tarihe geçti.
Fransız devlet adamı Anne Robert Jacques Turgot’nun (1727–1781) Benjamin Franklin için söylediği gibi, o “göklerden şimşeği, tiranlardan asayı çalan” bir dehaydı. Paratoneriyle doğanın öfkesini dizginleyen, Amerikan Bağımsızlığı’yla özgürlük meşalesini yakan Franklin, yaşamını bilime ve insanlığa adamıştı. Ancak hayatının en çarpıcı ironilerinden biri, gençliğinde küçümsediği ve alay ettiği bir bilimsel yöntemin—çiçek hastalığına karşı uygulanan variolasyonun—ilerleyen yıllarda en güçlü savunucularından biri haline gelmesiydi.
1736’da Franklin, dört yaşındaki oğlu Francis Folger’ı çiçek hastalığı nedeniyle kaybetti. Aşılatmayı planlamıştı; ancak çocuğun geçici bir rahatsızlığı nedeniyle bunu ertelemişti. Bu trajik kayıp, onun hayatında silinmez bir iz bıraktı. Otobiyografisinde bu acıyı şu sözlerle dile getirir:
“1736’da dört yaşındaki oğullarından birini, yaygın şekilde bulaşan çiçek hastalığı nedeniyle kaybettim. Ona variolasyon yaptırmadığım için uzun süre büyük bir pişmanlık duydum ve hala duyuyorum... Benim örneğim gösteriyor ki pişmanlık her iki durumda da aynı olabilir ve bu yüzden daha güvenli olan seçenek tercih edilmelidir.”
Zamanla Franklin, variolasyonun yalnızca savunucusu değil, aynı zamanda halk sağlığı adına etkili bir sözcüsü haline geldi. 1774’te Londra’dan oğlu William Franklin’e yazdığı bir mektupta, torunu Temple Franklin’in çiçek aşısı olduğunu öğrenmenin kendisini çok mutlu ettiğini belirterek, bu yöntemi artık yalnızca desteklemediğini, içtenlikle benimsediğini de ortaya koyuyordu.
Tarihin İlk Biyolojik Silahı: Kızılderililere Karşı Kullanılan Çiçek Hastalığı
18. yüzyılın ortalarında Kuzey Amerika, İngilizler ile Fransızlar arasında kıtanın hakimiyeti uğruna verilen amansız bir mücadeleye sahne oldu. Kıtanın kaderi, sömürge imparatorluklarının gölgesinde yeniden çiziliyordu. 1756–1763 yılları arasında süren Yediyıl Savaşı, İngilizlerin zaferiyle sona erdi ve 1763 Paris Antlaşması’yla Fransa, Kanada ile Büyük Göller bölgesini İngilizlere terk etti. Ancak bu zafer, yeni bir çatışmayı tetikledi: Yerli Amerikalı kabilelerin İngiliz egemenliğine karşı başlattığı Pontiac İsyanı (1763–1766). Bu isyan sırasında, İngiliz ordusu tarihin en tartışmalı ve ahlak dışı stratejilerinden birini hayata geçirdi: Çiçek hastalığını biyolojik silah olarak kullanmak.
Pontiac İsyanı ve Fort Pitt Kuşatması
İsyan, Ottawa reisi Obwaandi’eyaag ya da daha çok bilinen adıyla Pontiac’ın (1720–1769) önderliğinde, İngilizlerin Yerli Amerikalılara yönelik adaletsiz ve sömürücü politikalarına karşı gelişen bir direniş hareketiydi. İngilizlerin kürk ticaretine getirdiği kısıtlamalar, kabilelerle yapılan antlaşmaları ihlal etmesi ve sistematik arazi gaspları; Delaware (Lenape), Shawnee, Ottawa, Huron (Wyandot), Seneca ve Miami gibi kabileleri ortak bir direnişte birleştirdi. 1763 yazında bu kabileler, Fort Pitt’i (bugünkü Pittsburgh, Pensilvanya) kuşatarak İngiliz garnizonunu zor durumda bıraktı.
Pontiac yalnızca siyasi bir önder değil, aynı zamanda halkının maruz kaldığı adaletsizliğe karşı bir direniş sembolüydü. Bu adaletsizliğe karşı başlattığı isyan, onun liderlik yeteneğini ve farklı kabileleri birleştirme gücünü tarih sahnesine taşıdı. Günümüzde Pontiac'ın adı, genellikle yerli halkların sömürgeci yıkımı karşısındaki öfkesini ve acısını dile getirdiğine inanılan şu güçlü sözlerle anılır:
“Bir İncil ve kendi dinleriyle geldiler,
topraklarımızı çaldılar,
Ruhumuzu paramparça ettiler ve şimdi de
kurtarıldığımız için
Tanrı’ya şükretmemiz gerektiğini söylüyorlar.”
They came with a Bible and
their religion, stole our land,
crushed our spirit, and now
tell us we should be thankful
to the Lord for being saved.
Lord Jeffery Amherst’in Ölümcül Planı
Kuzey Amerika’daki İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı Lord Jeffery Amherst (1717–1797), Yerli direnişini bastırmak için radikal bir öneride bulundu: Çiçek hastalığını bilinçli biçimde yayarak “Kızılderili meselesini” kökünden halletmek. 16 Temmuz 1763’te Albay Henry Bouquet’ye (1719-1765) yazdığı mektupta, “Bu iğrenç ırkı imha etmek için çiçek hastalığını yaymayı deneyemez miyiz?” diye sorarak hastalığı biyolojik bir silah olarak kullanma fikrini açıkça dile getirdi. Yerli Amerikalıları “aşağılık” sıfatıyla tanımlayan Amherst, çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniyelerin dağıtılmasını özellikle önerdi. lbay Bouquet de bu öneriye olumlu yaklaştığını, "battaniyelerle hastalığı yaymayı deneyeceğini" yazdı.
Fort Pitt’te Biyolojik Savaş
Amherst’in emriyle Fort Pitt’in komutanı Yüzbaşı Simeon Ecuyer, 24 Haziran 1763’te Delaware temsilcileriyle yaptığı görüşmede onlara “hediye” adı altında çiçek hastanesinden alınmış iki battaniye ve bir mendil verdi. Olay, Fort Pitt’te görevli kürk tüccarı William Trent’in (1715–1787) günlüğünde açık biçimde yer aldı: “Bu battaniyelerin onlara hastalığı bulaştırmasını umuyoruz.” Çiçek mikrobu taşıyan eşyaların kasıtlı olarak verildiği bu girişim, Ecuyer’in uygulaması ve Lord Jeffery Amherst’in (1717–1797) yazılı onayıyla birlikte tarihin ilk belgelenmiş biyolojik savaş örneklerinden biri olarak kayıtlara geçti.
Çiçek Hastalığının Yıkıcı Etkisi
Fort Pitt’teki battaniye dağıtımının doğrudan kaç ölüme yol açtığı bilinmiyor, çünkü çiçek hastalığı zaten bölgede dolaşıyordu. Ancak, Avrupa’dan gelen bu hastalık, bağışıklığı olmayan Yerli Amerikalılar üzerinde korkunç bir yıkım yarattı. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, çiçek hastalığı, veba, kızamık ve grip gibi Avrupa kaynaklı salgınlar, Yerli nüfusun %80–95’ini yok etti.
Örneğin:
Kimi tarihçiler, Fort Pitt olayının bölgesel bir salgını tetiklediğini, ancak genel yıkımın daha geniş salgınlarla bağlantılı olduğunu savunuyor. Tahminlere göre, 1763–1764 yıllarında Ohio Vadisi’nde binlerce Yerli Amerikalı çiçek hastalığından öldü, ancak kesin sayı bilinmiyor.
Yeni Dünyada Yaşanan Genel Nüfus Kayıpları
1492 öncesinde Amerika kıtasında 50–100 milyon arasında Yerli nüfus olduğu tahmin ediliyor. 19. yüzyıl başında bu sayı 1 milyonun altına düştü. Çiçek hastalığı, bu dramatik düşüşün başlıca nedenlerinden biriydi.
Örneğin:
Biyolojik Savaşın Mirası
Fort Pitt olayı, modern biyolojik savaşın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir. Amherst’in ırkçı söylemi ve kasıtlı hastalık yayma stratejisi, koloniyal şiddetin ahlaki sınırlarını ortaya koyar. Bu olay, sadece bir askeri taktik değil, aynı zamanda Yerli Amerikalıların “imhasını” hedefleyen bir soykırım politikası olarak değerlendirilir.
Amherst’in adı, bu karanlık miras nedeniyle günümüzde tartışmalı. Amherst College, 2016’da maskotu “Lord Jeff”i kaldırdı; Kanada’daki Amherst kasabası, 2019’da adını değiştirme sürecine başladı. Yerli Amerikalı topluluklar, bu olayın soykırım tarihinin bir parçası olduğunu savunuyor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın Kaderini Değiştiren Gizli Silah: Çiçek Aşısı
Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775–1783) sadece cephedeki çarpışmalarla değil, aynı zamanda çiçek hastalığının yıkıcı gölgesi altında şekillendi. Bu salgın, sivillerin yanı sıra ordunun da en amansız düşmanı haline gelmişti.
O dönemde variolasyon (çiçek aşılaması) biliniyor olsa da, yalnızca bireysel isteğe bağlı olarak uygulanıyordu. Dini gerekçelerle duyulan çekinceler hala etkisini sürdürüyordu. Ayrıca en büyük endişelerden biri, aşılama yoluyla hastalığın kontrolsüz bir şekilde yayılabileceği düşüncesiydi. Böylece ordu, yalnızca düşmanla değil, görünmeyen bir tehdit olan salgınla da mücadele etmek zorunda kaldı. Amerikan kuvvetlerinin Quebec’i ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış, yaşanan ağır kayıpların ardından orduda salgın korkusu artmış ve bireysel aşılama uygulamaları dahi askıya alınmıştı.
Osmanlı'da Çiçek Hastalığı ve Variolasyon: Bilimin Doğudan Batıya ve Sonra da Tekrar Batıdan Doğuya Yolculuğu
Çiçek hastalığı, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yüzyıllar boyunca yıkıcı etkiler yaratmış; saraydan halkın en alt tabakalarına kadar geniş kesimleri etkilemişti. Ancak Batı dünyasının pek çok bölgesinden farklı olarak, Osmanlı coğrafyasında bu hastalığa karşı variolasyon —Osmanlıca adıyla telkih-i cüderî— olarak bilinen, ilkel ama etkili bir bağışıklık yöntemi özellikle Batı Asya toplulukları arasında köklü bir gelenek halinde uygulanmaktaydı. Tecrübeli yaşlı kadınların öncülük ettiği bu uygulamada, küçük gruplara kontrollü bir şekilde hastalık bulaştırılarak bedenin tepki vermesi sağlanırdı. Bugünkü anlayışla bu süreci “bağışıklık kazanımı” olarak tanımlasak da, o dönemlerde bu yöntem daha çok “hastalığa karşı korunma” fikrine dayanıyordu.
Ne var ki yöntemin taşıdığı riskler, geleneksel tıp anlayışına meydan okuyan radikal niteliği ve zaman zaman “batıl” bir ritüel olarak algılanması; toplumda kimi zaman korkuyla, kimi zaman küçümsemeyle karşılanmasına yol açtı. Bu önyargılar, variolasyonun hak ettiği değeri kazanmasının önünde görünmez bir duvar ördü. Osmanlı'nın kendi topraklarında dünyaya yayılan bu öncü tıp mirası, bir yandan halk sağlığı açısından büyük bir başarıya işaret ederken, diğer yandan toplumsal önyargılar ve ihmalin gölgesinde kalmış trajik bir hikaye olarak tarihe geçti.
Variolasyon, Osmanlı’ya yaraşır bir tarihi serüvenle bilimin en dramatik danslarından birine sahne oldu. Osmanlı topraklarına kadar ulaşmış, yüzyılların bilgi ve deneyimiyle yoğrulmuş sade, etkili ve güvenilir bu şifa yolu, merkezi otoritenin dahi fark edemediği bir sessizlik içinde filizlenirken, Lady Mary’nin Mehter marşını andıran kararlı adımlarıyla Batı’ya ulaştı ve İngiltere’ye taşındı.
Ancak Batılı hekimler, Osmanlı topraklarında sade biçimde uygulanan bu Türk usulü variolasyon yöntemini kendi tıbbi yaklaşımlarıyla harmanlayarak, karmaşık ve riskli bir hale getirdiler. Aşılama sürecine, Osmanlı'da da "fasd" denilen, hastayı bayıltıncaya dek kan akıtarak bedeni "saflaştırma" uygulamasının ardından variolasyonu tatbik etmeleri, yöntemi karmaşık ve riskli hale getirdi. Oysa özünde güvenli olan variolasyonun doğası bu şekilde bozuldu; çünkü enfeksiyona karşı dirençli olması gereken beden, hastalıkla karşılaşmadan önce zayıflatılmış oluyordu.
1701 yılında İstanbul’da patlak veren büyük çiçek salgını sırasında, Emanuel Timoni, halk arasında uygulanmakta olan çiçekleme yöntemlerine doğrudan tanıklık etmiş, bu uygulamayı yerinde gözlemleme imkanı bulmuştu. 1712'de Fransız seyyah Aubry de La Motraye (1674–1743) ile İstanbul'da tanışmasıyla her şey değişti. La Motraye'nin özellikle Çerkez topluluklarında gözlemlediği aşılama uygulamalarını Timoni’ye aktarması üzerine, Timoni bu bilgileri raporlaştırmaya karar verdi. Böylece, 1712'nin mayıs ayında "Historia Variolarum, quae per insitionem excitantur" (Aşı yoluyla ortaya çıkarılan çiçek hastalıklarının hikayesi) başlıklı Latince raporunu kaleme aldı. Bu raporun La Motraye aracılığıyla Avrupa'ya ulaşmasıyla birlikte, variolasyonun (çiçekleme) Doğu'dan Batı'ya uzanan bilimsel yolculuğu da resmen başlamış oldu.
Aynı yıl İngiltere'ye dönen Dr. Edward Tarry of Enfield'in gözlemleri de Timoni'nin raporunu destekler nitelikteydi. Tarry, İstanbul'daki Beyoğlu ve Galata bölgelerinde 4.000'den fazla kişinin variolasyon yöntemiyle aşılandığına tanık olduğunu belirtmişti. Bu durum, çiçeklemenin aslında Osmanlı topraklarında halk arasında ne denli köklü ve yaygın bir uygulama olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Osmanlı toplumunda halk arasında yaygın olarak kullanılan variolasyon yöntemi, çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırmada erken bir teknik olarak bilimsel açıdan büyük bir potansiyele sahipti. Ancak bu yöntem, saray çevresi ve dönemin önde gelen hekimleri tarafından benimsenmedi Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’ndan tıp tarihçisi Prof. Dr. Nuran Yıldırım, bu durumu sorguluyor ve nedenlerini anlamaya çalışıyor. Peki, variolasyon sarayda neden kabul görmedi? Bu soruyu tarihsel olaylar ve olasılıklar ışığında inceleyelim.
10 Nisan 1708’de Padişah III. Ahmed çiçek hastalığına yakalandı. O dönemde halk arasında variolasyon—yani hastalığı hafif geçirmeyi sağlamak için kontrollü bir şekilde bulaştırma yöntemi—yaygın biçimde uygulanıyordu. Özellikle başkent İstanbul’da binlerce kişiye variolasyon uygulandığı, Avrupa’ya gönderilen raporlarda yabancı hekimler tarafından da bildirilmişti. Bağışıklık sağlamada etkili olduğu bilinen bu yöntem, buna rağmen sarayda kullanılmadı. Bu durum, variolasyonun saray çevresinde bilinmediği ya da bilinmesine rağmen tercih edilmediği sorusunu akla getiriyor.
Bir dönem padişahın özel hekimliğini de yapmış olan Dr. Emanuel Timoni’nin, variolasyonla ilgili gözlemlerini, Padişah III. Ahmed’in hastalığından ancak dört yıl sonra, 1713 yılında İngiltere’de yayımlamış olması oldukça düşündürücüdür. Timoni bu bilgileri saray çevresiyle hiç paylaşmadıysa, neden paylaşmadı? Paylaştıysa, neden ciddiye alınmadı? Saray hekimleri, halk arasında yaygın biçimde uygulanan bu yöntemi “yeterince bilimsel” bulmadıkları için mi görmezden geldiler? Yoksa bu sessizliğin ardında mesleki rekabet, geleneksel hiyerarşi, saray protokolünün katılığı ya da sosyal önyargılar gibi daha karmaşık dinamikler mi vardı?
Dönemin tanınmış saray hekimleri olan Tobias Cohn (1652–1729) ve Daniel de Fonseca (1672–yak. 1740) gibi Musevi kökenli doktorlar, büyük olasılıkla variolasyon yönteminden haberdardılar. Özellikle Fonseca, Avrupa’daki bilim insanlarıyla yakın ilişkiler kurmuş, çağının entelektüel ortamıyla temasta bir hekimdi. İstanbul’da bu yöntemin yaygın biçimde uygulandığı dönemde, onun bu pratiği gözlemlemiş olması oldukça muhtemeldir. Peki öyleyse, neden bu yöntemi padişaha önermediler?
Bu sorunun ardında birkaç olası açıklama yer alabilir:
Bilimsel İtibar Kaygısı: Saray hekimleri, variolasyonu halk arasında gelişmiş geleneksel bir pratik olarak değerlendirip “bilimsel yeterlilikten yoksun” bulmuş ya da küçümemiş olabilirler.
Mesleki Rekabet: Dönemin saray hekimleri arasında yaşanan mesleki rekabet de variolasyonun göz ardı edilmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Halk hekimliğinden gelen ya da azınlık gruplar tarafından uygulanan bu tür yöntemlerin sarayda kabul görmesi, yerleşik otoritelerin kendi konumlarını zedeleyebileceği endişesini doğurmuş olabilir. Bu nedenle, variolasyonun bilinçli bir şekilde dışlanmış olması güçlü bir ihtimaldir. Hatta Dr. Emanuel Timoni'nin bu bilgileri saraya taşıması, diğer hekimler tarafından kendi prestijlerine bir tehdit olarak algılanmış ve gözlemlerinin görmezden gelinmesine yol açmış bile olabilir.
Saray Protokolü ve Hiyerarşi: Osmanlı sarayı, çok katı kuralları ve köklü gelenekleriyle biliniyordu. Bu durum, "aşağıdan", yani halktan veya daha alt sosyal tabakalardan gelen bir bilginin ya da uygulamanın doğrudan padişaha veya üst düzey saray çevresine ulaşmasını zorlaştırıyordu. Böyle bir bilginin saraya kabul edilmesi, mevcut düzende sorunlara yol açabilirdi. Dahası, çiçekleme gibi bir uygulamanın saray katına ulaşabilmesi için geçmesi gereken bürokratik ve toplumsal süzgeçler, bilginin iletimini yavaşlatmış, hatta tamamen sekteye uğratmış olabilir.
Dini ve Felsefi Kaygılar: O dönemde, bazı dini yorumlara göre deriye dışarıdan madde enjekte etmek, özellikle Tanrısal düzeni “zorlamak” olarak yorumlanabiliyordu. Variolasyon gibi “doğal seyri değiştiren” yöntemler bu nedenle ahlaki veya teolojik gerekçelerle reddedilmiş olabilir.
Ayrıca, İngiltere Krallığı'nın İstanbul’daki büyükelçisinin eşi olan Lady Mary Wortley Montagu’nun, 1718 yılında çocuğunu variolasyon yöntemiyle aşılatmış olması, bu uygulamanın başkentte hem bilindiğini hem de yaygın biçimde uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir olayın saray çevrelerinin tamamen bilgisi dışında gerçekleşmiş olması pek olası görünmemektedir. Buna rağmen hanedanın, variolasyonu kendi bünyesinde uygulamayı tercih etmemesi, sarayın bu yönteme karşı bilinçli bir mesafe koyduğunu düşündürmektedir.
Variolasyonun sarayda benimsenmemesi, yalnızca bir tıbbi tercih meselesi değil, aynı zamanda Osmanlı’da bilgiye yüklenen anlamı, geleneksel tıp anlayışıyla modernleşme arayışları arasındaki gerilimi ve sarayın halktan giderek uzaklaşan konumunu da yansıtır. Halk arasında etkili sonuçlar veren bu uygulama, saray çevrelerinde mevcut sosyal yapı, hekimlerin tutucu tutumu ve dönemin bilimsel yaklaşımları nedeniyle görmezden gelinmiş ya da dışlanmış görünmektedir. Bu durum, sadece o dönemin tıbbi uygulamalarını değil, aynı zamanda Osmanlı toplumunda bilginin nasıl algılandığını, kimler tarafından değerli bulunduğunu ve toplumsal konumun bilginin yayılmasını nasıl etkilediğini de açıkça gösterir.
Belki de kimi zaman çözüm göz önündedir de kimse fark etmez — tıpkı burnun üzerindeki gözlüğü fark edememek gibi. Ya da kolay erişilebilir olanın kıymetinin bilinmemesi gibi. Variolasyon da saraya bu kadar yakınken, belki de aslında tam da bu yüzden o kadar da uzaktı
Variolasyon, 18. yüzyılda Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde yaygın bir bağışıklık yöntemi olarak kabul görürken, Osmanlı sarayının bu gelişmeye duyarsız kalması, son derece ağır sonuçlara yol açtı. Bu ihmalkarlığın en çarpıcı bedeli, I. Abdülhamid döneminde (1774–1789) İstanbul’u sarsan çiçek salgınları sırasında ödenmişti. Salgın saraya kadar ulaştı; sonuç olarak yedi şehzade ve iki hanım sultan hayatını kaybetti.
Oysa ki, saray tabipleri ve başkentteki Müslim ya da gayrimüslim hekimler variolasyonu zamanında önermiş olsalardı, bu ölümlerin bir kısmı belki de önlenebilirdi.
I. Abdülhamid’in çiçek hastalığı nedeniyle kaybettiği evlatlarından bazıları şunlardır:
Şehzade Mehmed (21 Ağustos 1776 – 20 Şubat 1781)
Şehzade Murad Seyfullah (muhtemelen 1773 – 3 Mart 1784)
Şehzade Mehmed Nusret (21 Eylül 1782 – 22 Ekim 1785)
Fatma Hanım Sultan (12 Aralık 1782 – 12 Kasım 1785)
Şehzade Süleyman (17 Mart 1779 – 19 Ocak 1786)
Alemşah Hanım Sultan (11 Ekim 1784 – 28 Şubat 1786)
Bu kayıplar, yalnızca bir hanedan dramı değil; aynı zamanda sarayın variolasyon gibi etkili bir yöntemi zamanında benimseyememesinin somut bir göstergesidir. Akıl ve bilimden uzaklaşmanın sonucu hep yıkım olmuştur.
18. yüzyılda, İngiltere Krallığı'nın İstanbul konsolosluk doktoru cerrah Charles Maitland (1668–1748), dönemin "Türklerin" (kastettiği Müslüman Osmanlı toplumu) variolasyon yöntemine karşı mesafeli duruşunu dikkat çekici ifadelerle dile getirir. Maitland'a göre: "Hiç kimse bize aşılanmış bir Türk’ü örnek gösteremez. Neden mi? Çünkü kader inançları, hayatlarını korumak için tıbbın yardımını ihmal etmelerine neden olur." Timoni de bu kader anlayışını benzer şekilde açıklamıştır: "Türklere gelince, Yüce Varlık tarafından belirlenmiş bir zamanda yaşama ya da ölmenin kader olduğu inancı nedeniyle çocuklarına çiçek hastalığı bulaştırmaya asla ikna olmadılar. 'Aşı yaptırmanın ne faydası var?' düşüncesiyle çocuklarını bu uygulamaya tabi tutmadılar."
Osmanlı'da Aşılama Resmi Olarak Vaksinasyonla Başladı
Çocukları:
hayatını kaybetmiştir. Sultan’ın kendisine dair çiçek hastalığıyla ilgili bir kayıt bulunmaması ve yüzünde bu hastalığa bağlı herhangi bir deformasyona ilişkin anlatıların yer almaması, amcası ıslahatçı Sultan III. Selim’in şehzadeleri aşılattığı yönündeki iddiaları doğrular niteliktedir.
Başkentte bu gelişmeler yaşanırken, imparatorluğun öteki ucunda bir Osmanlı subayı olan Mehmed Ali (1769–1849), 1805 yılında Mısır valiliğine atanmasının ardından eyalette kapsamlı bir modernleşme programı başlattı. Bu reformların önemli ayaklarından biri tıp alanıydı. Fransız hekim Antoine Barthélemy Clot’u (1793-1868) görevlendirerek, 11 Mart 1827’de Avrupa tarzında eğitim veren Qasr al-‘Aini Askerî Tıp Okulu’nu kurdu.
Mısır’da çiçek hastalığına karşı variolasyon uygulamaları 18. yüzyılın ortalarından beri bilinmekle birlikte, 1819 yılına gelindiğinde aşılama faaliyetlerinin yetersizliği fark edilince Mehmed Ali bu çalışmalara ağırlık verdi. Müslüman halk arasında aşıya karşı var olan tereddütleri kırmak amacıyla çeşitli uygulamalara öncülük etti. 1840 yılında ailesiyle birlikte çiçek aşısı yaptırarak halka örnek olması, bu çabaların sembolik bir parçasıydı. Belki de taht mücadelelerinden uzak bir bölgede bulunması, çiçekle mücadelede başkente kıyasla daha etkili adımların atılmasını mümkün kıldı.
Fransız hekim Alexandre Balthasar Auban (1786–1834), 26 Ekim 1802 tarihli Jean De Carro’ya yazdığı bir mektubunda, bir saray görevlisinin çocuğuna hekimbaşı tarafından çiçek aşısı yapıldığını bildirir. Dönemin kayıtları incelendiğinde, bu ilk vaksinasyonun büyük olasılıkla Mustafa Behçet Efendi tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.
En önemli katkılarından biri ise, 1827’de kurulan Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’ye verdiği destektir. Bu sayede, geleneksel usta-çırak sistemine dayalı tıp eğitimi yerini, bilimsel temellere oturan modern bir anlayışa bırakmıştır. Modern bir tıp fakültesinin kurulmasıyla birlikte Behçet Efendi’nin çabaları, hem aşılama faaliyetlerinin yaygınlaşmasına hem de halk sağlığının kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamıştır.
Aynı yıl, dönemin veba salgınına karşı karantina uygulamalarının yanı sıra, halk sağlığını korumaya yönelik kurumsal önlemler de önermiş; bu kapsamda, kendi aşı çalışmalarını sürdürebileceği bir Telkihhane (aşı üretim ve uygulama merkezi) kurulmasını Sultan II. Mahmud’a teklif etmiştir. Her ne kadar bu öneri, içinde bulunulan siyasi çalkantılar nedeniyle hayata geçirilememiş olsa da, Sağlık Bakanlığı’nın resmî tarihine göre bu girişim, Osmanlı’da modern aşılamanın kurumsallaşmasında atılan ilk adım olarak kabul edilmektedir.
1820’de, Anton von Störck’ün eserini İtalyanca çevirisinden yararlanarak Edward Jenner’in çiçek aşısı yöntemiyle eseri güncelleyip Miyârü’l Etıbba adıyla Osmanlıcaya kazandırmıştır. Bu eser, Osmanlı’da basılan ilk tıp kitabı olarak modern tıbbın yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır.
Şanizade, II. Mahmud döneminde, 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (Vaka-i Hayriye) sonrası yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle suçlanarak Tire’ye sürgüne gönderilmiştir. Aynı yıl, sürgünde bulunduğu Tire’de 55 yaşında vefat etmiştir. Ölümünün kesin nedeni kaynaklarda net olarak belirtilmemekle birlikte, sürgün koşullarının yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle — muhtemelen kolera gibi bir hastalıktan — hayatını kaybettiği düşünülmektedir.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, çiçek aşısı üretimini ithal hammaddeye bağımlı olarak sürdürürken; 1880 yılında İstanbul’da yaşayan İtalyan hekim Dr. Giovanni Battista Violi (1849–1928), Beyoğlu Aynalı Pasaj’da “Etablissement Vacciogène / Institut Vacciogène” adıyla özel bir aşı evi kurarak buzağıdan elde ettiği inek çiçeği virüsüyle aşı üretimine başladı. Dr. Violi’nin hazırladığı yerli aşılar şüphesiz büyük önem taşıyordu; ancak bu üretim, aşı ithalatını tamamen durduracak ölçüde yeterli değildi.
Osmanlı tahtının 34. padişahı ve 113. İslam halifesi olan Sultan II. Abdülhamid (1842–1918) döneminde, aşılama çalışmaları en kapsamlı seviyeye ulaştı. Bu çabaların zirve noktalarından biri, 30 Mayıs 1885 tarihinde yayımlanan Telkīh-i Cüderī Nizamnâmesi (Çiçek Aşısı Yönetmeliği) oldu. Bu önemli yasal düzenlemeyle birlikte, halk sağlığını korumaya yönelik köklü adımlar atıldı:
Bu yasal düzenleme, Osmanlı'da koruyucu hekimliğin kurumsallaşmasında önemli bir eşik teşkil etti.
Aşı Kampanyalarının Basına Yansımaları
Dönemin gazeteleri de aşılama programlarını kamuoyuna duyurdu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve Makedonya’daki Selanik gibi gazeteler, bu çalışmaları geniş kitlelere ulaştırdı.
Dönemin gazeteleri, özellikle hem Yunanistan topraklarındaki hem de Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum gazeteleri, aşılama programlarını yakından takip ederek kamuoyuna duyuruyordu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve o dönem Osmanlı toprağı olan Makedonya’daki Selanik gazeteleri, bu haberleri geniş kitlelere ulaştıran önemli örneklerdi. Ayrıca, dönemin hekimleri aşılama için gerekli özel aletleri geliştirmişlerdi.
Lady Mary Wortley Montagu sayesinde 8 yaşındayken variolasyonla aşılanan ve çiçek hastalığına karşı korunma kazanan, John Hunter'n öğrencisi Jenner, sütçü kadınların inek çiçeği (cowpox) geçirdikten sonra çiçek hastalığına (smallpox) yakalanmadığını gözlemledi. Bu gözlemden yola çıkarak, inek çiçeğinin çiçek hastalığına karşı koruyucu bir etkisi olabileceğini düşündü ve belli bir korunma mekanizması olarak kişiden kişiye aktarılabileceği neticesine varmıştı. İneklerin memelerinde meydana gelen çiçek kabarcıklarından aldığı iltihabı sağlam ineklere tatbik etmiştir. İnek aşısı (cowpox) olarak bilinen bu aşı tarzı Jenner tarafından ortaya konulmuştur.
Çiçek hastalığı, yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan, korku salan bir felaketti. Ancak, 18. yüzyılın başlarında Lady Mary Wortley Montagu’nun Osmanlı’dan Avrupa’ya taşıdığı variolasyon yöntemiyle başlayan mücadele, Edward Jenner’ın inek çiçeği (cowpox) virüsünü kullandığı modern aşıyla bilimsel bir devrime dönüştü.
Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) öncülüğünde yürütülen küresel aşılama kampanyaları, bu ölümcül hastalığı aşama aşama geriletti. Ve dikkat çekici bir tarihsel çakışmayla, 8 Mayıs 1721'de Boston'da Cotton Mather'in kasabasına çiçek hastalığının ayak basmasından yaklaşık 260 yıl sonra, 8 Mayıs 1980'de DSÖ, bu hastalığın dünyadan tamamen silindiğini ilan etti ve böylece çiçek hastalığı ortadan kaldırılan ilk ve tek bulaşıcı hastalık oldu. İnsanlık tarihinin en yıkıcı salgınlarından biri böylece tarihe gömüldü.
Bu başarı yalnızca bilimsel değil; aynı zamanda etik, kültürel ve insani bir dönüm noktasıydı. 1806 yılında ABD Başkanı Thomas Jefferson, Jenner’a şu sözlerle seslenmişti:
“İnsanlık tarihindeki en büyük sıkıntılardan birini takvimden sildiniz… Gelecek nesiller, çiçek hastalığının bir zamanlar var olduğunu yalnızca tarihten öğrenecek.”
Jenner da bu umudu paylaşarak şöyle demişti:
“Umarım bir gün, inek çiçeği virüsünün insanlara uygulanması tüm dünyaya yayılır. O gün geldiğinde artık çiçek hastalığı kalmayacaktır.”
Yazan: Kamil Hamidullah / TEMMUZ 2025
Önceki güncelleme:
Son güncelleme:
#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #immünology #LTx #ÇiçekHastalığı #SmallPox