PAHSSc, Nadir Hastalıklar Gününü Destekliyor

AKCİĞER NAKLİNİN TARİHÇESİ -2.25.3- İMMÜNOLOJİNİN (BAĞIŞIKLIK BİLİMİNİN) DOĞUŞU - ÇİÇEK HASTALIĞI - 2025.05.21

Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.3- İmmünolojinin (Bağışıklık Biliminin) Doğuşu - Çiçek Hastalığı

 

Çiçek Hastalığı, İnsanlık Tarihinin En Eski ve En Ölümcül Salgınlarından Biri 

 

İmmünoloji, yani bağışıklık bilimi, insanlığın bulaşıcı hastalıklarla mücadelesinin en eski ve çarpıcı örneklerinden biri olan çiçek hastalığıyla başlayan uzun bir yolculuğun ürünüdür.

 

Çiçek hastalığı (Smallpox/Variola), yüksek ateş, halsizlik ve kaşıntılı, kabarcıklı döküntülerle kendini gösteren son derece bulaşıcı ve ölümcül olabilen bir viral enfeksiyondur. "Variola" terimi, Latince varius (benekli, lekeli) kelimesinden türetilmiştir ve hastalığın ciltte oluşturduğu belirgin benekli döküntüleri tanımlar.

Hastalığa neden olan Variola virüsü, Poxviridae ailesine aittir; bu ailede ayrıca maymun çiçeği (Monkeypox) ve inek çiçeği (Cowpox) gibi akraba virüsler de bulunur. Ancak Variola virüsünün iki ana türü, bu kuzenlerinden çok daha ölümcül potansiyele sahiptir:

 

  • Variola major, tedavi edilmediğinde %30’a varan ölüm oranına yol açabilir.

  • Variola minor ise daha hafif seyirli olup, ölüm oranı %1-2 civarındadır.

 

Her iki form da özellikle çocuklar ve bağışıklık sistemi zayıf bireyler için ciddi bir tehdit oluşturur.

 

Hastalık genellikle grip benzeri belirtilerle başlar: yüksek ateş, baş ve sırt ağrısı, halsizlik gibi şikayetler görülür. Ardından vücutta kırmızı lekeler şeklinde döküntüler belirir. Bu lekeler kısa sürede önce içi sıvı dolu kabarcıklara, daha sonra irinle dolu, ağrılı püstüllere dönüşür. En bulaşıcı dönem de bu irinli kabarcıkların görüldüğü evredir; çünkü bu kabarcıklar yoğun miktarda virüs içerir. Hastalık doğrudan temasla ya da dökülen kabukların bulaştığı nesneler aracılığıyla kolayca yayılabilir.

 

Ağır vakalarda püstüller birbirine çok yakın çıkar ve birleşerek tüm vücudu kaplar. Bu tabloya “birleşik çiçek” (confluent smallpox) denir. Genellikle ölümle sonuçlanır ya da kalıcı izler ve ciddi sağlık sorunları bırakır.

 

Çiçek hastalığı sadece ciltle sınırlı kalmaz; bazı durumlarda virüs kana karışarak akciğer, karaciğer ve böbrek gibi hayati organlara yayılır. Bu durum iltihaplanmalara, damar içi kanamalara ve çoklu organ yetmezliğine yol açabilir. Hatta bazı ölümcül olgularda, döküntüler henüz ortaya çıkmadan önce toksik şok (vücudun enfeksiyona karşı verdiği aşırı ve kontrolsüz bağışıklık yanıtı sonucu gelişen, ani tansiyon düşüklüğü, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanabilen ciddi tablo) nedeniyle ani ölüm görülebilir.

 

Solunum yoluyla, doğrudan temasla ya da kontamine eşyalar aracılığıyla kolayca bulaşan bu virüs, tarihte sayısız salgına yol açmıştır. Modern tıbbın gelişmesine rağmen, 20. yüzyılda bile her yıl dünya genelinde yaklaşık 2 milyon insan bu hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiştir.

 

 

Genetik analizler, variola virüsünün yaklaşık 10.000 yıl önce, Neolitik dönemde (M.Ö. 10.000 - 6000), Afrika veya Orta Doğu’da insan popülasyonlarında ortaya çıktığını öne sürer. Bu dönemde insanların yerleşik hayata geçmesi, tarım yapması ve hayvanlarla yakın temas kurması, virüslerin hayvanlardan insanlara geçişini (zoonoz) kolaylaştırmış olabilir. Özellikle variola virüsünün atasının, kemirgenlerde bulunan bir poxvirüs türünden evrimleştiği düşünülmektedir.

 

Çiçek hastalığının insanlık tarihindeki ilk izleri M.Ö. 10.000’lere kadar götürülebilse de, en eski somut kanıtlar M.Ö. 1157 civarına aittir; Mısır’daki III. Ramses’in mumyasında çiçek hastalığına işaret eden deri lezyonları bulunmuştur, ancak bu teşhis paleopatolojik (eski hastalıkların iskelet ve doku kalıntıları üzerinden incelenmesi) olarak kesin değildir. Ayrıca, M.Ö. 3. yüzyıla ait Hint yazıtları ve Çin kaynakları, çiçek hastalığına benzer bir hastalıktan bahseder. Hastalık, ticaret yolları ve göçlerle Asya, Afrika ve Avrupa’ya yayılarak küresel bir tehdit haline geldi.

 

Çiçek hastalığı, tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Özellikle 18. yüzyılda Avrupa’da her yıl yüz binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açacak kadar ölümcül bir tehdit oluşturuyordu.

 

Aşılamanın Kökleri: Variolasyon (Çiçekleme) Uygulamasının Tarihsel Yolculuğu

 

Çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski ve ölümcül salgınlara karşı bağışıklık oluşturmayı amaçlayan yöntemlerden biri olan variolasyon, tıp tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. M.S. 1000’li yıllarda Çin’de ortaya çıkan bu uygulama, hastalığın yıkıcı etkilerine karşı mücadelede atılan ilk adımlardan biriydi.

 

Antik Yunan hekimleri tarafından bilinmeyen çiçek hastalığına dair ilk sistematik bilgiler, Orta Çağ hekimlerinden gelmiştir. O dönemde modern anlamda bağışıklık sistemi henüz keşfedilmemiş olsa da, uygulayıcılar hafif bir enfeksiyonun kişiyi ağır hastalıktan koruduğunu gözlemleyerek variolasyonu geliştirmişlerdi.

 

Bu gözlemlerin teorik temelini güçlendiren kilit isimlerden biri de Pers hekimi Ebubekir Razi (Rhazes, M.S. 864–925) idi. Razi, yaklaşık 900'lü yıllarda kaleme aldığı "Kitab al-Jadari wa al-Hasba" (Çiçek Hastalığı ve Kızamık Kitabı) adlı eserinde, çiçek ve kızamığı ayrı hastalıklar olarak ilk kez sistematik biçimde tanımladı. Bu eser, söz konusu hastalıklar üzerine bilinen ilk yazılı metin olmasının yanı sıra, Razi'nin çiçek hastalığını geçirenlerin bir daha bu hastalığa yakalanmadığı yönündeki tespitiyle bağışıklık biliminin erken dönem gelişimine değerli bir katkı sağladı.

 

Hastalıkların görünmez etkenler tarafından yayıldığı fikrine dair en erken yazılı öngörülerden biri, Romalı bilgin Marcus Terentius Varro'dan (M.Ö. 116-27) geliyordu. Varro, "De Re Rustica" (Tarım Üzerine) adlı eserinde, bataklık bölgelerde bulunan "gözle görülmeyen küçük yaratıkların" hastalıklara yol açabileceğini belirtmişti. Bu fikir, mikroskop olmadan doğrulanamasa da, mikrop teorisinin kayda değer ilk yazılı işaretlerinden biri olarak kabul edilir.

 

Bu düşünceyi bir adım ileri taşıyan İbn-i Sina (M.S. 980-1038) ise, başyapıtı "El-Kanun fi't-Tıb" (Tıp Kanunu) adlı eserinde çiçek hastalığının gözle görülmeyen "kurtçuklardan" kaynaklandığını öne sürdü. Bu çarpıcı ifade, mikrop teorisine dair dikkat çekici bir göndermeydi. İbn-i Sina ayrıca, hastalıktan korunmada temizliğin ve hijyenin hayati önem taşıdığını özellikle vurgulayarak, bu alandaki ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.

 
Türk sözlü ve yazılı kültüründe çiçek hastalığı, 11. yüzyıl bilgini Kaşgarlı Mahmud’un (1008-1102) "Divanü Lûgati't-Türk" (Türk Dili Sözlüğü) adlı eserinde “çeçek” olarak adlandırılmıştır. Ancak bu terim, yalnızca çiçek hastalığını değil, benzer döküntülerle seyreden diğer hastalıkları da kapsayan daha geniş bir anlama sahipti.

 

Variolasyon Süreci: 

 

Variolasyon, modern aşılarla kıyaslandığında oldukça tehlikeli bir yöntemdi. Amaç, hastalığı hafif bir şekilde geçirerek bağışıklık kazandırmaktı; ancak bu kontrollü enfeksiyon, bazen hastalığın beklenenden ağır seyretmesine, hatta ölümle sonuçlanmasına neden olabiliyordu. Ayrıca, variolasyon yapılan kişiler virüsü çevredekilere bulaştırarak salgın riskini artırabiliyordu. Bu nedenle işlemin yalnızca deneyimli kişilerce ve büyük bir dikkatle yapılması hayati önem taşıyordu.

 

Uygulamada karşılaşılan en önemli sorunlardan biri, dönemin yetersiz teşhis imkanları nedeniyle çiçek hastalığı (variola) ile su çiçeğinin (varisella) sıkça karıştırılmasıydı. Her iki hastalık da deri döküntüleriyle seyrettiği için, çoğu zaman aralarındaki farkı anlamak kolay değildi. Örneğin, yanlışlıkla su çiçeği geçirmiş bir kişiden alınan materyalle yapılan variolasyon, çiçek hastalığına karşı koruma sağlamazdı çünkü heriki hastalık tamamen farklı virüslerden kaynaklanıyordu. Daha da tehlikelisi, hafif seyreden bir su çiçeği vakasının çiçek hastalığı sanılarak variolasyon uygulanmasıydı. Bu durumda kişi bağışıklık gerektirmeyen bir enfeksiyon geçirirken, vücuduna gereksiz yere ölümcül variola virüsü bulaştırılmış olurdu.

 

Bir diğer hayati risk unsuru ise kullanılan materyalin miktarı ve niteliğindeki belirsizlikti. Modern dozaj sistemleri olmadığından, uygulayıcılar tamamen kendi deneyimlerine ve gözlemlerine güvenmek zorundaydı. Eğer virüs içeren materyal fazla kullanılırsa, kişinin hafif bir enfeksiyon geçirmesi beklenirken, ağır ve ölümcül seyreden çiçek hastalığına yakalanma riski doğuyordu. Aksine, yetersiz materyal kullanımı ise bağışıklık yanıtını tetikleyemediğinden koruma sağlamıyordu. Bu nedenle, variolasyonun etkinliği büyük ölçüde uygulayıcının bilgi ve titizliğine bağlıydı. Kullanılacak materyalin miktarı konusunda kesin bir dozaj standardı bulunmadığından, genellikle birkaç kabuktan elde edilen materyal kullanılıyordu. Günümüzde böyle bir yöntemin uygulanması gerekseydi, reçetede çok daha kesin ve ölçülebilir bir dozaj yer alırdı. Örneğin, yaklaşık bir çay kaşığı (1-2 gram) kadar materyal önerilebilirdi. Ya da modern farmasötik standartlara uygun şekilde, "0,01 mL Variola virüsü süspansiyonu (10^5 TCID50/mL), steril koşullarda deri çizme yöntemiyle uygulanır" gibi bilimsel bir talimat belirtilirdi.

 

  • Materyal Hazırlığı: Hafif çiçek hastalığı geçirmiş veya iyileşmekte olan bir hastanın kabuklanmış yaralarından küçük bir miktar materyal (genellikle birkaç kabuk veya irin) toplanırdı. Bu kabuklar, variola virüsünü canlı halde içerirdi ve çevresel faktörler nedeniyle genellikle zayıflamış bir formda bulunurdu. Kabuklar, önce gölgede veya düşük sıcaklıkta havayla kurutulur, ardından havanda ezilerek ince bir toz haline getirilirdi. Taze kabuklar yerine birkaç hafta kurutulmuş kabuklar tercih edilirdi, çünkü bu işlem virüsün virülansını (bir mikroorganizmanın hastalık yapma gücü) azaltarak ağır enfeksiyon riskini düşürürdü. Bazı kültürlerde, materyalin kalitesini artırmak ve virülansı daha da azaltmak için özel saklama yöntemleri veya nadiren fermente etme teknikleri kullanılırdı.

 

  • Toz Haline Getirme: Kurutulmuş kabuklar, havanda dikkatlice ezilerek ince bir toz haline getirilirdi. Bu işlem, uygulamaya elverişli ve daha az virülan bir aşı materyali elde etmek amacıyla yapılırdı. Bazı kültürlerde, elde edilen tozun saklanması için nemden uzak özel kaplar kullanılır, hatta nadiren fermente edilerek etkinliği ve güvenliği artırılmaya çalışılırdı.

 

  • Uygulama: Materyalden elde edilen toz;

 

1. Buruna üfleme (nazal insüflasyon) yöntemi: Tarihte çiçek hastalığına karşı geliştirilen en eski aşılama yöntemlerinden biri, 10. yüzyılda Çin'in Song Hanedanı (960–1279) dönemine uzanır. Dönemin el yazmalarında ayrıntılı biçimde tarif edilen “buruna üfleme” (nazal insüflasyon) tekniğinde, hastalığı hafif atlatmış kişilerin kurutulmuş çiçek kabukları toz haline getirilir, miskle karıştırılır ve sağlıklı bireylerin burun deliklerine üflenirdi. Amaç, solunum yoluyla vücuda alınan bu materyalin hafif bir enfeksiyon oluşturarak bağışıklık kazandırmasıydı. Bu yöntemin tercih edilmesinde, M.Ö. 551–M.Ö. 479 yılları arasında yaşamış olan Çinli filozof Konfüçyüs’ün öğretilerinden beslenen Konfüçyüsçü düşüncenin etkisi büyüktü; zira bu öğreti, bedenin bütünlüğüne cerrahi müdahalelerle zarar verilmesini uygun görmüyor, dolayısıyla nazal yolla uygulanan bu teknik kültürel olarak daha kabul edilebilir bulunuyordu.

 

Bu yöntemde donörler, hastalığı hafif geçiren kişiler arasından titizlikle seçilirdi. Taze kabuklar ağır enfeksiyon riski taşıdığı için, üç-dört kurutulmuş kabuk öğütülerek misk ile karıştırılırdı. Misk, erkek geyiklerin koku bezlerinden elde edilen, güçlü kokulu bir madde olup, tozun kokusunu maskelemek ve uygulamayı kolaylaştırmak amacıyla kullanılırdı. Hazırlanan karışım pamuğa sarılıp gümüş bir boruya yerleştirilir ve ritüelleşmiş bir uygulama olarak erkeklerde sağ, kızlarda sol burun deliğine üflenirdi. in'de variolasyon, salyangoz şekline benzeyen, sert, kalın ve morumsu renkte olan "iyi kabuklar" sayesinde güvenilir bir yöntem haline gelmişti. İnce ve nemli kabuklardan ise özellikle kaçınılırdı.


Variolasyonun ne zaman yerleşik bir tıbbi uygulama haline geldiğini belirlemek zor olsa da, Çin'de 1700'lerde Avrupa'ya yayılmadan en az iki yüzyıl önce uygulandığı açıktır. Sung Hanedanı’ndan İmparator Jen Tsung (1010-1063) dönemine atfedilen bir mitolojik anlatı, variolasyonun kökenlerini renklendirir. Tibet’teki Omei Dağı’nda yaşayan bir rahibenin, çiçek hastası kabuklarını kurutup toz haline getirerek çocuklara buruna üfleme yöntemiyle bağışıklık kazandırdığı rivayet edilir. Altı gün süren hafif ateş ve birkaç yara sonrası çocukların hastalığa karşı korunduğu söylenirdi. Bu hikaye, rahibenin "Çiçek Tanrıçası" olarak tapınaklarda anılmasıyla efsaneleşse de, tarihsel kanıtlarla desteklenmez.

 

Çiçek aşısının Çin'de özel bir aile uygulamasından kamu sağlığı politikasına dönüşmesi ancak Qing Hanedanı döneminde gerçekleşti. 1662'de İmparator Shunzhi'nin çiçek hastalığından vefat etmesiyle bir veraset krizi yaşandı. Normalde taht merhum imparatorun en büyük oğluna geçecekken, kendisi tek gözü kördü ve o zamana kadar çiçek hastalığı geçirmemiş ve sağ kalmamıştı; bu hastalık özellikle Mançu etnik kökenli çocukların hayatına mal oluyordu. Bu nedenle, hanedan istikrarı adına taht, ikinci en büyük oğul olan Kangxi'ye geçti. Kangxi, toz haline getirilmiş çiçek kabuklarını çorbaya karıştırarak çiçek hastalığından kurtulmuş ve böylece bağışıklık kazanmıştı. 

 

 

 

Bu kraliyet çıkmazı, ikinci oğul olan İmparator Kangxi'nin (1654-1722), Çin’in Qing Hanedanı’nın dördüncü imparatoru olarak, tebaası arasında variolasyon uygulamasını yaygınlaştırma kararında kilit rol oynadı. Çocukken çiçek hastalığından sağ kurtulmasını "ilahi bir işaret" sayan Kangxi, 17. yüzyılın sonlarına doğru, variolasyonu devlet politikası haline getirerek devlet tarafından resmen kabulünü sağladı. 1678'de imparator ailesini aşılatmaya başladı ve bu uygulama, 1681'de Çin ordusu ve ailelerine de yayıldı. Tarihçiler, Çin Seddi'ni savunan askerleri ve akrabalarını aşılamaya yönelik bu kampanyanın 4.200.000 kişiyi etkilediğini tahmin ediyor. 1682'de variolasyon kampanyası, imparatorluğun Moğol ve Mançu kabilelerine de ilerleyerek yüz binlerce kişiye daha bağışıklık sağladı. Böylece, başlatılan kampanya yalnızca saray çevresiyle sınırlı kalmayıp, orduyu ve sivil halkı da kapsayan; imparatorluk düzeyinde genişleyen büyük bir halk sağlığı seferberliğine dönüştü.

 

Kangxi'nin 1717 yılında yayımlanan resmi fermanı, bu başarıyı vurgular. Fermanda şu ifadelere yer verir: "Size, oğullarıma, kızlarıma ve torunlarıma bu aşıyı uygulattım. Hepiniz hastalığı zararsız atlattınız. Moğolistan'daki Kırk Dokuz Sancağın savaşçıları ve Kalka kabilesinin şefleri de bu yöntemi benimsedi. Hepsi sağlığına kavuştu... Bu cesaretim milyonlarca hayatı kurtardı. Hayatımın en büyük gururu budur!"

 

Bu başarının temelinde yalnızca devlet desteği değil, aynı zamanda uygulamadaki titizlikten kaynaklanıyordu. Aşı materyali, yalnızca hafif hastalardan alınan, sert ve kuru kabuklardan elde edilir; uygulama sonrası bireyler döküntüleri geçene kadar izole edilerek bulaş riski azaltılırdı. Kangxi döneminde yayımlanan resmi kılavuzlar, kabuk seçimi, insüflasyon tekniği ve izolasyon kurallarını ayrıntılı biçimde belirleyerek yöntemin güvenilirliğini pekiştirdi.

 

Bu sistematik ve kurumsallaşmış uygulama, tarihte belgelenmiş ilk halka açık, devlet destekli ve organize çiçek aşılaması (variolasyon) kampanyası olarak tıp tarihine geçti. Çin’de başlatılan bu kapsamlı halk sağlığı girişimi, yalnızca yerel düzeyde kalmayıp zamanla sınırlarını aşarak variolasyonun dünya genelinde tanınmasına ve benimsenmesine öncülük etti.

 

1660 yılında Londra’da kurulan Royal Society (İngiliz Kraliyet Topluluğu), modern bilimin şekillenmesinde öncü rol oynayan, dünyanın en köklü ve prestijli bilim kurumlarından biridir. Bilgi üretimini, titiz gözlem, deney ve akılcı tartışmalarla destekleyerek özellikle doğa bilimleri alanında Batı’daki bilimsel otoritenin merkezlerinden biri haline gelmiştir. Topluluğun bilimsel yayın organı Philosophical Transactions of the Royal Society (Felsefi Bildiriler), 6 Mart 1665’te yayımlanan ilk sayısıyla bilimsel makale geleneğini başlatmış ve bilimsel iletişimin gelişiminde önemli bir dönüm noktası olmuştur.

 

18. yüzyılın başlarında, Çin’de uygulanan variolasyon yöntemi Batı’da ilgi uyandırmaya başladı. East India Company’de (Doğu Hindistan Şirketi) görev yapan adı bilinmeyen bir İngiliz tüccar, 5 Ocak 1700’de hekim ve Royal Society üyesi Dr. Martin Lister’a (1639-1712) yazdığı mektupta, Çin’de buruna üfleme yoluyla yapılan çiçek aşısı (nazal insüflasyon) yöntemini detaylı biçimde aktardı. Aynı yılın 14 Şubat’ında Dr. Clopton Havers (1657-1702), bu bilgiyi Royal Society’ye sundu. Ancak dönemin bilim çevreleri, büyük ihtimalle kültürel önyargılar nedeniyle, yönteme yeterince ilgi göstermedi. 

 

Buruna üfleme yöntemi, her ne kadar ilkel görünse de, çiçek hastalığına karşı insanlığın erken mücadelelerinden biridir. Ritüel ile gözleme dayalı bu yöntem, hem Çin’de halk sağlığı politikasının temeli olmuş, hem de variolasyonun küresel yolculuğunda ilk adımlardan birini oluşturmuştur.

 

2Deriye uygulama yöntemi: Bu yöntemde, keskin bir aletle kol veya bacak üzerinde küçük bir çizik açılırdı. Hafif çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınan kabuklardan hazırlanan toz, bu çiziğe nazikçe sürülür ve deriye nüfuz etmesi için hafif bir masaj veya bandajla desteklenirdi. Bu işlem, virüsün deri yoluyla vücuda girerek kontrollü bir enfeksiyon başlatmasını sağlardı.

 

İnokülasyon (inoculation) terimi, Latince inoculare fiilinden türemiştir (in: içine, oculus: göz, tomurcuk). Başlangıçta tarımda bir bitkiyi başka bir bitkiye "aşılamak" (örneğin, bir dalı başka bir ağaca eklemek) anlamında kullanılan bu terim, 18. yüzyılda tıbbi bağlamda çiçek hastalığına karşı bağışıklık oluşturmak için virüs materyalinin kontrollü bir şekilde vücuda verilmesi işlemini tanımlamak üzere benimsendi.

 

Osmanlı hekimi İtalyan Emmanuel Timoni (1669-1718), çiçek aşısı (variolasyon) yöntemini Batı dünyasına tanıtmada kilit bir rol oynadı. 1713 yılında, Londra’daki İngiliz Kraliyet Topluluğu’nun prestijli yayını Philosophical Transactions dergisinde yayımladığı "An Account, or History, of the Procuring the Small Pox by Incision, or Inoculation (Çiçek Hastalığının Kesik veya Aşılama Yoluyla Edinilmesine Dair Bir Rapor veya Tarih)" başlıklı mektubuyla dikkatleri üzerine çekti. Bu mektupta, Osmanlı topraklarındaki belirli yerel topluluklar arasında yaygın olarak uygulanan deri çizme yoluyla variolasyon yöntemini tüm detaylarıyla tarif etti. Timoni’nin bu öncü çalışması, "inoculation" teriminin tıbbi alanda standartlaşmasına ve variolasyonun Avrupa’da bilimsel olarak tanınmasına zemin hazırladı. Ne var ki, bu yöntemin geniş kitlelerce kabul görüp yaygınlaşması, 1720’li yıllarda Lady Mary Wortley Montagu’nun şahsi gayretleri ve etkili katkılarıyla mümkün olacaktı.

 

Çiçek hastalığıyla ilgili en eski güvenilir yazılı kaynaklardan biri, Çinli doktor Wan Quan (1499-1582) tarafından 1549 yılında yazılan Douzhen xinfa adlı eserdir. Türkçeye “Çiçek Hastalığı Üzerine Esaslar” olarak çevrilebilecek bu eser, immünolojinin tarihsel gelişiminde önemli bir mihenk taşı olmuştur.

 

12. yüzyılda, Avrupa’nın önde gelen tıp merkezi Salerno Tıp Okulu’nda “variola” terimi, çiçek hastalığını tanımlamak için standartlaştı. Bu dönemde, İslam dünyasının büyük tıp bilginleri El-Razi ve İbn-i Sina'nın eserlerinin Latince’ye çevrilerek Batı tıbbında “variola” teriminin yaygınlaşmasını sağladı. Bu çeviriler, doğu ve batı tıp gelenekleri arasında köprü kurarak çiçek hastalığına dair bilgiyi zenginleştirdi.

 

Osmanlı tarihçisi Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895), Tarih-i Cevdet (Cevdet'in Tarihi) adlı Osmanlı tarihini anlatan on iki ciltlik eserinde, variolasyonun izini Çinlilerden de önce Uygur Türkleri dönemine (M.S. 744-840) kadar sürmektedir.  Bu döneme ait bazı tıp kitaplarında kızamık ve çiçek hastalığına ilişkin bilgiler yer almaktadır. Uygulamanın, Anadolu’ya gelen Türkler tarafından da çiçek salgınları sırasında kullanıldığı bilinmektedir. Cevdet Paşa’nın kayıtlarında, çiçek aşısının Anadolu Yörükleri arasında yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir.

 

Kaynaklara göre, Türklerin tarih boyunca çeşitli çiçek aşısı yöntemleri geliştirdiği bilinmektedir. Bunlardan en yaygın olanı, çiçek hastalığına yakalanmış bir kişiden alınan irinin ceviz kabuğunda saklanması ve genellikle mayıs ayında gülsuyu ile sulandırılarak, çocuğun kolunda açılan küçük bir kesik üzerine damlatılmasıdır. Bu yöntemle mikrop çocuğa geçer, vücutta 10-15 kadar hafif çiçek çıbanı (püstül) oluşur ve hastalık genellikle hafif atlatılırdı.

 

Eski Çin ve Hindistan’da da variolasyona benzer yöntemler uygulanmaktaydı. Çin’de çiçek hastalığına yakalanan kişilerden alınan kabuklar sağlıklı bireylerin burunlarına yerleştirilerek bağışıklık kazanmaları amaçlanırken, hastaların giysilerinin sağlıklı kişilere giydirilmesi de yaygın bir uygulamaydı. Hindistan’da ise M.Ö. 3000-800 yılları arasında etkili olan Ayurvedik dönemde, hastalıklı irinle temas ettirilen çöpler kurutularak sağlıklı çocukların kollarına açılan çiziklere sürülüyor; bu sayede hastalığa karşı direnç kazandırılmaya çalışılıyordu

 

Türk tıp tarihçisi Prof. Yavuz Unat’a göre, Hintliler ve Çinlilerin bu bağışıklık yöntemlerini Türklerden öğrenmiş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır. Özellikle Uygur Türklerinin ticaret yollarındaki etkinliği sayesinde Hint usulü çiçek aşısının Çin'e ulaşmasında önemli bir rol oynadığı belirtilmektedir. Bu yöntemin daha sonra Selçuklular aracılığıyla 11. yüzyılda Anadolu'ya getirildiği ileri sürülmektedir.

Variolasyonun Osmanlı topraklarındaki köklü varlığına dair somut kanıtlar da bulunmaktadır. Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), 7 Kasım 1697 tarihli İstanbul'daki bir mezar taşında "Aşılamacızade Hekim Ali Çelebi" ibaresini tespit etmiştir. "Aşılamacızade" unvanı ("aşı yapanın oğlu" veya "aşıcı soyundan gelen" anlamına gelir), variolasyon uygulamasının nesilden nesile aktarılan kurumsallaşmış bir meslek olduğunu düşündürmektedir. Eğer bu zatın 65 yıl yaşadığı kabul edilirse, çiçek aşısı yapan babasının bu işi yaklaşık 1632'li yıllarda yapmış olduğu sonucu çıkar.

 

Bu bilgiyi destekler nitelikte, Rıfat Osman Bey (1874-1933) de 1632 tarihli, Edirne kadısına yazılmış ve devletin resmi kayıtlarına geçmiş bir hükümde, çiçek aşısı uygulayan bir kadından bahsetmektedir. Bu iki bulgu, 17. yüzyıl Osmanlı'sında variolasyon uygulamalarının belirli yerel topluluklar arasında yaygın şekilde uygulandığını ve bu alanda uzmanlaşmış kişilerin varlığını gösteren önemli kanıtlar sunmaktadır.

 
Emanuel Timonius (1669–1718)

Emmanuel Timoni, yalnızca döneminin önde gelen hekimlerinden biri değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'yla (1299-1922) derin bağları olan köklü bir ailenin mensubuydu. Dedesi Vincent Timoni (Vinko Timonović), Osmanlı'nın 17. padişahı ve 96. İslam halifesi Sultan IV. Murad (1612-1640) döneminde sarayda tercümanlık (drogmanlık) yapmıştı. Babası Demetrio de Domenico Timoni (1616-1699) ise İngiltere'nin İstanbul Büyükelçiliği'nde aynı görevi üstlenmişti. Avrupa'da Padova ve Oxford üniversitelerinde tıp eğitimi alan Timoni, 1703 yılında İngiliz bilim çevrelerinin en saygın kuruluşlarından biri olan Royal Society’ye üye seçildi.

 

Osmanlı tahtının 23. padişahı ve İslam dünyasının 102. halifesi Sultan III. Ahmed (1673-1736) devrinde başkent Konstantinopolis'te doktorluk yapan Timoni, Beyazıt Camii yakınlarındaki muayenehanesiyle hem Levanten (Avrupalı) cemaatin ve İngiliz elçiliğinin gözde tabibiydi hem de bir dönem bizzat padişahın özel hekimi olarak sarayın güvenini kazanmıştı. Meslek yaşamı, yalnızca tıbbi başarılarını değil; ailesinin Osmanlı İmparatorluğu ile kuşaklar boyunca süregelen güçlü bağlarını ve imparatorluğun çok kültürlü toplumsal yapısını da gözler önüne seriyordu.

 

1701'de İstanbul'da büyük bir çiçek salgını yaşanırken, Timoni bu hastalığa karşı uygulanan geleneksel aşılama yöntemlerine pek çok kez tanık oldu. Osmanlı topraklarında yaygın olmasa da, özellikle Çerkesler, Gürcüler ve bazı Asya kökenli topluluklar arasında kullanılan bu yöntemi dikkatle inceledi. 

 

Başlangıçta bu uygulamayı bilim dışı ve batıl bir halk geleneği olarak değerlendirse de, 1705-1713 yılları arasında sekiz yıl süren titiz gözlemleri fikrini değiştirmesine neden oldu. Bu süre zarfında her yaştan ve cinsiyetten binlerce kişinin bu yöntemle hastalığa karşı bağışıklık kazandığını fark etti. Yalnızca gözlem yapmakla kalmayıp, kendi akrabalarını da aşıladıktan sonra yöntemin güvenilirliğine tamamen ikna oldu ve variolasyonu bilimsel bir mercekle ele almaya başladı.

 

Ne tuhaftır ki Padişah III. Ahmed, 10 Nisan 1708'de çiçek hastalığına yakalandığında, özel hekimi Timoni variolasyonun etkinliğini çoktan biliyordu—bu bilgiye rağmen sarayda uygulanmamış olması, tarihe düşen sessiz bir soru işareti gibi.

 

1713 yılında Royal Society’ye gönderdiği mektup, bu yerel uygulamayı Avrupa tıbbının dikkatine sundu. Timoni, çiçek aşısını bilimsel bir temelde Avrupa’ya tanıtan ilk kişi olarak, inoculation kavramının tıpta tanımlanmasına ve variolasyonun bilimsel zeminde kabul görmesine öncülük etti.

 

Timoni'nin araştırmaları, dönemin tıp anlayışına uygun olarak deneysel verilerden çok pratik faydalar üzerine kuruluydu. Sekiz yıllık gözlemleri, aşının etkinliğine dair genel bir kanıt sunsa da modern anlamda istatistiksel analizler veya kontrollü deneyler içermiyordu. Bu durum, 18. yüzyıl tıp literatürünün doğasını yansıtıyordu; zira nicel verilerin bilimsel kanıt olarak kabul görmesi henüz yaygınlaşmamıştı.


Timoni, İstanbul'da gözlemlediği variolasyon (çiçek aşılama) yöntemini sadece benimsemekle yetinmedi, uygulamaya önemli teknik katkılar da sağladı. Geleneksel yöntemde deri iğneyle delinirken, Timoni bunun yerine neşterle kontrollü bir kesi yapılmasını önerdi. Daha da önemlisi, o dönemde yaygın olan "iki ayrı kesi" uygulamasının gereksiz olduğunu kanıtlayarak, tek bir kesinin yeterli bağışıklık sağladığını ortaya koydu. Bu yenilikler, aşının daha güvenli ve standart hale gelmesine önemli katkı sağladı.

 

Osmanlı’nın çok kültürlü yapısıyla iç içe bir entelektüel olan Timoni, çalışmalarında kültürel veya dini önyargılardan bilinçli olarak uzak durdu. Aşının Müslümanlar, Hristiyanlar ya da diğer gruplar arasında nasıl uygulandığına değil, yönteminin evrensel tıbbi faydasına odaklandı.

 

Timoni’nin bu nesnel yaklaşımı, Batı tıp çevrelerinde şarklı ve ilkel olarak görülen geleneksel bir uygulamayı bilimsel bir bakış açısıyla yeniden değerlendirme çabasını yansıtıyordu. İstanbul’daki uzun süreli deneyimi ve sekiz yıllık titiz gözlemleri sayesinde kazandığı güvenilirliği kullanarak, Avrupalı meslektaşlarının zihnindeki egzotik Doğu algısını kırıp variolasyonu evrensel tıp literatürüne önyargılardan arınmış şekilde kazandırmayı amaçladı.

 

Jacobus Pylarinius (Giacomo Pylarini, 1659-1718)

 

İki yıl sonra, Rus Çarı Büyük I. Petro Alekseyeviç Romanov'un (1672-1725) hekimliğini de yapan Venedikli doktor ve diplomat Jacobus Pylarinos, ikinci kez Venedik konsülü olarak İzmir'e atandığında, Osmanlı topraklarındaki variolasyon uygulamalarına dair benzer gözlemler yaptı. Bu gözlemlerini, 1715 yılında yine Philosophical Transactions of the Royal Society dergisinde yayımlanan "Nova & Tuta Variolas Excitandi per Transplantationem Methodus, Nuper Inventa & in Usum Tracta" (Çiçek Hastalığını Aşılama Yoluyla Güvenli ve Yeni Bir Şekilde Uyandırma Yöntemi, Yakın Zamanda Keşfedilmiş ve Kullanıma Sunulmuştur) başlıklı mektupla bilim dünyasına duyurdu.

 

Seyahatleri esnasında Pylarini, bugün orta Yunanistan'da yer alan Teselya (Thessaly) bölgesinde dikkat çekici bir gözlemde bulundu. Burada tanıştığı bir Yunan köylüsü, çocukların ellerini enfekte olmuş bir koyunun yarasına sürerek onları hastalığa karşı bağışık hale getiriyordu. Pylarinos, bu uygulamaya eserinde de yer vererek, "Her Eylül ayında, hava serinlediğinde bazı yaşlı kadınlar aşılamalar (inokülasyon, çizikler) yapar" ifadelerini kaydetmiştir. Aslında Pylarinos, bu yöntemle ilk kez 1707 yılında Konstantinopolis’e ilk görev atamasıyla geldiği dönemde yaşanan büyük bir çiçek hastalığı salgını sırasında karşılaştı. Bu dönemde, dört küçük çocuğun annesi olan soylu bir kadın, çocuklarını kadın şifacılara götürerek deri çizdirip çiçek hastalığı kabarcıklarından alınan sıvıyla bağışıklık kazandırmayı planladığını söyledi. Pylarinos, bir yandan hekim olarak görüş bildirmesi gereken bir otorite, diğer yandan annenin endişelerini yatıştırmaya çalışan bir gözlemci olarak bu yöntemle yakından ilgilenmeye başlamıştı.

 

Timoni ile Pylari'nin Raporlarının Karşılaştırması

 

Pylarini'nin çiçek aşısı üzerine yaptığı çalışma, Timoni'ninkinden farklı olarak daha somut detaylara ve kişisel gözlemlere dayanıyordu. Aşının nasıl uygulandığını, hatta belirli vakaları, örneğin soylu bir arkadaşının oğullarının nasıl aşılandığını ve bu süreçleri nasıl titizlikle takip ettiğini ayrıntılarıyla anlattı. Bu detaylı anlatım ve birebir gözlemler, Timoni'nin genelleyici raporuna göre daha güçlü ve ikna edici bir deneysel kanıt sunuyordu.

 

Ancak Pylarini'nin metinlerinde dikkat çeken bir başka nokta ise, Yunan ve Hristiyan kimliğini belirgin bir şekilde vurgulamasıydı. Bu durum, onun yaklaşımında milliyetçi ve dini inançların etkili olduğunu düşündürmektedir. Örneğin, aşıyı uygulayan anonim kadından "Yunan kadın" olarak bahsetmesi ve kendisinin de bir "Hristiyan hekim" olarak bu uygulamayı sahiplenmesi bunun göstergesidir. Pylarini, bilginin başlangıçta "halktan" ve deneyime dayalı bir yerden geldiğini kabul etse de, asıl öneminin bu bilginin "öğrenmiş, saygın, Avrupalı bir hekim" (yani kendisi) tarafından bilimselleştirilip meşrulaştırılmasıyla ortaya çıktığını ima eden bir karşılaştırma yapıyordu.

 

Bu yaklaşım, yerel ve geleneksel bir bilginin, Batı'nın bilimsel ve profesyonel çevrelerine nasıl aktarıldığını ve bir anlamda nasıl "yüceltildiğini" de gösterir. Pylarini, kendi otoritesini, olayları en ince ayrıntısına kadar tanımlayarak, gözlemlerinin doğruluğunu sürekli kontrol ederek ve bilimsel bir dil kullanarak inşa etti. Böylece, isimsiz ve yerel bir kadına ait deneyimsel bilginin karşısına kendi "eğitimli" hekim kimliğini koyarak, yöntemin akademik dünyada kabul görmesini sağladı.

 

Özetle, Timoni daha çok “genel fayda” ve “yaygınlık” üzerinden ikna etmeye çalışırken, Pylarini “detaylı gözlem,” “kişisel deneyim” ve “bilginin bilimsel meşruiyeti” üzerinden bir argüman geliştirir. Birbirini tamamlayan bu iki yaklaşım, aynı olgunun farklı yönlerini görünür kılar ve ortaya atılan yöntemin güvenilirliğini farklı açılardan destekleyerek güçlendirir. Pylarini, bilginin yerel ve geleneksel köklerini kabul etse de, onu bilimsel ve entelektüel bir çerçeveye oturtma çabasıyla hem yöntemin Batı bilim dünyasında kabulünü kolaylaştırır hem de kendi otoritesini ön plana çıkarır.

 

18. yüzyılın önde gelen bilim insanlarından biri olan John Woodward (1665–1728), Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni’nin çiçek aşısına dair Latince kaleme aldığı mektubun Batı bilim dünyasına kazandırılmasında kritik bir rol oynadı. Royal Society’nin saygın üyelerinden biri olarak, Timoni’nin metnine İngilizce açıklayıcı bir özet ekleyerek Philosophical Transactions dergisinde yayımladı ve böylece bu değerli bilginin daha geniş bir çevreye ulaşmasını sağladı.

 

Ancak Woodward'ın rolü basit bir çevirmenlikten çok daha öteydi. Doğu’dan gelen bu yenilikçi bilgiyi Batı’nın bilimsel anlayışıyla uyumlu hale getirerek adeta bir kültür elçisi gibi hareket etti. Aşının günlük hayattaki hayat kurtarıcı etkilerini öne çıkarırken, daha karmaşık teorik açıklamaları bilinçli şekilde Latince metinde bıraktı. Böylece bu yeni uygulamanın, şüpheyle yaklaşan Batılı bilim çevreleri tarafından daha kolay kabul edilmesini hedefledi.

 

Woodward, Timoni'den bahsederken doğrudan ismini kullanmayıp "o" veya "yazar" gibi ifadelerle anlatıma bilerek bir mesafe koydu. Metnin sonunda Timoni'nin kendi ağzından konuşmasına izin verse de, bu kısmı yine kendi çevirisinin bir devamı olarak sundu. Bu şekilde, Woodward anlatımın kontrolünü baştan sona elinde tutarak, Timoni'yi tanımayan Batılı okuyucular için bilgiyi kendi güvenilir onayıyla sunmuş oldu. Bu strateji, yeni bir bilgiyi Batı bilim dünyasına kabul ettirmek ve okuyucuların güvenini kazanmak adına bilinçli bir tercihti.

 

Timoni’den bahsederken Woodward, doğrudan adını kullanmak yerine “o” ya da “yazar” gibi ifadelerle anlatımına mesafe kattı. Bunu yaparken, bilgiyi okura kendi onayıyla sunmuş oldu; yani, metnin içeriğini doğrulayan ve destekleyen kişi olarak kendisini öne çıkardı. Bu, Timoni’yi tanımayan Batılı okurların güvenini kazanmak için bilinçli bir tercihti. Metnin sonlarına doğru Timoni’nin kendi ağzından “ben” diyerek konuşmasına izin verse de, bu bölümü sanki hala kendi çevirisinin bir parçasıymış gibi aktardı. Yani tüm anlatım boyunca kontrol hep Woodward’ın elindeydi.

 

Bu yaklaşım, Timoni’yi iki farklı rolde gösterdi: Bir yandan Batı’ya bilgi taşıyan biri olarak, öte yandan kendi deneyimlerini anlatan bir hekim olarak. Woodward, Timoni’yi bilgili ve saygın bir uzman gibi sunarken aynı zamanda Batılı okurlar için hala “yabancı” biri olarak tanıttı. Bu çelişkili tavır, kendini üstün gören Batı’nın Doğu’dan gelen bilgiye karşı hem merak hem de mesafeli bir tutum sergilemesini yansıtıyordu.

 

Woodward, Batı bilim dünyasının Doğu'dan gelen bilgilere duyduğu derin güvensizliğin farkındaydı. Bu yüzden, Timoni'nin çiçek aşısı hakkındaki değerli çalışmasını Batılı çevrelerde kabul görecek bir biçimde sunmak için özel bir strateji geliştirdi. Ancak bu titiz çabanın ardında ilginç bir detay gizliydi: Timoni'nin adının bile İngilizce metinlerde "Timone" ve Latince imzasında "Timonius" olarak üç farklı şekilde yer alması, Osmanlı'daki çok dilli bilim ortamının getirdiği iletişim karmaşasını ve bilginin Batı'ya aktarılırken yaşanan zorlukları çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyordu. Düşünsenize, Osmanlı İmparatorluğu'nun bu denli karışık yapısında adınızı bile doğru yazamıyorsunuz!

 

 

Atina Vebası, Tarihin En Ayrıntılı Belgelenen İlk Epidemisi

 

Antik Yunan tarihçisi ve general Thucydides (M.Ö. 460-400), Peloponnesos Savaşı'nın (M.Ö. 431-404) kavurucu ortamında patlak veren Atina Vebası'nı anlatarak, bulaşıcı hastalıkların toplumları nasıl temelden sarsabileceğine dair tarihin ilk ve unutulmaz tanıklığını kayıtlara geçirmiştir.

 

Bu amansız salgın, adını Yunanistan'ın güneyindeki devasa yarımadadan alan ve Antik Yunan dünyasının hakimiyeti için Atina ile Sparta ve müttefikleri arasında 27 yıl süren mücadelenin tam kalbinde ortaya çıkmıştı: Bir tarafta yükselen bir deniz imparatorluğu, diğer tarafta ise kara gücüyle meşhur Peloponnesos Birliği...

 

Savaşın galibi Sparta ve müttefikleri oldu. Ancak bu savaş, "zaferin bile yenilgiye dönüşebileceği"nin antik bir kanıtı haline geldi.

 

Peloponez Savaşı’nın ikinci yılında, Atina’ya şehrin tek erzak ve yemek kaynağı olan Pire Limanı üzerinden Etiyopya’dan yayılan salgın ulaşmış ve 250.000-300.000 kişilik nüfusun yaklaşık %25’ini (75.000-100.000 kişi) öldürmüştür. Thucydides, hem bir tarihçi hem de hastalığı bizzat yaşayan bir tanık olarak, salgının belirtilerini (yüksek ateş, şiddetli baş ağrısı, boğazda kanama, öksürük, kusma, ishal, kızarıklıklar ve aşırı susuzluk) detaylı bir şekilde tarif etmiştir. Hayatta kalanların bağışıklık kazandığını ve tekrar hastalanmadığını gözlemleyen Thucydides, hastalananların hastalara yardım etmeye daha yatkın olduğunu, ancak korku nedeniyle birçok kişinin yalnız öldüğünü belirtir. Salgın, Atina’nın savaş gücünü zayıflatarak Peloponez Savaşı’ndaki yenilgisinde önemli bir rol oynamış, toplumsal düzenin ve ahlaki yapının çöküşüne yol açmıştır. Thucydides, hastalığın insandan insana bulaşabileceğini ilk kez yazıya döken kişi olarak tarihe geçmiştir.

 

Atina Vebası’nın nedeni yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. En güçlü teori, savaş koşullarındaki kalabalık ortam ve hijyen eksikliği nedeniyle bitler yoluyla bulaşan epidemik tifüs (Rickettsia prowazekii) olduğudur. Çiçek hastalığı da olası sebepler arasında yer alsa da, o dönemde bölgede ne kadar yaygın olduğu belirsizdir.

 

Hıyarcıklı veba (Yersinia pestis) teorisi ise Thucydides'in anlatımlarında lenf düğümü şişlikleri gibi tipik belirtilerin gözlemlenmemesi nedeniyle zayıf bir ihtimal olarak değerlendirilir. 2006 yılında Kerameikos mezarlığında bulunan diş örneklerine uygulanan DNA analizleri, tifo (Salmonella enterica serovar Typhi) bakterisini işaret etse de, aynı coğrafyada yüzyıllardır süregelen insan yerleşimi ve dolayısıyla devam eden yaşam döngüsü, numune kontaminasyonu gibi metodolojik sorunlara yol açarak kesin bir teşhis konulmasını güçleştirmiştir.

 

 

Sosyetik Aşı: Dünya Çiçek Hastalığı İnokülasyonunu Bilimsel Yayınlardan Değil, Elit Çevrelerden Öğrendi

 

Dönemin Şekillendirdiği Olaylar

 

İmmünoloji tarihinin en cesur ve sıra dışı figürlerinden biri olan İngiliz aristokrat, yazar ve şair Lady Mary Wortley Montagu (1689-1762), çiçek hastalığına karşı verilen mücadelede unutulmaz bir iz bırakmıştır. Lady Mary Pierrepont, bir dükün kızı olarak soylu çevrelerde büyüdü; ancak geleneksel beklentilerin ötesine geçen entelektüel bir merak ve güçlü bir özgürlük duygusuna sahipti. Daha 16 yaşındayken iki ciltlik şiir ve kısa bir roman yazacak kadar üretkendi. Eserlerinden günümüze sadece mektup yazışmaları ve bazı taslaklar (eskizler) ulaşabilmiştir. Babasının görücü usulü evlilik dayatmasına boyun eğmeyerek, 23 yaşındayken kendisinden 11 yaş büyük, aşık olduğu milletvekili Edward Wortley Montagu (1678-1761) ile 1712'de gizlice evlendi. Bu cesur kararı, babasının onu hiçbir zaman bağışlamamasına ve hayatlarının sonuna kadar ayrı düşmelerine yol açtı.

 

Edebi yeteneğiyle de dikkat çeken Lady Mary, yazdığı iki hiciv şiiriyle dönemin edebiyat çevrelerinde “kadın Alexander Pope” olarak anılmaya başladı. 18. yüzyıl İngiliz edebiyatının önde gelen şairlerinden Alexander Pope (1688–1744), özellikle The Rape of the Lock (Buklenin Çalınışı) ve An Essay on Man (İnsan Üzerine Bir Deneme) gibi eserleriyle antik Yunan ve Roma sanat ve edebiyatının kurallarına, ölçülülüğüne ve zarafetine dönüşü savunan bir akım olan klasikçiliğin simge isimlerinden biri olmuş, hiciv ustalığı ve uyumlu dizeleriyle çağdaşları üzerinde derin etkiler bırakmıştı. Kadınlara karşı mesafeli ve zaman zaman küçümseyici tutumlar sergilemesine rağmen, Lady Mary’nin zekice yazılmış şiirlerine ve entelektüel gücüne kayıtsız kalamadı.

 

Aralarındaki karşılıklı hayranlık, zamanla mektuplarla sürdürülen yoğun bir yazışmaya dönüştü. Bu yazışmalar, adeta kelimelerle bir düello meydanına döndü; iki yetenekli şair, şiirleri aracılığıyla birbirlerinin kalem gücünü sınayarak edebi bir rekabete giriştiler. Bu durum, zamanla hem entelektüel bir çekişmeye hem de belirsiz bir romantik gerilime yol açtı. Başlangıçta saygıyla süregelen bu edebi ilişki, ilerleyen yıllarda rekabetin hatta düşmanlığın kıyısına kadar sürüklenecekti.

 

1715 yılının Aralık ayında, Lady Mary'nin şiirsel ve duygusal dolu günleri ani bir acıyla bölündü. Henüz 26 yaşında yakalandığı çiçek hastalığı, onun için sadece kişisel bir sınav değil, aynı zamanda ailesi için de derin bir yıkımdı; zira iki yıl önce aynı hastalık, 20 yaşındaki erkek kardeşi William Pierrepont'u (1692-1713) hayattan koparmıştı. Ölümle burun buruna geçen günlerin ardından hayatta kalmayı başarsa da, yüzünde kalan izler güzelliğini gölgelemiş, geriye sadece canlı ve parlak siyah gözleri eski cazibesini korumuştu. Bu ağır deneyim, Lady Mary'yi çiçek hastalığının hem bireysel hem de toplumsal yıkıcılığına bizzat tanık eden biri haline getirdi ve onu, bu hastalığa karşı korunma yöntemlerini araştırmaya yönelten en güçlü itici güç oldu.

 

Tarih 1683'ü gösterdiğinde, Avrupa’daki en geniş sınırlarına ulaşmış Osmanlı İmparatorluğu için II. Viyana Kuşatması büyük bir kırılma noktası oldu. 19. Osmanlı padişahı ve 98. İslam halifesi olan IV. Mehmed (1642–1693) döneminde gerçekleşen bu savaşta, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa (1635–1683) komutasındaki Osmanlı ordusu, Lehistan Kralı Jan III. Sobieski (1629–1696) liderliğindeki Kutsal İttifak güçleri tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bu mağlubiyet, Osmanlı'nın Avrupa'daki genişleme çağını sona erdirerek hem askeri gücünü hem de uluslararası alandaki itibarını derinden sarstı. Osmanlı, diplomatik arenada da zayıflayarak saldırgan politikalar yerine savunmacı bir strateji benimsemeye zorlandı.

 

1684 yılında Papa XI. Innocentius’un (1611-1689) girişimiyle, Habsburg Avusturyası (İmparator I. Leopold, 1640-1705), Lehistan-Litvanya Birliği ve Venedik’in katılımıyla Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Kutsal İttifak kuruldu. 1686’da Rusya’nın (Çar I. Petro) da bu ittifaka dahil olmasıyla güçlü bir cephe oluşturan bu koalisyon, Osmanlı'yı Avrupa'dan geri püskürtmek için kapsamlı bir mücadele başlatırken, savaşlar kısa sürede Avrupa'dan hızla Osmanlı'nın kendi topraklarına yayıldı. Bu çatışmalar aynı zamanda genç bir dehanın yükselişine de sahne oldu: Savoy-Carignan Prensi François-Eugène (1663–1736). Henüz 20 yaşında olan Eugen, 1683 Viyana Kuşatması sırasında sergilediği olağanüstü performansla dikkatleri üzerine çekti. Budapeşte (1686) ve Belgrad (1688) gibi stratejik şehirlerin kuşatmalarında askeri yeteneğini kanıtlayarak, yalnızca 25 yaşında mareşal rütbesine ulaştı.

 

Prens Eugen, 1716'da gerçekleşen Petrovaradin Muharebesi'nde Osmanlı ordusunu bir kez daha bozguna uğrattı. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başkomutanı olan Sadrazam Damat Ali Paşa (1667-1716) şehit düşerken, henüz dört yaşındayken nişanlandırılıp beş yaşında evlendirilen Sultan III. Ahmed’in büyük kızı, çocuk gelin Fatma Sultan (1704-1733) dul kaldı. Prens Eugen’in önemli bir askeri üs olan Belgrad'ı ele geçirmesi, Osmanlı'nın Tuna hattındaki savunma sistemini çökertti. Avusturya'nın bu zaferi, Osmanlı İmparatorluğu'nun Macaristan üzerindeki etkisini büyük ölçüde azaltırken, Habsburg İmparatorluğu'nun Orta Avrupa'daki gücünü pekiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu’na karşı kazandığı zaferlerle Avrupa’da büyük ün kazanan Prens Eugen, Habsburgların Orta Avrupa’daki yükselişinde kilit rol oynadı. 

Osmanlı ordularına karşı kazandığı zaferlerle Avrupa'da ünlenen Prens Eugen'in adı, tarihin ilginç bir cilvesi olarak, 1912'de Viyana'da Osmanlı İmparatorluğu Sefaret Binası'nın bulunduğu caddeye verildi. Bugün Prinz-Eugen-Straße adıyla anılan bu cadde, Osmanlı'ya karşı savaşan komutanın ismini taşırken, yenilgiye uğrattığı imparatorluğun diplomatik temsilinin kalbinde yaşamaya devam ediyor. Günümüzde de aynı tarihi binada, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği faaliyetlerini sürdürmektedir.

 

Lady Mary'nin Osmanlı Hanedanlığı ile Tanışması

 

Bu dönemde 1716 yılında Edward, Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu nezdindeki büyükelçisi olarak İstanbul’a atandı. Eşi Lady Mary ile birlikte, Osmanlı yönetiminin merkezi ve sadrazamlık makamının bulunduğu tarihi Bâb-ı Âli (Padişah Kapısı ya da Yüce Kapı) semtinde yerleştiler. Osmanlı ile Avusturya arasındaki savaşın diplomatik boyutunda görev alan Edward, Büyük Britanya’nın tarafsızlığına dayanarak Osmanlı ile Avrupa devletleri arasındaki diplomatik temasların sürdürülmesine katkıda bulundu. 1718’de, günümüz Sırbistan’ının doğusundaki Požarevac kentinde imzalanan Pasarofça Antlaşması görüşmelerinde önemli bir rol oynadı. Osmanlı Sadrazamı Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile birlikte çalışarak, Büyük Britanya ve Hollanda adına arabuluculuk faaliyetlerinde bulundu. Bu antlaşma sonucunda Avusturya, Osmanlı’dan Belgrad, Banat ve Temeşvar dahil olmak üzere önemli topraklar elde etti ve Habsburg İmparatorluğu, Orta Avrupa’daki en büyük toprak genişlemesine ulaştı.

 

Lady Mary, kendini tüm bu gelişmelerin tam ortasında buldu. Eşinin diplomatik görevi sayesinde Osmanlı saray çevresine yakın bir konumda bulunan Mary, dönemin siyasi ve toplumsal atmosferine yakından tanıklık etti. Mektuplarında Sultan III. Ahmed'in kızı Fatma Sultan'dan söz ederken onu "beş yaşında evlendirilmiş, talihsiz bir prenses" olarak tanımladı. Osmanlı sarayındaki çocuk yaşta evlilikleri "barbarca bir gelenek" olarak nitelendiren Lady Mary, şunları yazdı: "Bu ülkedeki kadınlar, en görkemli saraylarda bile özgürlükten yoksun bırakılıyor. Sultan'ın küçük kızı henüz beş yaşında evlendirildi..." Fatma Sultan'ın ilk eşinin ölümünün ardından büyük bir yasa boğulduğunu, ancak sarayın ona matem tutma hakkı bile tanımadığını üzüntüyle aktardı. Nitekim 1717'de, henüz on üç yaşındayken, kendisinden yaklaşık 44 yaş büyük olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa (1660-1730) ile evlendirildiğinde Lady Mary de düğün davetlileri arasındaydı.

 

Fatma Sultan, Nevşehirli İbrahim Paşa ile görkemli bir törenle hayatını birleştirdi. Ancak Lady Mary'nin mektuplarında belirttiği gibi, bu birliktelik, Antik Yunan mitolojisindeki Orpheus'un trajik hikayesini anımsatan bir sona doğru ilerliyordu. Sevdiği kadını ölümün pençesinden kurtarmaya çalışırken onu sonsuza dek kaybeden efsanevi ozan Orpheus gibi, bir başka ozan olan İbrahim Paşa'nın da kaderi hazin bir şekilde sonuçlanacaktı.

 

 

Osmanlı tarihinin en tutkulu ve romantik isimlerinden Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, eşi Fatma Sultan’a olan aşkını şiirlerine ölümsüzleştirmiştir. Bu eşsiz dizeler, Lady Mary Wortley Montagu’nun 1717-18 yıllarında kaleme aldığı mektuplar aracılığıyla Batı’ya ve günümüze kadar ulaşmıştır. Belki de İbrahim Paşa’nın “Gözlerin siyah ve güzel, ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu” mısraları, çiçek hastalığının yüzünde bıraktığı izlere rağmen hala büyüleyici olan Lady Mary’nin derin ve anlam yüklü kara gözlerinde kendi ruhunun yankılarını bulmuştu

 

Lady Mary, Osmanlıca şiirleri tercüme ettirirken orijinal ahengin kaybolduğunu fark etti. Bu yüzden, çeviriyi hem İngiliz kültürüne uyarladı hem de şiirsel havasını korumaya çalıştı.

İbrahim paşa'nın Fatma Sultana Orijinal şiiri (İngilizce'den çeviri)

 

1. Kıta

Şimdi bülbül asmalarda dolaşıyor,
Onun tutkusu gülleri aramak.
Asmaların güzelliğini görmek için aşağı indim,
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Gözlerin siyah ve güzel,
Ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu.

 

2. Kıta
Arzulanan kavuşma her gün erteleniyor,
Zalim Sultan Ahmed, o gül gibi yanaklarını görmeme izin vermiyor.
Acımı dindirmek için bir öpücük almaya cesaret edemem,
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Gözlerin siyah ve güzel,
Ama bir ceylanınki kadar vahşi ve gururlu.

 

3. Kıta
Zavallı İbrahim Paşa bu dizelerde iç çekiyor,
Gözlerinden bir ok kalbimi delip geçti.
Ah, arzulanan kavuşma saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim?
Senin cazibelerinin tatlılığı ruhumu büyüledi.
Ah Sultana, ceylan gözlü, melekler arasında bir melek,
Arzuluyorum ve arzum karşılıksız kalıyor,
Kalbimi avlamak sana zevk mi veriyor?

 

4. Kıta
Çığlıklarım göklere ulaşıyor,
Gözlerim uykusuz kaldı.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum,
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.
Hayatımın tacı, gözlerimin güzel ışığı, Sultana’m, prensesim,
Yüzümü toprağa sürüyorum, yanık gözyaşlarında boğuluyorum—çıldırıyorum!
Hiç mi merhametin yok? Bana bakmayacak mısın?

Lady Mary'nin düzenlemesiyle yayımlanan şiir: "Sultan III. Ahmed’in en büyük kızı olan Sultan’a hitaben (Turkish Verses Address’d to the Sultana, Eldest Daughter of Sultan Achmet III)" başlığını taşır.

 

1. Kıta

Şimdi Filomela yeniden ince nağmelerini söylüyor,
Tüm gece boyunca hoş acısına kendini bırakıyor.
Şehvetli ötüşünü duymak için koruluklara gittim,
Orada ilkbahardan daha güzel bir yüz gördüm.
Binlerce ihtişamın parladığı büyük ceylan gözlerin,
Onlar kadar parlak, canlı ve bir o kadar da vahşi.

 

2. Kıta

Boşuna vaat ediliyor bana böylesine ilahi bir ödül,
Ah, ne zalim Sultan ki geciktiriyor sevinçlerimi!
Delip geçen caziben aşık kalbimi esir alırken,
Acımı dindirecek bir öpücük almaya bile cesaret edemem.
O gözler ki...

 

3. Kıta

Zavallı aşığın bu dizelerde dert yanıyor,
O sevgili güzelliklerden doğuyor öldürücü acıları.
Arzulanan mutluluğun saati ne zaman gelecek?
Daha ne kadar beklemeliyim? Bekleyip de yaşayabilir miyim?
Ah parlak Sultana! İlahi güzellikte genç kadın!
Çektiğim acıyı merhametsizce görebilir misin?

 

4. Kıta

Yumuşayan gökler delici feryatlarımı işitiyor,
Işıktan nefret ediyorum, uykularım kaçıyor.
Dön bana Sultana, yoksa aşığın ölecek.
Yere kapanıp son vedamı iç çekerek bırakıyorum.
Bana “Tanrıçam” de ve hayatımı yeniden başlat.

 

Lady Mary'nin 31. mektubu, 1 Nisan 1717'de Edirne'den İngiliz şair, çevirmen ve hiciv ustası Alexander Pope'a (1688-1744) hitaben yazılmıştır.

 
Ancak bu görkemli hayat, 1730'da patlak veren Patrona Halil İsyanı ile trajik bir sona erecekti. İsyanın başkahramanlarından biri olan Patrona Halil (1690-1730), Arnavut kökenli, leventlik yapmış ve Rumeli'de yeniçerilik görevinde bulunmuş bir isyancıydı. Yakın hemşehrileri arasında "Patrona (koramiral)" lakabıyla anılıyordu, çünkü bu unvan, Osmanlı donanmasında kaptan-ı deryanın gemisinden sonraki ikinci geminin (Patrona gemisi) komutanına verilirdi

1730 Patrona Halil İsyanı, Osmanlı İmparatorluğu'nda derinleşen toplumsal eşitsizliklerin patlama noktasına ulaştığı bir dönüm noktası oldu. Dönemin İstanbul'unda, Lale Devri'nin (1718–1730) getirdiği görece seküler yaşam tarzı ve sanat hamiliği, bir yanda saray çevresinin lüks içindeki yaşantısını sürdürürken, diğer yanda ağır vergiler altında ezilen halkın sefaletini daha da belirgin hale getirmişti.

 

İsyanın fitilini ateşleyen, halkın bu ekonomik krizin sorumlusu olarak gördüğü saray erkanına -özellikle de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'ya- duyduğu öfkeydi. "Şeriat isteriz!" sloganlarıyla sokaklara dökülen isyancılar, kısa sürede halkın geniş desteğini arkalarına alarak İstanbul'un kontrolünü ele geçirdiler.

 

Bu ayaklanmanın sonucunda, Padişah III. Ahmed tahtını kaybederken, sadrazam ve damat İbrahim Paşa idam edildi. Böylece Fatma Sultan, daha 26 yaşındayken ikinci kez dul kaldı.

 

Lady Mary, o dönemde kaleme aldığı mektupların yüzyıllar sonra bile yankı bulacağını muhtemelen hayal edemezdi. Ölümünden sonra, 1763 yılında yayımlanan yazışmaları geniş bir okuyucu kitlesine ulaşarak Avrupa'da büyük ilgi gördü. Hatta, 1797’de George Washington’u (1732–1799) “The Battle of Trenton” adlı sonatıyla onurlandıran Amerikalı besteci James Hewitt (1770–1827), Lady Mary'nin aktardığı Damat İbrahim Paşa’nın Fatma Sultan’a yazdığı şiiri romantik bir şarkıya dönüştürdü. Bu özel beste, günümüzde Johns Hopkins Üniversitesi bünyesindeki “The Lester S. Levy Nota Koleksiyonu”nda özenle korunmaktadır.

 

 

Şifayı Yazıya Döken Kadın: Lady Mary’nin Çiçek Aşısı, Variolasyonla Tanışması

 

Lady Mary Wortley Montagu, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki gözlemleriyle Batı dünyasına yalnızca bu kadim imparatorluğun zengin sosyal dokusunu ve kültürel zenginliğini tanıtmakla kalmadı, aynı zamanda tıp tarihini değiştirecek bir keşfi de beraberinde getirdi. 18. yüzyıl Avrupası'nda henüz bilinmeyen variolasyon (çiçek aşısı) yöntemini titizlikle belgeleyerek, mektuplarında bu hayat kurtarıcı tekniği tüm detaylarıyla anlattı. Böylece sadece bir seyyah ya da yazar değil, aynı zamanda Doğu'nun bilgelik hazinesini Batı tıbbına kazandıran bir öncü oldu.

 

Saygın Osmanlı hekimleri Emmanuel Timoni ve Jacobus Pylarinus, variolasyonun bilimsel önemini daha önce akademik çevrelere sunmuş olsalar da, onların anlatımları Batı'da ne yazık ki beklenen etkiyi yaratamamıştı. Buna karşın, bir büyükelçi eşi, yetenekli bir edebiyatçı ve yüksek sosyete figürü olarak Lady Mary'nin prestiji, etkileyici anlatım tarzı, canlı anekdotları ve kişisel deneyimleri Avrupa aristokrasisinde hızla ilgi uyandırdı. Onun şahsi gözlemleri ve ikna edici aktarımı, bilimsel otoriteden bile daha güçlü bir etki yaratarak, bu hayat kurtarıcı yöntemin Avrupa'ya taşınmasında belirleyici oldu. Lady Mary, bu sayede hem kültürel bir köprü kurdu hem de tıp tarihinde unutulmaz bir iz bıraktı.

 

Lady Mary, 1 Nisan 1717’de Edirne’den Sarah Chiswell’e yazdığı mektubunda, uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından Osmanlı'da veba hakkındaki yaygın korkuların abartılı olduğunu ifade eder. Günümüzde farelerden insanlara genellikle pireler yoluyla bulaştığı bilinen ve tarih boyunca büyük salgınlara yol açmış olan bu ölümcül bakteriyel hastalık, Batı'daki yaygın endişelerin aksine, Osmanlı topraklarında daha hafif seyrediyordu. Vebanın yoğun olduğu kasabalardan geçtiğini anlatan Lady Mary, hastalığın burada sınırlı bir etki bıraktığını, ölümlerin az olduğunu ve pek çok kişinin iyileştiğini belirtir. 

 

Osmanlı İmparatorluğu'ndaki karantina önlemleri Avrupa'ya kıyasla daha esnekti. Vebalı evler işaretlenip hastalar izole edilse de şehirler tamamen kapatılmazdı. Bu esnek yaklaşım, İslam inancının etkisiyle şekillenen dini kadercilikten ve Osmanlı'nın çok uluslu toplumsal yapısından kaynaklanıyordu. Veba gibi salgınlar Allah'ın takdiri olarak görülse de İslam tarihinde salgınlara karşı önlem alma bilinci erken dönemlerden itibaren mevcuttu. Örneğin, Sahih-i Buhârî'de yer alan bir hadiste Hz. Muhammed'in "Veba olan yere girmeyin, oradaysanız da çıkmayın" buyurduğu aktarılır. Bu hadis, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek için bir tür karantina uygulamasını teşvik eder ve İslam'da erken bir farkındalığı gösterir.

 

Osmanlı'da bu hadis bilinse de farklı inançlara sahip topluluklardan oluşan toplumsal yapı ve merkezi otoritenin yerel düzeyde çözümleri tercih etmesi, salgın yönetiminde esnekliği artırıyordu. 1710-1720 yıllarında İstanbul'da görülen küçük çaplı salgınlarda ölüm oranları %10-20 civarındaydı. Bu oranlar, 1720'de Marsilya'da nüfusun yaklaşık yarısını (%50) yok eden ve tahminen 100.000 kişinin ölümüne neden olan büyük veba salgınıyla karşılaştırıldığında oldukça düşüktü.

 

18. yüzyıl Avrupa'sında, veba gibi yıkıcı salgınların ardındaki nedenlere dair yaygın bir inanış vardı: Miasma teorisi. Yaklaşık M.Ö. 400 yıllarından beri Antik Yunan hekimi Hipokrat'tan miras kalan bu köklü düşünceye göre, hastalıklar "kötü hava" yoluyla yayılıyordu. Çürüyen organik maddeler, bataklıklar ve genel olarak pis kokular havayı zehirleyerek insanları hasta ediyordu.

 

O dönemde tıp dünyası, mikroskobun yeni icadıyla çalkalanıyordu. Bilim insanları nihayet mikroskobik organizmaların varlığını teyit etmeye başlasa da, bu küçük canlıların hastalıklarla olan kesin bağlantısı henüz tam olarak anlaşılamamıştı. Yine de, bu yeni keşifler ve köklü miasma teorisi –her ne kadar farklı nedenlere dayansa da– temizlik ve hijyenin halk sağlığı için vazgeçilmez olduğunu vurgulayarak dolaylı yoldan önemli katkılar sağlıyordu. Vebaya karşı o dönemde önerilen çözümler arasında tütsü yakmak, sirkeli su kullanmak veya hastalığın pençesindeki şehirlerden kaçmak gibi geleneksel yöntemler vardı.

 

İşte tam da bu dönemde Lady Mary, Osmanlı’daki gözlemleriyle miasma teorisini sorgulayacak kadar ilerici bir zihne sahipti. Mektuplarında havanın enfekte olmadığına dair açık ifadeler kullanarak, bu yaygın inanışı eleştiren aydın bir figür olarak öne çıkar. Vebanın, Osmanlı’da da tıpkı İtalya ve Fransa’daki gibi kolayca ortadan kaldırılabileceğine inanır. Ancak hastalık burada çok az zarar verdiği için, Osmanlı halkının fazla endişelenmediğini; Batı’da uygulanan çeşitli tedavi yöntemlerine rağmen, yerel halkın tedavi olmak yerine bu rahatsızlığa katlanmayı tercih ettiğini şaşkınlıkla aktarır.

 

Lady Mary’nin mektubunda asıl ilgisini çeken konu, çiçek hastalığıydı. O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran ve ölümcül sonuçlara yol açan bu hastalığa karşı Osmanlı’da uygulanan geleneksel bir yöntemin mucizevi başarısı onun dikkatini çekmişti. Bu hastalığın Osmanlı topraklarında neredeyse etkisiz hale geldiğini gözlemleyen Lady Mary, büyük bir hayranlık duydu.

 

Halk arasında yaygın olan bu aşılama geleneğini, meyve ağaçlarını daha verimli ve dayanıklı hale getirmek amacıyla bir ağacın dalının başka bir ağaca aşılanmasını ifade eden tarımsal bir terim olan “engrafting” (aşılamak) sözcüğüyle tanımladı. Bu terimi kullanarak, ilk bakışta "kocakarı ilacı" gibi görülebilecek bu yenilikçi sağlık uygulamasının, yani sağlıklı bir bireye çiçek hastalığının kontrollü biçimde aktarılmasının inceliklerini büyük bir özenle aktardı.

 

Her sonbaharda, özellikle Eylül’ün serin günlerinde, deneyimli yaşlı kadınlar variolasyon işlemini gerçekleştirirdi. Aileler bir araya gelerek daha önce çiçek hastalığı geçirmemiş veya risk altındaki çocukları ve gençleri belirler, 15-16 kişilik gruplar oluşturarak toplu bir aşılama seansı düzenlerdi. Yaşlı kadın, çiçek hastalığı geçirmiş bir hastadan alınmış kabuk veya irinle dolu bir fındık kabuğu getirirdi. Bu materyal, bazen gülsuyu ile sulandırılır, bazı bölgelerde ise incir yaprağı suyu veya ezilmiş incir yaprağı ile karıştırılırdı. Kişinin kolunda veya bacağında büyük bir iğneyle küçük bir çizik açılır, bu çiziğe az miktarda materyal yerleştirilirdi. Bazı uygulamalarda iğne deriye saplandıktan sonra hafifçe dairesel hareketlerle çevrilerek materyalin deriye nüfuz etmesi sağlanırdı. İşlem, genellikle alın, kol veya göğüs gibi bölgelerde dört veya beş farklı noktada uygulanır ve çizikler bir kabuk parçasıyla kapatılırdı. Soylu veya varlıklı kişilerde ise bu kapatma için gül yapraklarının tercih edilebildiği bilinirdi.

 

Yunanlılar arasında alında, kollarda ve göğüste haç şeklinde çizikler açılması yaygın bir batıl inanç olsa da, bu iz bıraktığından, batıl inancı olmayanlar genellikle kol veya bacağın gizli kısımlarını tercih ederdi. Aşılanan çocuklar veya gençler, sekizinci güne kadar normal hayatlarına devam eder, ardından iki (nadiren üç) gün hafif bir ateşle yatakta kalırdı. Yüzlerinde 20-30 kabarcık çıkar, ancak bunlar iz bırakmadan sekiz gün içinde iyileşirdi. Lady Mary, çiziklerden çıkan akıntının hastalığın hafif atlatılmasına yardımcı olduğuna inanırdı.

 

Lady Mary, Osmanlı'da uygulanan bu variolasyon yönteminin güvenliğine yürekten inanıyordu. Her yıl binlerce kişinin bu işlemi sorunsuz geçirdiğine bizzat tanıklık etmiş, hatta Fransız Büyükelçisi'nin “Osmanlılar çiçek hastalığını adeta bir eğlence gibi atlatıyorlar” sözlerini esprili bir dille aktarmıştı. Bu yöntemden o kadar emindi ki, kendi küçük oğluna da uygulatmayı ciddi şekilde düşünüyordu.

 

Lady Mary, bu faydalı uygulamayı İngiltere’ye taşımak ve yaygınlaştırmak için güçlü bir vatansever kararlılıkla harekete geçeceğini dile getiriyordu. Ancak İngiliz hekimlerin, bu yöntemin kendi gelirlerini azaltacağı endişesiyle şiddetle karşı çıkacaklarını da öngörüyordu. Bu öngörü, belki de daha önce hekimler Timoni ve Pylarinus’un benzer bilimsel duyurularına neden kayıtsız kalındığının da dolaylı bir cevabıydı. Lady Mary, ülkesine döndüğünde bu konuda bizzat mücadele edeceğini açıkça ifade etti.

 

Amerikalı tıp tarihçisi Fielding Hudson Garrison (1870-1935), 1921 tarihli "An Introduction to The History of Medicine (Tıp Tarihine Giriş)" adlı eserinde Osmanlı hekimi Emmanuel Timoni'nin kızı Konona'yı 1717'de çiçek hastalığına karşı bizzat aşıladığını belirtir. 

Ne var ki, kesin belgelerle doğrulanamasa da, yaygın bir rivayete göre Timoni'nin kendisi de aşılanmış olmasına rağmen, aşılama çalışmaları sırasında çiçek hastalığından hayatını kaybettiği söylenir. Henüz 49 yaşında yaşamını yitiren Timoni'nin bu trajik hikayesi, variolasyonun erken dönemdeki risklerini ve her zaman kesin koruma sağlamadığını çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor.

 

Türk usulü çiçek aşısının Avrupa’da yayılmasında önemli bir rol oynayan İngiliz asilzade Lady Mary, 18 Mart 1718’de İstanbul’daki yazlık konaklarında beş yaşındaki oğlu Edward’a çiçek aşısı (variolasyon) yaptırır. Böylece, bu geleneksel Osmanlı yöntemini kendi ailesinde uygulayan ilk Batılı olarak tıp tarihine geçer. Aşılama işlemi, İngiliz Elçiliği’nin doktoru Charles Maitland’ın (1668–1748) gözetiminde, deneyimli bir Osmanlı kadını tarafından gerçekleştirilmiştir.

 

Lady Mary'nin kocasına yazdığı mektuptaki satırlar, bu cesur deneyimin başarısını ve onun sevincini gözler önüne seriyordu: "Çocuğumuz geçen Salı günü (Julian takvimine göre) aşılandı ve şimdi şarkılar söylüyor, neşeyle oynuyor, hatta akşam yemeği için sabırsızlanıyor!" Bu ifadeler, sadece bir annenin mutluluğunu değil, aynı zamanda Doğu'nun tıbbi bilgeliğinin Batı'ya açılan kapısını da belgeliyordu.

 

Avrupa'da Variolasyon

 

1719 yılında, Lady Mary’nin eşi Edward, İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği görevinden geri çağrıldı ve aile, çiçek hastalığı salgınlarının giderek yayıldığı Londra’ya döndü. 18. yüzyıl İngiltere’sinde bu hastalık, ciddi ve ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Lady Mary, Osmanlı'da gözlemlediği variolasyon yönteminin binlerce hayat kurtarabileceğini öngörmüştü. Ancak İngiltere’ye döndüğünde, bu yenilikçi uygulamayı tanıtma çabaları tıpkı tahmin ettiği gibi tıbbi, dini ve toplumsal çevrelerden güçlü bir dirençle karşılaştı.

 

1721 yılında Londra'da büyük bir çiçek hastalığı salgını baş gösterdiğinde, Lady Mary hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Osmanlı'daki günlerinden tanıdığı ve oğlu Edward'ın aşılanmasında da rol oynayan İngiliz Büyükelçiliği doktoru Charles Maitland (1668-1748), mesleki itibarını riske atma endişesine rağmen Lady Mary'nin ısrarlarına karşı koyamayarak, Nisan 1721'de onun üç yaşındaki kızı Mary Alice'i variolasyon yöntemiyle aşıladı. 

 

Bu tarihi işlem, aralarında çocuklarından biri hariç hepsini çiçek hastalığından kaybetmiş olan Dr. James Keith'in de bulunduğu üç doktorun huzurunda gerçekleşti. Genç Mary Alice'in hızla iyileşmesi, yöntemin potansiyelini açıkça ortaya koydu ve gözlemcileri derinden etkiledi. Doktorlar, uygulamanın başarısından o kadar etkilendiler ki, Dr. Keith bile Maitland'dan kendi oğlu Peter'ı aşılamasını rica etti. Böylece Mary Alice, İngiltere'de variolasyon uygulanan ilk kişi olarak; Maitland ise bu yöntemi uygulayan ilk doktor olarak tarihe geçti.

 

Lady Mary, variolasyonun güvenilirliğini kanıtlamak için cesur bir adım attı; kızıyla birlikte çiçek hastalığının kol gezdiği evleri ziyaret ederek, yönteminin koruyuculuğunu bizzat gösterdi. Ancak birçok doktor, bu egzotik (yabancı ve alışılmadık) uygulamaya temkinli yaklaşıyordu. Bunun riskli olabileceği, ciddi hatta ölümcül sonuçlara yol açabileceği endişesini taşıyorlardı. Yanlış doz uygulanması durumunda, hafif geçirilmesi beklenen hastalığın ölümcül sonuçlara yol açabileceği ve yeni bir salgın başlatabileceği endişesi yaygındı.

 

İngiliz doktorlar variolasyona farklı açılardan da şüpheyle yaklaşıyorlardı:

 

  • Çiçek hastalığı dışındaki hastalıkların aşı yoluyla bulaşabileceğinden korkuyorlardı.
  • Variolasyonun tam bağışıklık sağlamayabileceğinden şüpheleniyorlardı.
  • En dikkat çekici endişelerden biri ise, farklı sosyal sınıflardan veya cinsiyetlerden insanların kanlarının karıştırılmasının aristokrat soyları zayıflatabileceği ve hatta "hermafroditler" (hem erkek hem de kadın cinsel organlarına sahip olduğu düşünülen kişiler) yaratabileceği yönündeki tuhaf inançtı.

 

Lady Mary'nin çiçek aşısı girişimleri, Kral I. George'un (1660-1727) sarayında duyulsa da, hanedan üyeleri çocuklarını bu yeni yönteme emanet etme konusunda oldukça temkinliydi. Ancak Lady Mary, hayat kurtarıcı potansiyeline inandığı bu buluşu İngiliz sosyetesinde yerleşik bir uygulama haline getirmekte kararlıydı. Aşının etkinliğini ve güvenliğini ikna edici bir şekilde kanıtlamak için daha etkileyici bir gösteriye ihtiyaç vardı.

 

Bu amaçla, Ağustos 1721'de Newgate Hapishanesi'nde tarihi bir deney gerçekleştirildi. İdam cezası almış altı mahkuma, aşı olmaları ve hayatta kalmaları halinde özgürlük vaat edildi. Mahkumların hepsi bu teklifi kabul etti ve şaşırtıcı biçimde hepsi sağlıklı kalmayı başardı. Daha da çarpıcı olanı, aşılanan mahkumlardan bir kadının, çiçek hastalığı olan bir çocuğu emzirmek üzere gönderilmesiydi. Altı hafta boyunca her gece çocukla uyumasına rağmen kadın hastalanmadı. Galler Prensesi'nin hala biraz tereddütlü kalması üzerine, St. James Westminster cemaatinden yetim çocuklar üzerinde başka bir deney daha yapıldı.

 

Bu deneyler, variolasyonun çiçek hastalığına karşı gerçekten de koruma sağladığını bilimsel ve toplumsal olarak kanıtladı. Newgate deneylerinin başarısı, yöntemin kabulünü hızlandırdı ve kısa sürede 200'den fazla üst sınıf kişinin variolasyon yaptırmasına öncülük etti. Maitland, Galler Prensesi'nin emriyle Prensesler Amelia ve Caroline'ın, daha sonra da kardeşleri Prens Frederick'in aşılanmasında yer aldı. 1729'a gelindiğinde ise 897 kişi daha aşılandı ve bunlardan sadece 17'si hayatını kaybetti. Bu oran, dönemin koşulları göz önüne alındığında, çiçek hastalığının yaygın ölümcüllüğüne karşı elde edilmiş büyük bir başarıydı.

 

Ancak kraliyet desteğine rağmen variolasyon, toplumda hala ciddi şüphe ve direnişle karşılaşıyordu. Özellikle dini çevreler bu yönteme sert biçimde karşıydı. Kilise, çiçek hastalığını “Tanrı’nın günahkarlara verdiği bir ceza” olarak yorumluyor ve aşılamayı “ilahi düzene müdahale” olarak nitelendiriyordu. Rahip Theodore Delafaye (1715-1886) gibi bazı din adamları, hastalığın ortadan kalkmasının insanların ahlakını zayıflatacağı ve Tanrı korkusunu unutturacağı endişesini dile getiriyordu.

 

Bu tür söylemler halkı olduğu kadar Lady Mary'nin yakın çevresini de etkiledi. Kız kardeşi Lady Mar, çocuklarını aşılatmayı reddetti ve 1723 civarında onlardan birini çiçek hastalığından kaybetti. Lady Mary’nin mektup arkadaşı Sarah Chiswell de variolasyonu kabul etmedi ve 1726’da aynı hastalıktan hayatını kaybetti.

 

Yöntemin Osmanlı kökenli oluşu, Batı’da bazı çevrelerde yabancı düşmanlığını körükledi ve ciddi tepkilere yol açtı. Variolasyon, yalnızca bir tıbbi yenilik olarak değil, aynı zamanda kültürel ve dini önyargıların hedefi haline geldi. Bazı kişiler bu yöntemi “İslami bir istila” ya da “İslam’ın sızması” olarak tanımlarken, bazı Hristiyan çevreler Müslüman kökenli bir uygulamanın kendilerine fayda sağlamayacağı yönünde temelsiz iddialar öne sürüyordu. Lady Mary Wortley Montagu’nun kendi papazı bile, yöntemin Müslümanlar tarafından geliştirilmiş olmasını gerekçe göstererek, Hristiyanlara uygun olmadığını savunmuştu.

 

Bu tür önyargılar en çarpıcı biçimde, 1722 yılında Londra’daki St. Paul Kilisesi’nin vaizi Rev. Edmund Massey’nin verdiği bir vaazda dile getirildi. “A Sermon Against the Dangerous and Sinful Practice of Inoculation” (Aşılamanın Tehlikeli ve Günahkar Uygulamasına Karşı Bir Vaaz) başlıklı konuşmasında Massey, variolasyonu dini bir sapkınlık olarak tanımladı. Bu yöntemin, “Hz. İsa’nın Haçı’nın düşmanları ve kafirler tarafından uygulandığını” ve insanların çocuklarını “şeytana barış kurbanı olarak sunduklarını” ileri sürerek dini paniği körükledi.

 

Variolasyon yöntemi zamanla bilimsel bir yöntem olmaktan çıkıp siyasallaştı. Muhafazakar çevreler, “doğaya müdahale” ve “yöntemin tehlikeleri” üzerine makaleler yayımlayarak halk arasında güvensizlik yarattı. Bununla birlikte, Osmanlı ve İngiltere'nin çiçek hastalığına karşı mücadele yöntemleri keskin biçimde farklıydı. Osmanlı'da hastalar karantinaya alınarak salgının yayılması kontrol altına alınırken, İngiltere'de bu uygulama yeterince benimsenmediği için salgın yönetimi zayıf kaldı.

 

Daha da vahimi, variolasyonun İngiltere'de sağlıklı bir şekilde uygulanmasının önünde, dönemin yerleşik tıp anlayışı ciddi bir engel teşkil ediyordu. O dönemde hala Antik Yunan hekimleri Hipokrat (M.Ö. 460–370) ve Galen (M.S. 129–200) gibi isimlerin mirasını sürdüren "hümoral tıp" anlayışı egemendi. Bu görüşe göre, insan vücudu dört ana sıvıdan (kan, balgam, sarı safra ve kara safra) oluşur ve sağlık, bu sıvıların dengede olmasıyla sağlanır. Hastalıkların nedeni, bu sıvıların dengesinin bozulması olarak görülüyordu.


Hastalıkların gerçek nedenleri hakkında henüz bilimsel bir fikir olmadığı için, tıp asıl olarak belirtileri yönetmeye odaklanıyordu. Dolayısıyla tedavi de, dengeyi yeniden sağlamak amacıyla vücuttan bir miktar sıvı—çoğunlukla kan—alıp atmakla mümkün sanılıyordu.

 

Bu anlayışla hareket eden İngiliz hekimler, variolasyon uygulamasından önce hastanın bozulan "sıvı dengesini" kan akıtma (bloodletting) yöntemiyle düzeltmeye çalışıyorlardı. Belki de bu şekilde uygulamanın daha etkili olacağını umuyorlardı. Ancak, vücut zaten enfeksiyonla mücadele halindeyken uygulanan bu yöntem, hastaları daha da zayıf düşürüyor ve bağışıklık sistemini iyice güçsüzleştiriyordu. Oysa variolasyon sürecinde bağışıklık sisteminin güçlü olması gerekiyordu; yanlış tedavi yaklaşımları ise hastalığın seyrini ağırlaştırarak riskleri artırıyordu. Üstelik bazı doktorlar, vücuda gereğinden fazla miktarda çiçek hastalığı irini enjekte ederek komplikasyonlara yol açıyor, böylece güvenli bir yöntem olan variolasyonu adeta tehlikeli bir işleme dönüştürüyorlardı.

 

2 Mayıs 1755'te İngiltere'deki Kraliyet Doktorlar Koleji, variolasyon yöntemini resmen onayladı. Ancak yöntemi Osmanlı’da keşfedip İngiltere’ye getiren Lady Mary, ülkesindeki uygulamaları izledikçe derin bir hayal kırıklığına sürüklendi. Doktorların bilgisizliği ve maddi hırsı, yöntemin bilimsel ruhunu gölgede bırakarak uygulamayı yozlaştırdı.

 
Osmanlı’da ustalıkla ve dikkatle hayata geçirilen bu teknik, İngiliz hekimlerin ellerinde hem güvenilirliğini yitirdi hem de halk sağlığını tehlikeye attı. Sorun, bazı hekimlerin geleneksel yaklaşımları sorgusuz benimsemesi ve diğerlerinin süreci kasıtlı olarak karmaşıklaştırarak kazanç elde etmeye çalışmasından kaynaklanıyordu. Lady Mary, bu acı farkı şu sözlerle özetledi: “Doğu’nun zarafetle yoğrulmuş deneyimi, Batı’nın cehaleti ve açgözlülüğüyle ziyan oldu.”

 

İngiltere'deki bu çarpık uygulamaların yanı sıra, variloasyon yöntemini dünyaya tanıtan Osmanlı hekimlerinin, bu tekniğin kendi topraklarında bile her kesimden kabul görmediğini belgelemesi oldukça dikkat çekicidir. Yöntem, çeşitli etnik ve dini gruplar arasında yaygınlık kazanmış olsa da, özellikle kaderci anlayışa sahip bazı Müslümanlar tarafından "Allah'ın takdirine müdahale" endişesiyle reddediliyordu. Timoni ve Pylarinus'un gözlemlerine göre, bu kesim "ölüm zamanının ilahi iradeyle belirlendiği" inancıyla aşıya mesafeli duruyordu. İronik bir şekilde, zaman zaman birbirine düşmanlık besleyen iki dinin inananları—hatta inandıkları Tanrılar—söz konusu aşı karşıtlığı olduğunda benzer kaygılar dile getiriyor, aynı söylemlerde buluşarak adeta birbirine omuz veriyordu.

 

Sonuçta toplumsal bir kalıp ortaya çıkıyordu. Aydın kesim ve yüksek sosyoekonomik gruplar yenilikçi tedaviye açık yaklaşırken, geniş halk kesimleri çeşitli kaygılar nedeniyle variolasyona mesafeli kalıyordu. Bu durum, bilimsel ilerlemenin toplumsal kabulünde eğitim ve sosyal konumun ne denli belirleyici olduğunu gösteriyordu.

 

 

Lady Mary, Koruyucu Tıbbın Öncüsü

 

Lady Mary Wortley Montagu, 18. yüzyılın katı ataerkil yapısına meydan okuyan sıra dışı bir kadındı. Edebi ve entelektüel birikimiyle tanınmakla kalmadı, aynı zamanda kadınların bilgiye erişim hakkını ve toplumsal alandaki yerlerini genişletme mücadelesiyle de öne çıktı. Erken dönem feminist düşüncenin izlerini taşıyan bu cesur duruşuyla zamanının sınırlarını zorladı. 1717 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda büyükelçi eşi olarak bulunduğu sırada tanık olduğu çiçek aşısı (variolasyon) yöntemini, 1721’de İngiltere’ye taşıyarak tıp tarihine yön verdi. Bu yöntem, kısa sürede sadece İngiltere'de değil, tüm dünyada yaygınlaşarak bir çok hayatın kurtulmasına öncülük etti.
 
Lady Mary'nin hayat kurtarıcı misyonu karşısında, çağının tüm karanlık güçleri saflarını dizdi. Hristiyan fanatizminin bilime karşı kör inadı, hekimlerinin koltuk değneklerini kaybetme korkusu ve en yıkıcısı, "Haçlı Seferleri'nden beri kanıksanan kin"le şekillenmiş Avrupa zihniyetinin Müslüman topraklardan gelen her bilgiye karşı köklü önyargısı - bu üçlü ittifak Lady Mary'nin önünde neredeyse geçilmez bir set örmüştü. Osmanlı coğrafyasından gelen bu yaşam bilgisine güvensizlik siyasi kaygıları da beraberinde getiriyordu; "düşman" bir imparatorluğun medeniyetinden bir şey öğrenmek, dönemin İngiliz aristokrasisinin gururunu yaralıyordu.
 
Ama Lady Mary boyun eğmedi. Kararlılığı kayalar gibi sarsılmazdı ve sonunda galip geldi - variolasyon İngiltere'de kök saldı. Bu zafer, tarihin en çarpıcı ironilerinden birine zemin hazırladı: 1757'de, 8 yaşındaki Edward Jenner (1749–1823), İngiltere'de Gloucester'da binlerce çocukla birlikte variolasyonla aşılandı. Bu sayede çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazanan Jenner, ilerleyen yıllarda bilim insanı olacak ve modern aşılamayı geliştirerek milyonlarca insanın hayatını kurtaracaktı.
 
Zamanla eşi Edward'ın politik hırsları ve kariyerindeki dalgalanmalar, çifti giderek birbirinden uzaklaştırdı. Londra’nın dedikodu kulislerinde Lady Mary ile iğneleyici hicivleriyle tanınan aristokrat John Hervey'in (1696–1743), 1736 yılında şehre gelen İtalyan filozof ve şair Francesco Algarotti'yi (1712–1764) aralarında paylaşamadıklar bir aşk üçgenine karıştıkları konuşuluyordu. Dönemin İngiliz hukukunda boşanma, özellikle kadınlar için neredeyse imkansızdı. Bu çıkmazdan kurtulmak için Lady Mary, 1739’da kendisinden 23 yaş küçük Algarotti’ye duyduğu tutkuyla İngiltere’den ayrılarak İtalya’ya gitti. Ne var ki bu ilişki kısa sürdü. Aynı yıl Algarotti, Prusya Kralı Büyük Frederick (1712–1786) tarafından “Kont” unvanıyla onurlandırılarak Berlin’e davet edildi. Kalbi kırılan Lady Mary, Frederick’i tercih eden Algarotti’nin ardından Venedik, Floransa ve Padova’da kendine yeni bir hayat kurmaya çalıştı.
 
Yaklaşık 22 yıl boyunca İngiltere'den uzakta yaşayan Lady Mary, Avrupa'nın entelektüel çevrelerinde hak ettiği saygıyı gördü. Ancak 1761'de kocası öldükten sonra ülkesine döndüğünde, onu soğuk bir karşılama bekliyordu. Anadolu'dan getirdiği variolasyon (aşı) yöntemiyle binlerce hayat kurtarmasına rağmen, İngiliz toplumunun dar görüşlü ahlaki yargıları, onun özgür yaşam tarzını ve yenilikçi fikirlerini dışladı. 1762'de meme kanserinden vefat eden Lady Mary, ardında sadece bilimsel bir miras değil, aynı zamanda baskıcı topluma rağmen kadın hakları ve bireysel özgürlük için cesurca mücadele eden, çağının çok ötesinde bir devrimcinin izlerini bıraktı.
 
Güney Yorkshire’daki Wentworth Kalesi Bahçeleri’nde, William Wentworth (2. Strafford Kontu, 1722–1791) tarafından 1730-1740 yılları arasında yaptırılan “Sun Monument ("Güneş Anıtı)” adlı obelisk, Lady Mary’nin öncü çabalarını ölümsüzleştirir. Bu anıt, İngiltere’de kraliyet ailesi dışından bir kadına adanmış en eski yapılardan biri olarak kabul edilir. Üzerindeki yazı, onun katkısını şu sözlerle yansıtır:
"Dedicated to the Memory of the Rt Hon. Lady Mary Wortley Montagu who in the Year 1720 introduced inoculation of the smallpox into England from Turkey."
Türkçesi: "Çok Değerli Lady Mary Wortley Montagu’nun anısına adanmıştır; 1720 yılında çiçek aşısını Türkiye’den İngiltere’ye tanıttı."

Makale yazarının dikkatini çeken önemli nokta, anıt metninde "Osmanlı İmparatorluğu" yerine "Türkiye" ifadesinin tercih edilmesidir. Bu terminolojik tercih, 18. yüzyıl Batı dünyasının Osmanlı coğrafyasına dair algısını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. O dönemde Avrupa'da "Türkiye" terimi, Osmanlı topraklarını tanımlamak için yaygın olarak kullanılıyor ve bu durum, imparatorluğun çok uluslu yapısını göz ardı ederek bölgeyi Türk kimliği üzerinden tanımlama eğilimini açıkça ortaya koyuyordu.
 
Lady Mary’nin mirasını yaşatan bir başka anıt, 1789 yılında Henrietta Inge tarafından Lichfield Katedrali’nde dikilmiştir. Bu anıt, onun çiçek aşısını Türkiye’den İngiltere’ye taşıyan öncü rolünü ve Inge ailesinin bu yöntem sayesinde hayatta kalmış olmasından doğan kişisel minnettarlığını yansıtır.

Anıtta yer alan yazıt şöyledir:
 
Sacred to the Memory of The Right Honourable Lady MARY WORTLEY MONTAGUE,
Who happily introdue'd from Turkey, into this Country.
The Salutary Art Of inoculating the Small_Pox.
Convine'd of its Efficacy She first tried it with Succefs, On her own Children:
And then recommended the practice of it To her fellow_Citizens.
Thus by her Example and Advice, We have soften'd the Virulence, And escap'd the danger of this malignant Disease,
To perpetuate the Memory of such Benevolence; And to expreis her Cratitude For the benefit She herself has receiv'd om this alleviating Art
This Monument is erected by HENRIETTA INGE Reliet of THEODORE WILLIAM INGE Esq" And Daughter of Sir JOHN WROTTESLEY Baronet In the Year of Our LORD MDCCLXXXIX.

 

Türkçesi: “Saygıdeğer Lady Mary Wortley Montagu’nun aziz hatırasına…
Kendisi, çiçek hastalığına karşı etkili aşılama yöntemini

Türkiye’den bu ülkeye başarıyla tanıttı.
Yöntemin etkinliğine yürekten inanarak önce kendi çocukları üzerinde başarıyla denedi.
Ve ardından bu uygulamayı vatandaşlarına tavsiye etti.
Onun cesur örnekliği ve rehberliği sayesinde, bizler bu ölümcül hastalığın şiddetini hafifleterek tehlikesinden korunabildik.
Bu büyük iyiliğin hatırasını yaşatmak ve kendisinin bu yöntemden şahsen gördüğü faydalar için duyduğu şükranı dile getirmek amacıyla,
bu anıt, Theodore William Inge’in dul eşi ve Sir John Wrottesley’nin kızı Henrietta Inge tarafından, Tanrı’nın izniyle, 1789 yılında dikilmiştir.”

 

Günümüzde Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği), Lady Mary Wortley Montagu’yu “Koruyucu Tıbbın Öncüsü” unvanıyla onurlandırmaktadır. Diktikleri anıtta şu ifadeler yer almaktadır:

 

Royal Society of Biology Mary Wortley Montagu 1689-1762 Pioneer of preventative medicine Introduced smallpox inoculation to Britain in 1721, saving countless lives Commemorated here circa 1762 British Society for immunology www.rsb.org.uk


Türkçesi: "Royal Society of Biology (Kraliyet Biyoloji Derneği) Mary Wortley Montagu (1689–1762), koruyucu tıbbın öncüsüdür. 1721’de çiçek aşısını Britanya’ya tanıtarak sayısız hayat kurtardı. Yaklaşık 1762’de burada anıldı. British Society for Immunology (İngiliz İmmünoloji Derneği) www.rsb.org.uk

 

Öte yandan variolasyonu 1721’de Amerika’ya tanıtan Cotton Mather (1663-1728), Lady Mary’nin bu hayat kurtarıcı yöntemi Osmanlı’dan İngiltere’ye taşıma başarısına hayranlık duyuyordu. Ancak bu hayranlık, Osmanlı hekimlerinin yıllar önce Avrupa’daki meslektaşlarına raporladığı ve Osmanlı’da uzun süredir başarıyla uygulanan bu yöntemin Batı bilim çevrelerince görmezden gelinmesine duyduğu sitem ve hayal kırıklığıyla gölgelenmişti. Üstelik bu hekimler, Avrupa’nın en seçkin tıp okullarından Padova’da eğitim görmüş ve Royal Society gibi saygın bilim kurumlarına üye kabul edilmiş kişilerdi. Oysa aynı bilgi, aristokrat bir İngiliz kadının kaleminden çıkınca bir anda kabul görmüş, önce saray çevrelerinde, ardından toplumun üst sınıflarında ilgiyle karşılanmış ve nihayetinde bilimsel otorite tarafından ciddiye alınmış ve Mather sayesinde Atlantik ötesine taşınarak Yeni Dünya’da da meşruiyet kazanmıştı.

 

Mather, bilimsel gerçeklerin ancak bir asilzadenin onları 'moda' haline getirmesiyle kabul gördüğü bu ironiyi, "Bilimsel hakikatler uzun süre göz ardı edildi. Değer görebilmesi için bir kadının süslü kalemiyle sunulması gerekti" sözleriyle özetler.  Bu ifade, yalnızca bilginin kendisini değil, onu aktaran kişinin toplumsal statüsüne verilen önemin de keskin bir eleştirisiydi. İlginçtir ki, 29 yaşındayken somut olmayan delillere dayalı yargılamaları teşvik eden bir dönemin cadı avcısı Mather, 29 yıl sonra tam tersi bir görüş benimsemişti. Bilimsel doğruların kaynağından bağımsız olarak, yalnızca doğruluğuna göre değerlendirilmesi gerektiğini savunuyordu. Oysa variolasyon örneğinde, bilgiye duyulan güven değil, bilgiyi tanıtanın itibarı belirleyici olmuştu. Bu durum, Batılı bilim insanlarının iddia ettikleri tarafsızlıkla bağdaşmıyor, aksine bilgiye erişimi sosyal hiyerarşiyle sınırlayan derin bir önyargıyı açığa çıkarıyordu. Mather'a göre, Batı'nın Doğu'ya karşı sergilediği bu entelektüel kibir, yalnızca bir bilimsel tembellik değil, aynı zamanda halkın ölümüne duyarsız kalan ahlaki bir ihmalkarlığın da göstergesiydi.

 
 
Batı’nın bilimsel üstünlük iddialarını sorgulamakla yetinmeyen cadı avcısı Mather, Osmanlı söz konusu olduğunda eleştirilerinde ölçüsüzlüğü hakaret boyutuna taşıdı. Dönemin Batılı önyargıları Osmanlıları “barbar” ya da “geri” olarak görme eğilimindeydi; Mather da bu zihniyetin bir yansıması olarak, 1721’de Boston’da patlak veren çiçek salgını sırasında yayımladığı Some Account of What is Said of Inoculating or Transplanting the Small Pox (Çiçek Hastalığını Aşılamak veya Nakletmek Hakkında Söylenenlere Dair Bazı Açıklamalar) adlı eserinde, Türk usulü variolasyon yöntemini överken dahi Türkleri aşağılamaktan geri durmadı.
 
"So that at this day, everyone does without any hesitation, and with all the security imaginable, practice the transplantation; except here and there a few cowards that are afraid of their shadows. Indeed, the Turks, whose faith in fate is as we know, and who are a more indocible sort of animals, have not yet much come into it."
 
"Öyle ki, bu günlerde, gölgelerinden korkan bir avuç korkak dışında, herkes tereddütsüz ve akla gelebilecek tüm güvenlikle bu aşılamayı uygulamaktadır. Gerçekten de, kaderlerine olan inançları bildiğimiz gibi olan ve daha eğitilmesi zor hayvanlar olarak gördüğü Türkler, henüz buna pek yanaşmamışlardır."

Variolasyon yöntemi, Osmanlı topraklarında köklü bir gelenek olarak yerel düzeyde başarıyla uygulanıyordu. Üstelik bu hayati yöntem, padişahın özel hekimi de olan Timoni ve Pylarinos gibi Osmanlı hekimleri tarafından 1710’lu yıllarda Avrupa bilim dünyasına tanıtılmıştı. Buna rağmen, çiçek hastalığı gibi ölümcül bir salgının kol gezdiği bir dönemde, merkezi yönetimin bu hayati yönteme karşı kayıtsız kalması, halk sağlığına adanmış biri olan Mather için sadece bir ihmal değil, ciddi bir sorumsuzluk göstergesiydi. Bir devletin kudreti yalnızca sınırlarının genişliğiyle değil, halkının sağlığı ve refahıyla ölçülürken, kendi halkını ölümcül salgından koruyabilecek etkili bir yöntemin yönetimsel duyarsızlık yüzünden göz ardı edilmesi nasıl mazur görülebilirdi? Bu durumu basit bir 'ihmal' ile açıklamak mümkün değildi.
 
Mather’a göre Osmanlı'nın bu ilgisizliği yalnızca kendi halkına değil, tüm insanlığa sırt çevirmek anlamına geliyordu. Belki de önlenebilecek binlerce ölüm, göz göre göre yaşanmıştı. En çarpıcı olanı ise, halk sağlığını doğrudan ilgilendiren böylesine yaşamsal bir bilginin sadece yerel düzeyde kalması, devletin bunu bir sağlık politikasına dönüştürerek yaygınlaştırmak ya da dünyaya duyurmak için en küçük bir irade göstermemesiydi. Mather’a göre bu, affedilmesi mümkün olmayan bir kayıtsızlıktı.
 
Dahası, Osmanlı'nın merkezi yönetimi bilime karşı neredeyse büyülenmişçesine bir kayıtsızlık içindeyken, halkın variolasyon yönteminden haberdar olmasına rağmen yalnızca eğitimli ve ayrıcalıklı kesimler bu uygulamaya ilgi gösteriyordu. Diğer kesimlerin bu hayati yöntemden uzak durmayı tercih etmesi, Mather için sadece bir trajedi değildi. Tam da bu noktada Mather'ın öfkesi doruğa çıkıyordu; çünkü ölümün gölgesinden uzaklaşmak mümkünken, bile isteye tehlikeyle yüz yüze kalmak onun için akıl almaz bir umursamazlıktı. Bu durum, insan hayatına yönelik kayıtsızlığın çarpıcı bir göstergesiydi.

Osmanlı'nın bu suskunluğu, yalnızca yönetimsel bir zafiyet değil, aynı zamanda bilimsel gelişmelere karşı sergilediği derin kayıtsızlığın çarpıcı bir göstergesiydi. Oysa variolasyon, insanlığa sunabileceği eşsiz bir şifa armağanı, paha biçilmez bir hediyeydi. Ne var ki bu duyarsızlık, yalnızca böylesine kıymetli bir fırsatın heba edilmesine yol açmadı; aynı zamanda variolasyonun dünya sahnesine tanıtımında hak edilen öncülük ve itibarın da başka coğrafyalara kaptırılmasına neden oldu.

 

Not: Tarihin en büyük ironilerinden biri, yargılayanların çoğu zaman yargıladıklarından çok daha karanlık bir geçmişe sahip olmaları değil midir? Masum insanları cadılıkla suçlayan ve idamlarına zemin hazırlayan, ırkçı ve bağnaz söylemleriyle tanınan vaiz Mather’ın, 1721 yılında Türkler hakkında sarf ettiği “eğitilmesi zor” yönündeki kibirli ve küçümseyici yargıyı tarihin vicdanı önünde geçersiz kılmak bizim elimizde

Elbette, biz de zaman zaman kendi toplumumuza “Neden en basit kurallara bile uymakta zorlanıyoruz?” diye öfkeleniyor, iç geçiriyoruz. Fakat bu tür eleştirilerin dışarıdan, özellikle de küçümseyici bir tonla gelmesi, onur kırıcı bir şekilde hepimizi derinden yaralıyor.Bu durumu somutlaştırmak gerekirse: Bugün sokaklarda en sık karşılaştığımız uyarılardan biri “Yere çöp atmayınız.” Peki, pencereyi açıp dışarı baktığımızda, gözümüze ilk çarpan şey çoğu zaman rastgele atılmış çöpler olmuyor mu?
 
Şimdi bir an empatiyle yaklaşalım, bir an için kendimizi başkasının yerine koyalım: Yere attığımız her çöp, gece gündüz çalışan temizlik görevlilerinin zaten ağır olan yükünü daha da artırmıyor mu? Peki ya aynı sorumsuzluğu bir başkası bizim iş yükümüzü artırarak sergilese ve üstüne üstlük, “Neden şikayet ediyorsun ki, zaten senin işin bu değil mi?” hatta, “Zaten bunun için maaş almıyor musun?” dese—nasıl hissederdik? Oysa bu döngüyü kırmak elimizde: Bir parça sorumluluk, bir tutam duyarlılık ve toplum adına ortak bir vicdanla...

Çünkü tarih yalnızca yazılanlarla değil, yaşananlarla, verilen cevaplarla ve atılan her küçük adımla şekillenir. Gelin, bilimle aydınlanan yollarımızda, sanatla incelmiş ruhumuzla, bilgiye duyduğumuz inançla ve ahlaki bir kararlılıkla ilerleyelim. Mather gibi bağnaz yargıları, sadece eleştirerek değil, onlara yakışmayacak onurlu başarılarımızla; üretkenliğimiz, nezaketimiz ve dayanışmamızla geçersiz kılalım. Unutmayalım: Sessizce çöp kutusuna atılan bir kağıt parçası bile, zamanında kibirle sarf edilen bir yargıya karşı yankı uyandıracak kadar güçlü olabilir. Bu çaba, sadece geçmişteki bir yanılgıya verilen bir cevap değil, aynı zamanda daha iyi bir gelecek inşa etme kararlılığımızın da bir göstergesidir.

 

Amerika'da Variolasyon

 

Lady Mary, variolasyon yöntemini İngiltere’de tanıtırken muhafazakar çevrelerden tepki görse de, en azından hayatı tehdit altında değildi. Oysa aynı yöntemi Amerika’da savunan din adamı ve bilim insanı Cotton Mather (1663-1728), yalnızca entelektüel değil, fiziksel şiddet tehdidiyle de karşı karşıya kaldı. 14 Kasım 1721 tarihinde üzerinde “Aşıcı hain! Sana çiçek bulaştıracağım!” yazılı bir notla birlikte Boston’daki evine bomba atıldı. Neyse ki bomba patlamadı.

 

Mather, İngilizlerin Amerika’daki egemenliğini sürdürdüğü kolonyal dönemde (yaklaşık 1607–1776) Massachusetts’te yaşamış; İngiltere Kilisesi’ni Katolik (Latince catholicus, “evrensel”) etkilerinden arındırarak saflaştırmayı amaçlayan Protestan Reform Hareketi’nin bir kolu olan Püriten topluluğunun (purify, İngilizce “saflaştırmak” fiilinden türetilmiştir) önde gelen vaizlerinden biri olarak, Amerikan tarihinin en tartışmalı figürlerinden biri haline gelmiştir. Katolik Kilisesi'nin aşırı zenginleşmesi, yozlaşması ve siyasi/dünyasal meselelerle giderek daha fazla ilgilenmeye başlaması, birçok din adamının tepkisini çekmiş; bu rahatsızlık Reform hareketlerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

 

Mather’ın mirası, dini fanatizmle bilimsel merakı, kölelik ve kolonyal şiddet gibi yapısal adaletsizliklere göz yummayla halk sağlığına yönelik cesur tutumları bir arada barındıran derin çelişkilerle örülüdür. 1692’deki Salem Cadı Davaları’nda çoğunluğu kadın olan 20 kişinin idamla sonuçlanan cadı avını körüklemiş; öte yandan çiçek hastalığına karşı variolasyon yöntemini savunarak halk sağlığı alanında öncü bir rol üstlenmiştir.

 

Mather’ın Salem Cadı Davaları’ndaki etkisi, Püriten teolojisine dayanan vaazları ve yazılarıyla dolaylı ancak yıkıcıydı. Hukuki süreçte doğrudan yer almasa da, manevi otoritesi ve cadılık tehdidine dair söylemleri, mahkemelerin bakış açısını şekillendirerek Salem’deki histeriyi körükledi ve Amerika tarihinin en karanlık dönemlerinden birinin önemli figürlerinden biri olmasına yol açtı. Özellikle “görünmez kanıt” (spectral evidence) olarak bilinen, fiziksel delil yerine hayalet görüntülerine dayanan tanıklıkların mahkemelerde kullanılmasına sessizce onay vermesi, adaletsizliği derinleştirdi. Mather, bu tür delillerin dikkatle incelenmesini savunsa da, mahkemelerin bunları kullanmasını engellemedi; bu da masum insanların yalnızca başkalarının iddia ettiği doğaüstü görüntülerle idam edilmesine neden oldu.


Mather’ın kölelik konusundaki tutumu, dönemin Püritenleri gibi derin çelişkiler barındırıyordu. Bir yandan Hristiyanlığın ahlaki değerlerini yüceltirken, öte yandan köleliği İncil’e dayandırarak ilahi düzenin bir parçası olarak meşrulaştırıyordu. Ona göre, köleler efendilerine itaat eder ve Hristiyanlığı kabul ederlerse “ruhsal özgürlük” kazanabilirlerdi; ancak bu inanç, onların fiziksel esaretini sorgulamayı bilinçli biçimde dışarıda bırakıyordu. Böylece kölelik, hem bir “dini misyon” hem de “ilahi bir sınav” olarak yeniden tanımlanıyor; vahşi Afrikalıların Hristiyanlaştırılması, kutsal bir görev gibi sunularak ahlaki bir sorumluluğa dönüştürülüyordu.

Mather, günlüğünde belirttiğine göre, 13 Aralık 1707’de cemaatinin kendisine “hediye ettiği” Afrikalı bir genç de dahil olmak üzere birçok insanı köleleştirerek hizmetine çalıştırdı. “Guramantesli” olduğu belirtilen, 15–25 yaşları arasında olduğu tahmin edilen bu genç, muhtemelen bugünkü Gana ya da Nijerya civarından getirilmişti. Mather ona, İncil’de adı geçen bir köleden esinle “Onesimus” adını verdi. Yunanca kökenli bu isim, “yararlı” ya da “faydalı” anlamına geliyordu. Ne var ki gencin kendi gerçek adı ne kayıtlara geçti ne de Mather’ın yazılarında yer aldı. Bu durum, onun bir birey değil, bir mülk gibi görüldüğünü; kimliğiyle birlikte insanlığının da tarihten silindiğini gözler önüne seren çarpıcı bir örnekti.
  
Mather ve cemaati, transatlantik köle ticaretine katılarak Afrikalıları ve Yerli Amerikalıları köleleştirdi; Karayipler’e köle ihraç ederken Afrika’dan yeni köleler ithal ettiler. Bu sömürgeci düzen, insanları ten renklerine göre hiyerarşik bir şekilde sınıflandırıyor; beyazları ‘Tanrı'nın seçilmişleri’, siyahları ve yerli halkları ise ‘hizmete mahkum edilmişler’ olarak gösterip bu ayrımcılığı dini söylemlerle haklı çıkarmaya çalışıyordu.

 

Yeni Dünya'nın yerli halkları, Avrupalılarla temas etmeden önce uzun süre izole bir yaşam sürmüşlerdi. Bu durum, onları Avrupa kökenli hastalıklara karşı doğal bağışıklıktan yoksun bırakarak, salgınlarda korkunç kayıplar vermelerine neden oldu. Ne var ki, Afrikalı kölelerin çiçek hastalığı gibi salgınlardan daha az etkilenmesi, köle tacirlerinin gözünden kaçmadı. Tacirler, bu gözlemi Afrikalıları 'daha dayanıklı' bir iş gücü olarak pazarlamak için kullanırken, çoğu zaman ırkçı bir dille, Afrikalıların sözde 'vahşi doğasına' bağladılar.

Bu çarpıcı gözlem, Mather'ın da dikkatini çekti. Afrikalıların çiçek hastalığına karşı gösterdiği direnç, Mather'ı bu toplulukların geleneksel korunma yöntemlerini araştırmaya itti. İşte bu arayış, onu variolasyonla tanıştıracak ve bu yöntem, salgınlarla mücadelede onu tarihin sahnesine taşıyan en önemli adımlardan biri olacaktı.

 

Mather, 1678’de hafif çiçek hastalığı geçirerek ömür boyu bağışıklık kazandı. Bu durum, sonraki salgın dönemlerinde hem ailesine bakma hem de hastaları ziyaret etme imkanı tanıdı. 1702’de üç çocuğunun hastalığı atlatması ona büyük bir sevinç yaşatırken, 1713’teki kızamık salgını ise ikinci eşini, üç çocuğunu ve bir hizmetçisini kaybetmesiyle büyük bir yıkıma dönüştü. Bu ağır kayıplar, halk sağlığına duyduğu ilgiyi daha da derinleştirdi. Özellikle tıbbi desteğe ulaşamayan yoksul kesimlerin çiçek hastalığına karşı korunabilmesi için, variolasyon yöntemini tanıtan ve adım adım nasıl uygulanacağını sade bir dille açıklayan broşürler hazırladı. Bu sayede hem salgının yayılmasını önlemeyi hem de halk arasında sağlık bilincini ve korunma yöntemlerine dair farkındalığı artırmayı amaçladı.

 

18. yüzyılda din adamları, toplumun en eğitimli kesimleri arasında yer alıyordu. O dönemde henüz tıp eğitimi veren okullar, meslek birlikleri ya da lisans düzenleyici kurullar oluşmamıştı. Bu nedenle tıbbi bilgi, çoğunlukla usta-çırak ilişkisiyle, deneyimli hekimlerin yanında ediniliyordu. Cotton Mather’ın sahip olduğu tıbbi bilgi, dönemin birçok pratisyen hekiminden geri kalmıyordu; hatta bazı uzmanlara göre, kimi doktorlardan daha donanımlıydı.

 

Derin bir teoloji bilgisine sahip olan Mather, dini konularda hızlı ve kesin yanıtlar verebilecek bir birikime sahipti. Ancak tıp alanında ise sürekli öğrenmeye açık, sorgulayıcı bir zihniyet geliştirmişti. Bu bilimsel merakı sayesinde, 1713 yılında Londra’daki Royal Society’ye üye seçildi ve bu onura erişen sekizinci Amerikalı kolonist oldu. 1712 ile 1724 yılları arasında Kraliyet Topluluğu’na “Curiosa Americana” (Amerika’nın Nadir Harikaları) başlığı altında seksen iki yazı gönderdi. Bu yazışmalarda, “dünyanın bu bölgesinde meydana gelen tüm yeni ve sıra dışı doğa olaylarını” ayrıntılı biçimde ele aldı. Bu çalışmalarının bir kısmı, Royal Society tarafından yayımlanan ve dönemin en saygın bilimsel yayınlarından biri olan Philosophical Transactions dergisinde yer buldu.

1716 yılında Mather, kendi çalışması Curiosa Americana’nın Philosophical Transactions dergisinde yayımlanıp yayımlanmadığını araştırırken dikkat çekic ibir metne rastladı. Osmanlı padişahının özel hekimliğini yapan, Padova ve Oxford’da tıp eğitimi almış ve Konstantinopolis’teki Avrupalı topluluğa hizmet eden İtalyan asıllı Timoni tarafından kaleme alınan bu yazı, İstanbul’daki Çerkesler ve Gürcüler gibi bazı Asya topluluklarında, çiçek hastalığından korunmak amacıyla geleneksel olarak uygulanan bir variolasyon yöntemini ayrıntılı biçimde aktarıyordu. Timoni’ye göre, çiçek hastalığını hafif geçirmiş bir kişiden alınan materyalin sağlıklı bireylere aktarılması, onların hastalığı hafifçe geçirmesini sağlıyor ve bu sayede yeniden yakalanmalarını engelliyordu.
 
Timoni’nin gözlemleri, Kraliyet Topluluğu üyesi ve Gresham College tıp profesörü Dr. John Woodward tarafından Latince orijinal mektuba eklenen İngilizce ön yazıyla birlikte Philosophical Transactions dergisinde yayımlanmıştı. Zaten Mather, Royal Society’e sunulmak üzere hazırladığı bilimsel yazılarını düzenli olarak Dr. Woodward’a gönderdiği için onunla doğrudan iletişim halindeydi. Timoni’nin aktardığı bilgiler, Mather zaten daha önce duyduğu ancak etkisini tam olarak kavrayamadığı variolasyon uygulamasının halk sağlığı açısından ne denli yaşamsal bir potansiyel taşıdığını fark etmesini sağladı.
 

Mather, variolasyon hakkında bir süredir bilgi sahibi olsa da, Timoni'nin detaylı açıklamaları ve özellikle Kraliyet Topluluğu'nun yöntemi onaylayarak yayımlaması, onu Boston'da bu uygulamayı savunmaya yöneltti. 12 Temmuz 1716'da, Dr. John Woodward'a yazdığı mektupta Mather, "Timoni'nin çiçek hastalığının inokülasyon (aşı) yoluyla önlenmesi konusundaki değerli bilgilerini kamuoyuyla paylaştığınız için size minnettarım. Anlattıklarına olumlu yaklaşmanızı bütünüyle destekliyorum. Aslında bu yöntemi Avrupa'da duymadan çok önce, Afrika'dan gelen bir kölemden aylar önce öğrenmiştim." diyerek Onesimus'un hikayesini paylaştı.

 

Mather, zekasını övdüğü siyahi kölesi Onesimus'a daha önce çiçek hastalığı geçirip geçirmediğini sorduğunda, ilginç bir yanıt aldı: "Hem evet, hem hayır." Onesimus, kendisine uygulanan bir "ameliyat" sayesinde hastalığın hafif bir biçimini geçirdiğini ve böylece ömür boyu korunacağını söyledi. Bu yöntemin Guramantes halkı arasında sıkça uygulandığını, cesaret gösterip bu işlemi yaptıranların artık hastalıktan korkmadığını belirtti. Hatta kolundaki yaranın izini göstererek işlemi ayrıntılarıyla tarif etti. Anlattığı yöntem, Mather'ın daha sonra Timonius'un mektubunda okuduğuyla neredeyse aynıydı.

 

Mather, binlerce insanın bu korkunç hastalıktan kurtulmak için büyük paralar ödemeye hazır olduğunu bildiği halde, böylesine umut vadeden bir yöntemin İngiltere'de hala denenmemiş olmasına şaşkınlığını Woodward'a dile getirdi. Ona yalvarırcasına, bu girişimi desteklemesini istedi; zira bununla İngiliz tıbbının babası sayılan Dr. Thomas Sydenham'dan (1624–1689) bile fazla hayat kurtarabileceğini düşünüyordu.

Mather kendi adına bir acil eylem planı hazırlayarak, çiçek hastalığı Boston'a yeniden sirayet edecek olursa, Woodward'a derhal hekimlerle bir istişare toplantısı ayarlayıp bu son derece umut vadeden uygulamanın hayata geçirilmesini sağlamaya çalışacağını belirtti. İngiltere'nin bu adımı kendilerinden önce atmasının kendilerine büyük bir cesaret vereceğini de ekledi. Bu mektup, Mather’ın variolasyona duyduğu güveni ve halk sağlığı konusundaki sorumluluk duygusunu açık biçimde yansıtıyordu.
 

Variolasyon ise dönemin egemen tıbbi görüşü olan hümoral teoriyle (sıvısal denge teorisi) açıkça çelişiyordu. Hümoral anlayışa göre, sağlığı korumanın yolu beden içindeki dört temel sıvının (kan, balgam, sarı safra, kara safra) dengede tutulmasından geçiyordu. Bu dengeyi sağlamak ve "zararlı maddeleri" bedenden atmak için uygulanan yöntemlerden biri de kan akıtma idi. Osmanlı tıbbında da bu yönteme "fasd" denirdi.

 

Ancak variolasyon, "hastalıklar bedenden zararlı maddelerin atılmasıyla tedavi edilir" görüşüne aykırı bir yaklaşımdı. Çünkü sağlıklı bir kişiye bilinçli biçimde hastalıklı madde verilmesini öngörüyordu. Bu yönüyle dönemin tedavi anlayışına tamamen ters düşen, son derece sıra dışı ve cesur bir yaklaşımdı. Mather ise bu zıtlığa rağmen yöntemin potansiyeline ikna olmuştu. Özellikle Timoni'nin, "aşı uygulanan hiç kimsenin çiçek hastalığından ölmediği" yönündeki deneysel gözlemi, Mather'ın bilimsel veriye duyduğu ilgiyi pekiştirerek cesaretini artırdı.

 

Mather’ın güveni, başka kaynaklardan gelen destekleyici bilgilerle daha da güçlendi. Örneğin, bir başka İtalyan asıllı Osmanlı doktoru olan Pylarini, İzmir ve İstanbul’daki variolasyon uygulamalarını araştırmış ve bu konudaki bulgularını Kraliyet Topluluğu’na sunmuştu. Pylarini’nin raporu da Timoni ile büyük ölçüde örtüşmekle birlikte, yöntemin Osmanlı’daki ileri düzey doktorlar tarafından değil, “sıradan, kaba insanlar” tarafından uygulandığını ileri sürüyordu.


1721 Boston Çiçek Hastalığı Salgını
 

22 Nisan 1721’de, İngiliz donanmasına ait HMS Seahorse adlı gemi, Karayipler’in doğusundaki Barbados’tan gelerek Boston’daki Long Wharf iskelesine, karantina kurallarını ihlal ederek yanaştığında, şehrin tarihindeki en yıkıcı dönemlerden biri sessizce başlamıştı. Gemideki iki denizci hastalığı atlatmıştı, ancak bazıları çiçek hastalığının henüz kuluçka evresindeydi. Ertesi gün bir denizcide belirtilerin görülmesi, kısa sürede kontrolden çıkacak ölümcül bir salgının ilk işaretiydi. Nisan 1721 ile Şubat 1722 arasında, yaklaşık 10.600 nüfuslu Boston’da 5.759 kişi enfekte oldu; bunlardan 844’ü —yani yaklaşık %15’i— hayatını kaybetti. Buna karşılık, variolasyonla aşılananlar arasında ölüm oranı yalnızca yaklaşık %2’de kaldı.

8 Mayıs’ta bir hastanın karaya çıktığı duyulduğunda, şehirde başka vakalar da hızla ortaya çıktı. Yetkililer, enfekte bölgeleri izole etmek için bekçiler görevlendirip giriş-çıkışı yasakladı. Ancak on gün sonra, durumun vahameti artınca gemi limandan uzaklaştırıldı; ne yazık ki virüs çoktan şehir sakinlerine yayılmıştı. Kent meclisi, Vali Samuel Shute’tan (1662-1742) bir danışma kurulu oluşturmasını talep ederken, sokak temizliği için 26 özgür siyahi kişi işe alındı.

 

Ancak 27 Mayıs itibarıyla en az sekiz yeni vakanın tespit edilmesiyle salgın hızla yayıldı. Haziran ortasına gelindiğinde hastalık, Boston'un her mahallesine sıçramış, kurulan bekçi sistemi tamamen çökmüştü. Artık cenazeler, sokakların boşaldığı gece saatlerinde gizlice defnediliyordu. Çocukların enfekte bölgelerden uzak tutulması amacıyla okullar belediye binasına taşındı.

 

Karantina, tecrit ve hijyen gibi bilinen yöntemler, 1721 yazında Boston’u sarsan çiçek hastalığı salgını karşısında yetersiz kalmıştı. Umutsuzluk büyürken, Haziran ayı sonunda Vali Samuel Shute halkı Tanrı’dan af dilemeye çağırarak bir oruç ve dua günü ilan etti. Özellikle 1702’deki son büyük salgından sonra doğanlar ya da şehre yeni gelenler, bağışıklık taşımadıkları için en savunmasız grubu oluşturuyordu.

 

Mather, 26 Mayıs tarihli günlüğüne “Çiçek hastalığının korkunç felaketi şimdi kasabaya girdi” diye not düştüğünde, durumu yalnızca kayda geçmiyor, aynı zamanda yıllar öncesinden öngördüğü tehlikenin gerçekleştiğini tescilliyordu. Nitekim 1716’da Dr. John Woodward’a yazdığı mektupta dile getirdiği eylem planını artık uygulamanın zamanı geldiğini fark etti.

 

Araştırmalarını derinleştirdikçe, Boston’daki diğer Afrikalı kölelerin de Onesimus’un anlattığı variolasyon yöntemini bildiklerini ve benzer deneyimlere sahip olduklarını gördü. Mather için bu bilgi, yöntem hakkında yalnızca bireysel bir anlatım değil, kültürel olarak aktarılan kolektif bir deneyim demekti. Artık kendine sıkça şu soruyu soruyordu: “Bu yöntem gerçekten uygulanırsa kaç hayat kurtarılabilir?”

 

Bu düşünceyle, vakit kaybetmeden hekimlerle bir toplantı düzenleyip variolasyonu resmen tartışmaya açmaya karar verdi.

 

Mather, variolasyon yöntemini tanıtmak için 6 Haziran'da Boston'daki 14 doktora mektup gönderdi. Bu yazışmalarda, Timonius ve Pylarinus'un raporlarını paylaşarak hekimleri bu yöntemi uygulamaya ve çiçek hastalığına karşı topyekun bir mücadele başlatmaya davet etti. Ancak, Mather'ın bu umut dolu çağrısı başlangıçta yanıtsız kaldı.

 

23 Haziran'da bir kez daha mektup yazdıysa da sonuç değişmedi. Bunun üzerine Mather, stratejisini değiştirerek bireysel temaslar kurmaya yöneldi. İşte tam bu noktada, kişisel dostu olan Dr. Zabdiel Boylston (1679-1766), Mather'ın önerisini ciddiye alarak büyük bir riskle bu aşıyı denemeye razı oldu. Böylece 1721 yılında, tarihte Çin'den sonra belgelenmiş ikinci halka açık variolasyon girişimi, Amerika'da Cotton Mather ve Dr. Zabdiel Boylston'ın iş birliğiyle Boston'da başlatılmış oldu.


Boylston, Osmanlı hekimlerinin önerdiği gibi Eylül ayını beklemeden harekete geçti. Günlüğüne şu cümleyi kaydetti: “Halk her gün ölüyordu. Daha fazla gecikmek, Tanrı’nın bize verdiği bu bilgiye ihanet olurdu.” Bu inançla, 26 Haziran 1721’de önce altı yaşındaki oğlu Thomas’a, ardından kölesi Jack ile onun iki yaşındaki oğlu Jackey’e Türk usulü variolasyon uygulayarak Amerika’daki ilk belgelenmiş aşılamayı gerçekleştirdi. Thomas, Amerika kıtasında aşılanan ilk kişi olarak kayıtlara geçerken, Boylston da bu yöntemle tedavi uygulayan ilk hekim olarak tarihe geçti.

 

Boylston'ın ilk üç hastasında dokuz günün sonunda hastalığın seyrinin hafif atlatılması, ona büyük bir cesaret verdi ve vakit kaybetmeden kolları sıvadı. Salgının en karanlık günlerinde, beş ay gibi kısa bir sürede, kimi kaynaklara göre 247, kimilerine göreyse 287 kişiye variolasyon uyguladı. Türk usulü variolasyon tekniğini zamanla geliştirerek, daha derin kesiler açmaya ve bunları özenle bantlamaya başladı. Hastalarına özel bakım sağladı, ayrıca yan etkileri yönetmeyi öğrendi. Variolasyon uygulanan bu kişilerden yaklaşık %2’lik bir ölüm oranıyla yalnızca altı kişi hayatını kaybedecekti. Oysa hastalığa doğal yolla yakalananlar arasında ölüm oranı %15’e kadar çıkıyordu. Böylece variolasyon, çiçek hastalığına bağlı ölümleri yaklaşık %87’ye varan bir oranla azaltma potansiyelini çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. Ancak Mather'ın variolasyonu savunma çabaları ve Boylston'ın bu uygulamaları, halk arasında kısa sürede ciddi bir direnişle karşılaştı.

 

Halk arasında korku ve öfke hızla yayıldı. Kimileri, aşılama yoluyla yeni salgınların ortaya çıkabileceğinden endişe duyarken, büyük bir kesim bulaşıcı hastalıkların Tanrı'nın bir sınavı olduğuna ve bu tür tıbbi müdahalelerin ilahi iradeye karşı gelmek anlamına geldiğine inanıyordu. Bazıları ise, kökeni Afrika, Asya ve Orta Doğu'ya dayanan bu yöntemi "putperestlere ait" bir uygulama olarak görüp Hristiyanlara uygun olmadığını iddia etti.

 

Boylston, variolasyon uygulamalarına başladığında kamuoyunun gözünde adeta bir halk düşmanına dönüştürüldü. Ailesi ölümle tehdit edildi, kendisi linç edilmekle korkutuldu. Toplumsal öfke o denli büyüktü ki, evine ilkel bir el bombası dahi atıldı. 1721'de kısa süreliğine tutuklansa da, yalnızca hükümet izniyle aşı yapacağına dair söz vermesi koşuluyla serbest bırakıldı. Ancak Boylston tüm bu baskılara rağmen geri adım atmadı; can güvenliği tehdit altındayken bile variolasyon uygulamalarını gizlice sürdürdü. Not defterine o zorlu günleri şöyle yansıttı: "Her aşıda kendi ölümümü düşündüm... Ama Tanrı bana cesaret verdi." Neyse ki bu zorlu süreci sağ salim atlatmayı başardı.

 

Boylston'ın çabaları kısa sürede meyvesini verdi. 22 Şubat 1722'de Boston'da yeni bir çiçek hastalığı vakasına rastlanmadığı resmen ilan edildi ve salgın sona erdi. Boylston'ın istatistiksel verilerle desteklediği bu çalışma, modern aşılama tekniklerinin temelini atan ilk önemli adımlardan biri oldu. Boston'daki bu başarısı Atlantik'in ötesine, İngiliz kraliyet ailesinin kulağına kadar ulaştı. 1723 yılında, tıbbi başarıları ve variolasyonun hayat kurtaran etkileri nedeniyle Kral I. George tarafından Londra'ya davet edildi. Orada, variolasyonun bilimsel sonuçlarını doğrudan kral ve danışmanlarına sundu.

 

Cesareti ve bilime duyduğu kararlı bağlılık takdirle karşılandı; bu nedenle kraliyet nezdinde onurlandırıldı. Bu kabul, Afrika ve Osmanlı kökenli variolasyon yönteminin Batı tıbbında resmen tanınması ve bilimsel bir dayanak kazanması açısından kritik bir gelişmeydi. Kral I. George'un desteğiyle, Boylston'ın başarıları daha da resmi bir onayla taçlandı. 1726 yılında, prestijli Royal Society üyeliğine seçildi.

 
Diplomasız Dr. Boylston, Diplomalı Dr. Douglass’ın Sert Muhalefetiyle Karşılaştı

Zabdiel Boylston (1679–1766), Amerika Birleşik Devletleri’nin ikinci başkanı John Adams'ın (1735–1826) büyük amcası olamsının yanı sıra erken dönem Amerikan tıp tarihinde variolasyonun tanıtılması, safra kesesi taşlarının çıkarılması ve meme tümörlerinin cerrahi müdahaleyle alınması gibi pek çok cerrahi uygulamada tarihe geçen önemli ilkleri gerçekleştirmiş etkili bir figürdür. Dönemin kısıtlı tıp eğitimi olanakları ve Kuzey Amerika’da ilk tıp okulunun 1765 yılına kadar kurulmamış olması nedeniyle, doktorluk mesleğini İngiltere doğumlu bir cerrah olan babası Thomas Boylston’ın (1644–1695) yanında, herhangi bir akademik diploma edinmeden, çıraklık yaparak öğrendi. 18. yüzyılda cerrahlık, akademik eğitim almış hekimliğe kıyasla daha alt bir meslek olarak görülüyordu. Hekimler genellikle üniversite eğitimi ve teorik bilgilerle ön plana çıkarken, cerrahlar daha çok pratik müdahalelerle sınırlıydı. Hatta birçok esnaf, dişçi veya berber de cerrahi işlemler yapabiliyordu. Modern cerrahi tekniklerin henüz emekleme aşamasında olduğu bu çağda, cerrahlık daha çok ampütasyon (uzuv kesme), kan alma (hacamat) ve yüzeysel yaraların tedavisi gibi basit ve riskli uygulamalarla sınırlıydı.

 

Boylston’un Boston’daki meslektaşı, çiçek hastalığına karşı variolasyona en sert muhaliflerden biri olan Dr. William Douglass (1691–1752), Edinburgh Üniversitesi diplomasını adeta bir asalet nişanı gibi taşıyor; kendisini akademik çevrelerin sözcüsü ve bilimin yegane temsilcisi olarak konumlandırıyordu. İskoçya doğumlu oluşu ve "ana karadan" gelmiş olması da Douglass’ın gözünde ona ayrı bir entelektüel ve kültürel bir üstünlük sağlıyordu. Boylston’un resmi bir tıp diploması olmaksızın çıraklık yoluyla yetişmiş olmasını her fırsatta vurguluyor, onu adeta bir zanaatkar gibi küçümsemek için “doktor” yerine “cerrah” ya da “pratikçi (uygulamacı)” gibi ifadeler kullanıyordu.

 

Douglass, Boylston’u sanki “şöhret peşinde koşan bir maceraperest” gibi nitelendiriyor, variolasyonu “bilimsel olmayan” ve “tehlikeli” bir yöntem olarak görüyor, hani bir Afrika büyüsüymüş gibi küçümsüyordu. Ona göre, yöntemin Afrika kökenli köle Onesimus’tan öğrenilmiş olması, sanki “kölelerin karanlık batıl inançlarına” dayanıyormuşçasına tıp biliminin itibarını zedeliyordu. Douglass neredeyse Boylston’u “tıbbı berbat ellerle kirleten, diplomasız bir maceraperest” gibi resmetmekten geri durmuyordu.

 

Boylston’un Puritan rahip Cotton Mather ile iş birliği, Douglass’ın bir başka eleştiri okunun hedefiydi. “Tıbbı ilahiyatçıların eline bırakmak, hekimliğin ciddiyetine gölge düşürür” diyerek, Mather’ın Salem cadı mahkemelerindeki tartışmalı geçmişini ima ediyor, bilimin dini otoriteyle karışmasını sertçe kınıyordu.

Douglass, Boylston’un variolasyon deneylerini “tehlikeli” ve “sorumsuz” olarak niteliyor; adeta Boston sokaklarını cesetlerle dolduracakmış gibi abartılı uyarılarda bulunuyordu. Boylston’un öne sürdüğü %2’lik ölüm oranını “güvenilmez” buluyor, bu iddiayı bir bakıma “sahtekarlık” olarak değerlendiriyor; hatta “Diplomalı bir hekim böyle düzensiz kayıtlara kanmaz” diyerek onu bilgisizlikle suçluyordu..

 

Bu eleştiriler, Douglass’ın dağıttığı tıbbi broşürlerle sınırlı kalmadı; görüşleri, Franklin ailesinin yönettiği The New-England Courant gazetesinde de yankı buldu. Zaten açıkça aşı karşıtı bir çizgi izleyen gazete, alaycı üslubuyla kamuoyunda karşıtlığı körüklüyor; “diplomalı hekim” kimliğiyle Douglass’ın söylemlerini, “cadı avcısı” Mather’a karşı akademik bir koz gibi sunuyordu.

Hem Douglass hem de gazete, Boylston ile Mather’ı halkı boş umutlarla kandırmakla suçluyor; Boylston’un aşılamayı yaygınlaştırma çabasını ise, salgını körükleme riski taşıdığı gerekçesiyle “sorumsuzluk” olarak nitelendiriyorlardı.


Douglass, Boylston’un sözümona bir Afrika cadısından öğrendiği yöntemle Kral’ı kandırarak Royal Society’ye kabul edilmesini, bilimin ciddiyetine aykırı ve saygınlığa zarar verici bir durum olarak görüyordu. Bu nedenle, Boylston’un elde ettiği itibarı küçümsüyor; izlediği yolun tıbbı adeta bir sirke çevirdiğini ima ediyordu.

İronik bir şekilde, Douglass, kendi hastaları çiçek hastalığından ölmeye başlayınca, daha önce şiddetle karşı çıktığı aşılamanın “belki de bazı faydaları olabileceğini” kabul etmek zorunda kaldı. Edinburgh Üniversitesi diplomasına ve akademik unvanına rağmen, tarih Boylston’u çiçek aşılamasının öncüsü olarak hatırlarken, Douglass’ı inatçı bir muhalif olarak anımsadı.
 
Boylston’un, diplomasız bir hekim olarak kraliyet nezdinde takdir görmesi ve Royal Society’ye kabul edilmes, dönemin akademik önyargılarına rağmen büyük bir başarıydı. Bu durum, Boylston’un sahadaki gözlemlerinin ve cesur uygulamalarının, bilimsel çevrelerde kabul gördüğünü açıkça ortaya koyuyordu.
 
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir gerçek var: Boylston’un uyguladığı aşılama yöntemi, Afrika kökenli köle Onesimus’tan öğrenilmişti. Ancak bu bilginin Batı tıbbında ciddiye alınabilmesi, Boylston’un “beyaz” kimliği sayesinde mümkün oldu. Tıpkı Cotton Mather’ın, kölelerin efendilerine itaati ve Hristiyanlığı kabul etmeleri halinde 'ruhsal özgürlük' kazanacaklarını savunmasında olduğu gibi, bilimsel bilgi de ancak Batılı ve beyaz bir otorite tarafından dile getirildiğinde meşruiyet kazanıyordu. Bu durum bize, tarihte bilginin nasıl 'beyazlaştırıldığını' ve hangi seslerin duyulmaya değer kabul edildiğini sorgulatan çarpıcı bir hakikati hatırlatıyor.

 

Mather ve Boylston’ın variolasyon çabaları, toplumda öyle yoğun bir öfke yarattı ki, sonunda evlerine atılan bombalarla bu şiddet doruk noktasına ulaştı. Bu tepki, Mather’ın geçmişte dile getirdiği aşağılayıcı görüşlerle çarpıcı bir tezat oluşturuyordu. Zira o, bir zamanlar Türkleri “kadercilikleri nedeniyle eğitilmesi zor hayvanlar” olarak görmüş, Doğu toplumlarını irrasyonel ve geri kalmış saymıştı. Ne var ki şimdi, “akılcı” ve “medeni” kabul ettiği kendi toplumu, bilimsel bir yönteme karşı çok daha yıkıcı, çok daha ilkel bir tepki sergiliyordu.

 

Yaşananlar, Mather'ı sarsıcı bir gerçekle yüz yüze getirmeliydi: Cehaletin ne ırkı, ne rengi ne de milliyeti vardı. Gerçek direnç, aklın sesine kulak tıkayan, kanıtın önünde gözlerini bilinçli biçimde kapatan zihinlerden yükseliyordu. Asıl eğitilmesi zor olanlar, hakikate karşı bu inatçı körlüğü sergileyenlerdi. Bu derin kavrayış, onun içinde bir zihinsel kırılma yaratıp düşünce dünyasında köklü bir dönüşümün kapısını aralayabilirdi.

 

Ne var ki bu felsefi uyanış, Mather'ın ruhunda beklenen o köklü dönüşümü ne yazık ki yaratmadı. Bu paha biçilmez bilginin halka ulaşmasında başrol oynayan kölesi Onesimus, nihayet katkılarının karşılığında özgürlüğünü talep ettiğinde, Mather bu çağrıya sessiz kaldı. İnsanlığı kurtarma gibi büyük bir iddiada bulunurken, yanı başındaki bir insanın zincirlerini çözmekten kaçınan Mather, kendi vicdanıyla yüzleşmedi. Bilgiyi taşıyan kişiye özgürlüğü çok gören bu tavır, Mather'ın ahlaki değerlerinin bu noktada ne kadar yetersiz kaldığını ortaya koydu. Bu durum, insanlığın ilerlemesi söyleminin ardındaki büyük bir çelişkiyi de gözler önüne serdi: Aydınlanmayı savunurken, en temel insan hakkına gözlerini kapatan bir ikiyüzlülükle tarihe geçti.

 
Cadı Avcısı Mather, Dr. Douglass’ın Sert Muhalefetiyle Karşılaştı

Mather’ın mektuplarına yanıt vermeyen hekimlerin çekimserliğinde, hem Salem cadı yargılamalarındaki tartışmalı geçmişi hem de variolasyon yöntemine duyulan derin güvensizlik belirleyici olmuştu. Özellikle İskoçya doğumlu doktor William Douglass (1691–1752), variolasyonu “sahte bir tedavi” olarak damgalamış ve uygulamanın halk sağlığına zarar vereceğini savunmuştu.

 

Bu karşıtlığın temelinde, dönemin değişen dünya görüşleri yatıyordu. Mather, variolasyonu Tanrı’nın insanlığı korumak için sunduğu gizemli bir armağan olarak görüyordu; Douglass ise daha seküler bir bakış açısıyla, dini inançlardan bağımsız, akılcı ve dünyevi ölçütlerle yaklaşıyor, yöntemin doğasını ve uygulanma biçimini eleştiriyordu. 18. yüzyılda ivme kazanan sekülerleşme süreci, hastalıkların ilahi cezalarla açıklanmasında dinin belirleyiciliğini zayıflatmış ve bu da Mather ile Douglass’ı karşıt düşünce kutuplarına itmişti.

 

Douglass, variolasyon yöntemine yalnızca tıbbi gerekçelerle değil, kökeninin “vahşi Afrika” geleneklerine dayandığı inancıyla da alenen küçümseyerek yaklaşıyordu. Ona göre bu uygulama, Batı’nın gelişmiş tıp bilgisiyle kıyaslandığında ilkel, batıl inançlara dayalı ve adeta büyüyü andıran bir yöntemdi. Douglass'ın kibirli zihni, “medeniyetin beşiği” olarak gördüğü Avrupa’da bilimin üretildiğine dair değişmez bir inanca dayanıyordu. Bu yüzden, özellikle Afrikalılardan tıbbi bir yenilik çıkabileceği fikrine tümüyle kapalıydı. 

 

Dr. Boylston’ın uyguladığı aşılamanın bilimsel geçerliliğini tartışmaya açan Douglass, şifanın Tanrı’dan gelen kutsal bir lütuf olduğuna inanan Mather gibi din adamlarının tıbbi alana müdahalesine de sert biçimde karşı çıkıyordu. Ona göre, tıp alanında uzman olmayan birinin—hele ki bir vaizin—bir hekime sağlık konusunda yol göstermeye kalkışması kabul edilemezdi. Bu tutum, dönemin şekillenmekte olan profesyonel tıp anlayışını ve tıbbi bilginin yalnızca uzmanlar tarafından icra edilmesi gerektiği düşüncesini yansıtıyordu. Bir bakıma, Douglass’ın bu tavrı, günümüzde “herbokolog” olarak nitelenen, her konuda söz sahibi olmaya çalışan kişilere yönelik eleştirinin erken bir yansımasıydı.

 

Tarihin acımasız ironisiyle, 1692 Salem cadı yargılamalarında karanlık bir rol oynayan Mather, bu kez Afrika kökenli variolasyon yöntemini savunduğu için 'büyücülük' suçlamalarıyla karşı karşıya kaldı. Sanki geçmişin gölgeleri, şimdinin aynasında ona kendi çelişkilerini gösteriyordu.

 

Nitekim salgının ardından ortaya çıkan etkileyici sonuçlar, halk arasında derin tartışmalara yol açtı. Bir zamanlar variolasyonun en sert muhaliflerinden olan Dr. Douglass bile fikrini değiştirerek yöntemin yararlarını kabul etti. 1749’da yayımladığı A Summary, Historical and Political, of the First Planting, Progressive Improvements, and Present State of the British Settlements in North America (Kuzey Amerika’daki İngiliz Yerleşimlerinin İlk Kuruluşu, Aşamalı Gelişmeleri ve Mevcut Durumunun Tarihsel ve Politik Özeti) adlı eserinde halkı aşılama konusunda teşvik etti. Ancak bilimsel ilerlemeye rağmen, çiçek hastalığını Tanrı'nın gazabı olarak gören tutucu çevreler, variolasyonu kutsal iradeye karşı bir müdahale saymaya devam etti. Bu dini gerekçeli direniş o kadar güçlüydü ki, bazı bölgelerde aşılamaya doğrudan yasak getiren kanunlar çıkarıldı. 

 

Amerikan Basınının Salgınla İmtihanı

 

1721'de Boston'da James Franklin (1697-1735) tarafından kurulan The New-England Courant (Yeni İngiltere Gazetesi), Amerikan kolonilerinde otoriteyi açıkça eleştiren ilk bağımsız gazete olarak tarihe geçti. Gazete, çiçek hastalığı salgını sırasında yalnızca gelişmeleri aktarmakla yetinmedi; variolasyon tartışmalarında açıkça taraf olarak halk sağlığına dair fikirlerin şekillenmesinde etkili oldu. Mather'ın aşı kampanyalarını alaycı bir üslupla eleştiren yayınlarıyla Courant, Amerikan basın tarihinde bir sağlık krizinin kamuoyuna yansıtıldığı (ve hatta yer yer kışkırtıldığı) ilk önemli örneklerden biri oldu. Courant’ın tutumu, bilimsel yeniliklere karşı toplumsal direnci gözler önüne sererken, basının kamuoyu üzerindeki etkisini gösteren erken ve çarpıcı bir örnek oluşturdu. Ancak bu cesur yayın çizgisi, James Franklin için ağır sonuçlar doğurdu. 1722’de vali karşıtı bir yazı nedeniyle hapse atılması, sadece onun kişisel bir bedel ödemesi değil, aynı zamanda Amerikan basın özgürlüğü tarihinin dönüm noktalarından biri olarak kayıtlara geçti.

 

James Franklin, matbaacılık faaliyetlerini küçük kardeşi Benjamin Franklin (1706–1790) ile birlikte, eşi Ann Smith Franklin’in (1696–1763) desteğiyle yürütüyordu. Benjamin, henüz 12 yaşındayken James’in yanına çırak olarak girdi; kısa sürede yalnızca dizgi işlerinde değil, yazarlıkta da oldukça ustalaştı.

 

Benjamin 16 yaşına geldiğinde, “Silence Dogood” (Sessizce İyilik Yapan) takma adıyla yazdığı hicivli mektuplarla Courant gazetesinde büyük dikkat çekti. Bu yazılar, özellikle Mather ve Boylston’ın variolasyon (aşı) çalışmalarını alaya alırken, aynı zamanda halkın aşıya dair korku ve önyargılarını da gözler önüne seriyordu. O dönemde genç Benjamin, 1752 yazında fırtınada uçurtmasına bağladığı anahtarla yıldırımın elektriksel doğasını keşfettiğinde, henüz ne paratonenin mucidi olacağını biliyordu ne de 24 yıl sonra, 1776'da Bağımsızlık Bildirgesi’ni imzalayarak yalnızca Amerika’nın Kurucu Babalarından biri değil, aynı zamanda “ilk Amerikalı” olarak anılacağını.

 

James'in 1735’te vefat etmesinin ardından matbaayı devralan Ann, Amerika’nın ilk kadın gazete editörü ve yayıncısı olarak tarihe geçti.

 

Fransız devlet adamı Anne Robert Jacques Turgot’nun (1727–1781) Benjamin Franklin için söylediği gibi, o “göklerden şimşeği, tiranlardan asayı çalan” bir dehaydı. Paratoneriyle doğanın öfkesini dizginleyen, Amerikan Bağımsızlığı’yla özgürlük meşalesini yakan Franklin, yaşamını bilime ve insanlığa adamıştı. Ancak hayatının en çarpıcı ironilerinden biri, gençliğinde küçümsediği ve alay ettiği bir bilimsel yöntemin—çiçek hastalığına karşı uygulanan variolasyonun—ilerleyen yıllarda en güçlü savunucularından biri haline gelmesiydi.

 

1736’da Franklin, dört yaşındaki oğlu Francis Folger’ı çiçek hastalığı nedeniyle kaybetti. Aşılatmayı planlamıştı; ancak çocuğun geçici bir rahatsızlığı nedeniyle bunu ertelemişti. Bu trajik kayıp, onun hayatında silinmez bir iz bıraktı. Otobiyografisinde bu acıyı şu sözlerle dile getirir:

 

“1736’da dört yaşındaki oğullarından birini, yaygın şekilde bulaşan çiçek hastalığı nedeniyle kaybettim. Ona variolasyon yaptırmadığım için uzun süre büyük bir pişmanlık duydum ve hala duyuyorum... Benim örneğim gösteriyor ki pişmanlık her iki durumda da aynı olabilir ve bu yüzden daha güvenli olan seçenek tercih edilmelidir.”

 

Zamanla Franklin, variolasyonun yalnızca savunucusu değil, aynı zamanda halk sağlığı adına etkili bir sözcüsü haline geldi. 1774’te Londra’dan oğlu William Franklin’e yazdığı bir mektupta, torunu Temple Franklin’in çiçek aşısı olduğunu öğrenmenin kendisini çok mutlu ettiğini belirterek, bu yöntemi artık yalnızca desteklemediğini, içtenlikle benimsediğini de ortaya koyuyordu.

 

 

Tarihin İlk Biyolojik Silahı: Kızılderililere Karşı Kullanılan Çiçek Hastalığı

 

18. yüzyılın ortalarında Kuzey Amerika, İngilizler ile Fransızlar arasında kıtanın hakimiyeti uğruna verilen amansız bir mücadeleye sahne oldu. Kıtanın kaderi, sömürge imparatorluklarının gölgesinde yeniden çiziliyordu. 1756–1763 yılları arasında süren Yediyıl Savaşı, İngilizlerin zaferiyle sona erdi ve 1763 Paris Antlaşması’yla Fransa, Kanada ile Büyük Göller bölgesini İngilizlere terk etti. Ancak bu zafer, yeni bir çatışmayı tetikledi: Yerli Amerikalı kabilelerin İngiliz egemenliğine karşı başlattığı Pontiac İsyanı (1763–1766). Bu isyan sırasında, İngiliz ordusu tarihin en tartışmalı ve ahlak dışı stratejilerinden birini hayata geçirdi: Çiçek hastalığını biyolojik silah olarak kullanmak.

 

Pontiac İsyanı ve Fort Pitt Kuşatması

 

İsyan, Ottawa reisi Obwaandi’eyaag ya da daha çok bilinen adıyla Pontiac’ın (1720–1769) önderliğinde, İngilizlerin Yerli Amerikalılara yönelik adaletsiz ve sömürücü politikalarına karşı gelişen bir direniş hareketiydi. İngilizlerin kürk ticaretine getirdiği kısıtlamalar, kabilelerle yapılan antlaşmaları ihlal etmesi ve sistematik arazi gaspları; Delaware (Lenape), Shawnee, Ottawa, Huron (Wyandot), Seneca ve Miami gibi kabileleri ortak bir direnişte birleştirdi. 1763 yazında bu kabileler, Fort Pitt’i (bugünkü Pittsburgh, Pensilvanya) kuşatarak İngiliz garnizonunu zor durumda bıraktı. 

 

Pontiac yalnızca siyasi bir önder değil, aynı zamanda halkının maruz kaldığı adaletsizliğe karşı bir direniş sembolüydü. Bu adaletsizliğe karşı başlattığı isyan, onun liderlik yeteneğini ve farklı kabileleri birleştirme gücünü tarih sahnesine taşıdı. Günümüzde Pontiac'ın adı, genellikle yerli halkların sömürgeci yıkımı karşısındaki öfkesini ve acısını dile getirdiğine inanılan şu güçlü sözlerle anılır:

 

“Bir İncil ve kendi dinleriyle geldiler,
topraklarımızı çaldılar,
Ruhumuzu paramparça ettiler ve şimdi de
kurtarıldığımız için
Tanrı’ya şükretmemiz gerektiğini söylüyorlar.”


They came with a Bible and
their religion, stole our land,
crushed our spirit, and now
tell us we should be thankful
to the Lord for being saved.

 

Lord Jeffery Amherst’in Ölümcül Planı

Kuzey Amerika’daki İngiliz kuvvetlerinin başkomutanı Lord Jeffery Amherst (1717–1797), Yerli direnişini bastırmak için radikal bir öneride bulundu: Çiçek hastalığını bilinçli biçimde yayarak “Kızılderili meselesini” kökünden halletmek. 16 Temmuz 1763’te Albay Henry Bouquet’ye (1719-1765) yazdığı mektupta, “Bu iğrenç ırkı imha etmek için çiçek hastalığını yaymayı deneyemez miyiz?”  diye sorarak hastalığı biyolojik bir silah olarak kullanma fikrini açıkça dile getirdi.  Yerli Amerikalıları “aşağılık” sıfatıyla tanımlayan Amherst, çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniyelerin dağıtılmasını özellikle önerdi. lbay Bouquet de bu öneriye olumlu yaklaştığını, "battaniyelerle hastalığı yaymayı deneyeceğini" yazdı.


Fort Pitt’te Biyolojik Savaş

 

Amherst’in emriyle Fort Pitt’in komutanı Yüzbaşı Simeon Ecuyer, 24 Haziran 1763’te Delaware temsilcileriyle yaptığı görüşmede onlara “hediye” adı altında çiçek hastanesinden alınmış iki battaniye ve bir mendil verdi. Olay, Fort Pitt’te görevli kürk tüccarı William Trent’in (1715–1787) günlüğünde açık biçimde yer aldı: “Bu battaniyelerin onlara hastalığı bulaştırmasını umuyoruz.” Çiçek mikrobu taşıyan eşyaların kasıtlı olarak verildiği bu girişim, Ecuyer’in uygulaması ve Lord Jeffery Amherst’in (1717–1797) yazılı onayıyla birlikte tarihin ilk belgelenmiş biyolojik savaş örneklerinden biri olarak kayıtlara geçti.

 

Çiçek Hastalığının Yıkıcı Etkisi


Fort Pitt’teki battaniye dağıtımının doğrudan kaç ölüme yol açtığı bilinmiyor, çünkü çiçek hastalığı zaten bölgede dolaşıyordu. Ancak, Avrupa’dan gelen bu hastalık, bağışıklığı olmayan Yerli Amerikalılar üzerinde korkunç bir yıkım yarattı. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, çiçek hastalığı, veba, kızamık ve grip gibi Avrupa kaynaklı salgınlar, Yerli nüfusun %80–95’ini yok etti.

 

Örneğin:

 

  • Delaware (Lenape): Fort Pitt çevresinde yaşayan Lenapeler, 1763 sonrası salgınlarda büyük kayıplar verdi; nüfusları 19. yüzyıla kadar dramatik şekilde azaldı.
  • Shawnee: Ohio Vadisi’nde aktif olan Shawneeler, çiçek hastalığı nedeniyle savaş güçlerini kaybetti.
  • Ottawa ve Huron: Pontiac’ın müttefikleri olan bu kabileler, salgınlarla zayıfladı ve İngilizlere karşı direnişleri kırıldı.
  • Seneca ve Miami: Büyük Göller bölgesindeki bu kabileler, 1763–1764 salgınlarında ağır darbe aldı.

 

Kimi tarihçiler, Fort Pitt olayının bölgesel bir salgını tetiklediğini, ancak genel yıkımın daha geniş salgınlarla bağlantılı olduğunu savunuyor. Tahminlere göre, 1763–1764 yıllarında Ohio Vadisi’nde binlerce Yerli Amerikalı çiçek hastalığından öldü, ancak kesin sayı bilinmiyor.

 

Yeni Dünyada Yaşanan Genel Nüfus Kayıpları

 

1492 öncesinde Amerika kıtasında 50–100 milyon arasında Yerli nüfus olduğu tahmin ediliyor. 19. yüzyıl başında bu sayı 1 milyonun altına düştü. Çiçek hastalığı, bu dramatik düşüşün başlıca nedenlerinden biriydi.

Örneğin:

 

  • 16. yüzyılda Meksika’daki Aztek nüfusu, çiçek hastalığı nedeniyle %90 azaldı (2–2,5 milyon ölüm, 1576 salgını).
  • 17. yüzyılda New England’daki Wampanoag ve Narragansett kabileleri, salgınlarla neredeyse yok oldu.
  • 18. yüzyılda Büyük Göller ve Ohio Vadisi kabileleri, Fort Pitt gibi olaylarla birlikte salgınların hedefi oldu.

 

Biyolojik Savaşın Mirası

Fort Pitt olayı, modern biyolojik savaşın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilir. Amherst’in ırkçı söylemi ve kasıtlı hastalık yayma stratejisi, koloniyal şiddetin ahlaki sınırlarını ortaya koyar. Bu olay, sadece bir askeri taktik değil, aynı zamanda Yerli Amerikalıların “imhasını” hedefleyen bir soykırım politikası olarak değerlendirilir.


Amherst’in adı, bu karanlık miras nedeniyle günümüzde tartışmalı. Amherst College, 2016’da maskotu “Lord Jeff”i kaldırdı; Kanada’daki Amherst kasabası, 2019’da adını değiştirme sürecine başladı. Yerli Amerikalı topluluklar, bu olayın soykırım tarihinin bir parçası olduğunu savunuyor.

 

Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nın Kaderini Değiştiren Gizli Silah: Çiçek Aşısı

 

Amerikan Bağımsızlık Savaşı (1775–1783) sadece cephedeki çarpışmalarla değil, aynı zamanda çiçek hastalığının yıkıcı gölgesi altında şekillendi. Bu salgın, sivillerin yanı sıra ordunun da en amansız düşmanı haline gelmişti. 

O dönemde variolasyon (çiçek aşılaması) biliniyor olsa da, yalnızca bireysel isteğe bağlı olarak uygulanıyordu. Dini gerekçelerle duyulan çekinceler hala etkisini sürdürüyordu. Ayrıca en büyük endişelerden biri, aşılama yoluyla hastalığın kontrolsüz bir şekilde yayılabileceği düşüncesiydi. Böylece ordu, yalnızca düşmanla değil, görünmeyen bir tehdit olan salgınla da mücadele etmek zorunda kaldı. Amerikan kuvvetlerinin Quebec’i ele geçirme girişimi başarısızlıkla sonuçlanmış, yaşanan ağır kayıpların ardından orduda salgın korkusu artmış ve bireysel aşılama uygulamaları dahi askıya alınmıştı.

 
Ancak bu pasif yaklaşım uzun sürmedi. Salgının ordu üzerindeki yıkıcı etkisine bizzat sahada tanık olan komutanlar—Benedict Arnold (1741–1801) ve Benjamin Franklin (1706–1790)—yeni bir salgının tüm Amerikan ordusunu çökertebileceği konusunda ciddi uyarılarda bulundu.

Bu hayati uyarılar doğrultusunda, Kıta Ordusu Başkomutanı George Washington (1732–1799), çiçek hastalığının savaşın kaderini belirleyeceğini fark etti. "Düşman kılıcından çok, ordu içinde çıkacak bir salgından korkmamız gerekir," diyerek durumun ciddiyetini vurguladı. Bu öngörüyle hareket eden Washington, 6 Ocak 1777'de Philadelphia'dan gelen tüm birliklerin derhal aşılanmasını emretti. Bir ay sonra, 5 Şubat’ta bu emri tüm orduyu kapsayacak şekilde genişleterek çiçek hastalığına karşı topyekün bir bağışıklık stratejisini devreye soktu.
 
O dönemde İngiliz askerlerinin çoğu, Avrupa'da yaygınlaşan variolasyon sayesinde hastalığa karşı bağışıklık kazanmıştı. Bu durum, İngilizlere hem stratejik hem de psikolojik açıdan önemli bir üstünlük sağlıyordu. Washington'ın başlattığı kitlesel aşılama kampanyasıyla, 1777 yılı sonuna kadar 11 farklı hastanede binlerce Amerikan askeri aşılandı. Dönemin sınırlı tıbbi olanaklarına rağmen, birkaç cerrahın özverili çalışmalarıyla ordunun büyük kısmı başarıyla bağışık hale getirildi.
  
Böylece, Cotton Mather ve Zabdiel Boylston'ın 1720'lerde Amerika'da başlattığı variolasyon (çiçek aşısı) uygulaması, yaklaşık yarım yüzyıl sonra, Amerikan bağımsızlık mücadelesinde hayati bir rol oynadı. George Washington'ın bu öngörülü ve cesur müdahalesi, yalnızca çiçek hastalığını kontrol altına almakla kalmayıp, savaşın gidişatını da kendi lehlerine çeviren kritik bir dönüm noktası oldu. Washington, adeta bir taşla iki kuş vurarak hem ölümcül bir hastalığı hem de düşmanı alt etmeyi başardı. Bu cesur karar, modern ordularda aşılamanın önemini gösteren ilk örneklerden biri olarak tarihe geçti.

 

Osmanlı'da Çiçek Hastalığı ve Variolasyon: Bilimin Doğudan Batıya ve Sonra da Tekrar Batıdan Doğuya Yolculuğu

 

Çiçek hastalığı, Osmanlı İmparatorluğu’nda da yüzyıllar boyunca yıkıcı etkiler yaratmış; saraydan halkın en alt tabakalarına kadar geniş kesimleri etkilemişti. Ancak Batı dünyasının pek çok bölgesinden farklı olarak, Osmanlı coğrafyasında bu hastalığa karşı variolasyon —Osmanlıca adıyla telkih-i cüderî— olarak bilinen, ilkel ama etkili bir bağışıklık yöntemi özellikle Batı Asya toplulukları arasında köklü bir gelenek halinde uygulanmaktaydı. Tecrübeli yaşlı kadınların öncülük ettiği bu uygulamada, küçük gruplara kontrollü bir şekilde hastalık bulaştırılarak bedenin tepki vermesi sağlanırdı. Bugünkü anlayışla bu süreci “bağışıklık kazanımı” olarak tanımlasak da, o dönemlerde bu yöntem daha çok “hastalığa karşı korunma” fikrine dayanıyordu.

 

Ne var ki yöntemin taşıdığı riskler, geleneksel tıp anlayışına meydan okuyan radikal niteliği ve zaman zaman “batıl” bir ritüel olarak algılanması; toplumda kimi zaman korkuyla, kimi zaman küçümsemeyle karşılanmasına yol açtı. Bu önyargılar, variolasyonun hak ettiği değeri kazanmasının önünde görünmez bir duvar ördü. Osmanlı'nın kendi topraklarında dünyaya yayılan bu öncü tıp mirası, bir yandan halk sağlığı açısından büyük bir başarıya işaret ederken, diğer yandan toplumsal önyargılar ve ihmalin gölgesinde kalmış trajik bir hikaye olarak tarihe geçti.

 

Variolasyon, Osmanlı’ya yaraşır bir tarihi serüvenle bilimin en dramatik danslarından birine sahne oldu. Osmanlı topraklarına kadar ulaşmış, yüzyılların bilgi ve deneyimiyle yoğrulmuş sade, etkili ve güvenilir bu şifa yolu, merkezi otoritenin dahi fark edemediği bir sessizlik içinde filizlenirken, Lady Mary’nin Mehter marşını andıran kararlı adımlarıyla Batı’ya ulaştı ve İngiltere’ye taşındı.


Ancak Batılı hekimler, Osmanlı topraklarında sade biçimde uygulanan bu Türk usulü variolasyon yöntemini kendi tıbbi yaklaşımlarıyla harmanlayarak, karmaşık ve riskli bir hale getirdiler.  Aşılama sürecine, Osmanlı'da da "fasd" denilen, hastayı bayıltıncaya dek kan akıtarak bedeni "saflaştırma" uygulamasının ardından variolasyonu tatbik etmeleri, yöntemi karmaşık ve riskli hale getirdi. Oysa özünde güvenli olan variolasyonun doğası bu şekilde bozuldu; çünkü enfeksiyona karşı dirençli olması gereken beden, hastalıkla karşılaşmadan önce zayıflatılmış oluyordu.

Yaklaşık bir asır sonra tarihin ironik bir sahnesi perdelerini açtı: Osmanlı, kendi bahçesinde yeşertip Batı’nın kucağına bıraktığı variolasyonu, bilimsel bir uyanışın ışığında yeniden kucakladı. Ancak bu kez seçtiği yol, yüzyıllık Türk usulü variolasyon değil, Edward Jenner’ın inek çiçeği hastalığından geliştirdiği, daha güvenli ve devrimci vaksinasyon (vaccination) yöntemiydi. Kendi özgün şifa geleneğini bir kenara bırakarak bu modern yöntemi hızla benimseyen Osmanlı, çiçek hastalığına karşı kapsamlı bir mücadele başlattı. 
 
Böylece, dünya genelinde çiçek hastalığından korunma yöntemleri "az riskli"den "riskli"ye ve nihayetinde "güvenli" kategorisine doğru evrildi. İnsanlığın bu amansız hastalığa karşı verdiği mücadele, bir mehter marşının coşkulu ve ritmik adımlarını andırır biçimde kararlılıkla ilerledi; ta ki 1980 yılında çiçek hastalığının tamamen yok edildiği (eradikasyon) o tarihi ana dek.
 

1701 yılında İstanbul’da patlak veren büyük çiçek salgını sırasında, Emanuel Timoni, halk arasında uygulanmakta olan çiçekleme yöntemlerine doğrudan tanıklık etmiş, bu uygulamayı yerinde gözlemleme imkanı bulmuştu. 1712'de Fransız seyyah Aubry de La Motraye (1674–1743) ile İstanbul'da tanışmasıyla her şey değişti. La Motraye'nin özellikle Çerkez topluluklarında gözlemlediği aşılama uygulamalarını Timoni’ye aktarması üzerine, Timoni bu bilgileri raporlaştırmaya karar verdi. Böylece, 1712'nin mayıs ayında "Historia Variolarum, quae per insitionem excitantur" (Aşı yoluyla ortaya çıkarılan çiçek hastalıklarının hikayesi) başlıklı Latince raporunu kaleme aldı. Bu raporun La Motraye aracılığıyla Avrupa'ya ulaşmasıyla birlikte, variolasyonun (çiçekleme) Doğu'dan Batı'ya uzanan bilimsel yolculuğu da resmen başlamış oldu.

Aynı yıl İngiltere'ye dönen Dr. Edward Tarry of Enfield'in gözlemleri de Timoni'nin raporunu destekler nitelikteydi. Tarry, İstanbul'daki Beyoğlu ve Galata bölgelerinde 4.000'den fazla kişinin variolasyon yöntemiyle aşılandığına tanık olduğunu belirtmişti. Bu durum, çiçeklemenin aslında Osmanlı topraklarında halk arasında ne denli köklü ve yaygın bir uygulama olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.

Osmanlı toplumunda halk arasında yaygın olarak kullanılan variolasyon yöntemi, çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırmada erken bir teknik olarak bilimsel açıdan büyük bir potansiyele sahipti. Ancak bu yöntem, saray çevresi ve dönemin önde gelen hekimleri tarafından benimsenmedi Bezmiâlem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı’ndan tıp tarihçisi Prof. Dr. Nuran Yıldırım, bu durumu sorguluyor ve nedenlerini anlamaya çalışıyor. Peki, variolasyon sarayda neden kabul görmedi? Bu soruyu tarihsel olaylar ve olasılıklar ışığında inceleyelim.

 

10 Nisan 1708’de Padişah III. Ahmed çiçek hastalığına yakalandı. O dönemde halk arasında variolasyon—yani hastalığı hafif geçirmeyi sağlamak için kontrollü bir şekilde bulaştırma yöntemi—yaygın biçimde uygulanıyordu. Özellikle başkent İstanbul’da binlerce kişiye variolasyon uygulandığı, Avrupa’ya gönderilen raporlarda yabancı hekimler tarafından da bildirilmişti. Bağışıklık sağlamada etkili olduğu bilinen bu yöntem, buna rağmen sarayda kullanılmadı. Bu durum, variolasyonun saray çevresinde bilinmediği ya da bilinmesine rağmen tercih edilmediği sorusunu akla getiriyor.

 

Bir dönem padişahın özel hekimliğini de yapmış olan Dr. Emanuel Timoni’nin, variolasyonla ilgili gözlemlerini, Padişah III. Ahmed’in hastalığından ancak dört yıl sonra, 1713 yılında İngiltere’de yayımlamış olması oldukça düşündürücüdür. Timoni bu bilgileri saray çevresiyle hiç paylaşmadıysa, neden paylaşmadı? Paylaştıysa, neden ciddiye alınmadı? Saray hekimleri, halk arasında yaygın biçimde uygulanan bu yöntemi “yeterince bilimsel” bulmadıkları için mi görmezden geldiler? Yoksa bu sessizliğin ardında mesleki rekabet, geleneksel hiyerarşi, saray protokolünün katılığı ya da sosyal önyargılar gibi daha karmaşık dinamikler mi vardı?

 

Dönemin tanınmış saray hekimleri olan Tobias Cohn (1652–1729) ve Daniel de Fonseca (1672–yak. 1740) gibi Musevi kökenli doktorlar, büyük olasılıkla variolasyon yönteminden haberdardılar. Özellikle Fonseca, Avrupa’daki bilim insanlarıyla yakın ilişkiler kurmuş, çağının entelektüel ortamıyla temasta bir hekimdi. İstanbul’da bu yöntemin yaygın biçimde uygulandığı dönemde, onun bu pratiği gözlemlemiş olması oldukça muhtemeldir. Peki öyleyse, neden bu yöntemi padişaha önermediler?

Bu sorunun ardında birkaç olası açıklama yer alabilir:

 

  • Bilimsel İtibar Kaygısı: Saray hekimleri, variolasyonu halk arasında gelişmiş geleneksel bir pratik olarak değerlendirip “bilimsel yeterlilikten yoksun” bulmuş ya da küçümemiş olabilirler.

  • Mesleki Rekabet: Dönemin saray hekimleri arasında yaşanan mesleki rekabet de variolasyonun göz ardı edilmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Halk hekimliğinden gelen ya da azınlık gruplar tarafından uygulanan bu tür yöntemlerin sarayda kabul görmesi, yerleşik otoritelerin kendi konumlarını zedeleyebileceği endişesini doğurmuş olabilir. Bu nedenle, variolasyonun bilinçli bir şekilde dışlanmış olması güçlü bir ihtimaldir. Hatta Dr. Emanuel Timoni'nin bu bilgileri saraya taşıması, diğer hekimler tarafından kendi prestijlerine bir tehdit olarak algılanmış ve gözlemlerinin görmezden gelinmesine yol açmış bile olabilir. 

  • Saray Protokolü ve Hiyerarşi: Osmanlı sarayı, çok katı kuralları ve köklü gelenekleriyle biliniyordu. Bu durum, "aşağıdan", yani halktan veya daha alt sosyal tabakalardan gelen bir bilginin ya da uygulamanın doğrudan padişaha veya üst düzey saray çevresine ulaşmasını zorlaştırıyordu. Böyle bir bilginin saraya kabul edilmesi, mevcut düzende sorunlara yol açabilirdi. Dahası, çiçekleme gibi bir uygulamanın saray katına ulaşabilmesi için geçmesi gereken bürokratik ve toplumsal süzgeçler, bilginin iletimini yavaşlatmış, hatta tamamen sekteye uğratmış olabilir.

  • Dini ve Felsefi Kaygılar: O dönemde, bazı dini yorumlara göre deriye dışarıdan madde enjekte etmek, özellikle Tanrısal düzeni “zorlamak” olarak yorumlanabiliyordu. Variolasyon gibi “doğal seyri değiştiren” yöntemler bu nedenle ahlaki veya teolojik gerekçelerle reddedilmiş olabilir.

 

Ayrıca, İngiltere Krallığı'nın İstanbul’daki büyükelçisinin eşi olan Lady Mary Wortley Montagu’nun, 1718 yılında çocuğunu variolasyon yöntemiyle aşılatmış olması, bu uygulamanın başkentte hem bilindiğini hem de yaygın biçimde uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir olayın saray çevrelerinin tamamen bilgisi dışında gerçekleşmiş olması pek olası görünmemektedir. Buna rağmen hanedanın, variolasyonu kendi bünyesinde uygulamayı tercih etmemesi, sarayın bu yönteme karşı bilinçli bir mesafe koyduğunu düşündürmektedir.

 

Variolasyonun sarayda benimsenmemesi, yalnızca bir tıbbi tercih meselesi değil, aynı zamanda Osmanlı’da bilgiye yüklenen anlamı, geleneksel tıp anlayışıyla modernleşme arayışları arasındaki gerilimi ve sarayın halktan giderek uzaklaşan konumunu da yansıtır. Halk arasında etkili sonuçlar veren bu uygulama, saray çevrelerinde mevcut sosyal yapı, hekimlerin tutucu tutumu ve dönemin bilimsel yaklaşımları nedeniyle görmezden gelinmiş ya da dışlanmış görünmektedir. Bu durum, sadece o dönemin tıbbi uygulamalarını değil, aynı zamanda Osmanlı toplumunda bilginin nasıl algılandığını, kimler tarafından değerli bulunduğunu ve toplumsal konumun bilginin yayılmasını nasıl etkilediğini de açıkça gösterir.

 
Belki de kimi zaman çözüm göz önündedir de kimse fark etmez — tıpkı burnun üzerindeki gözlüğü fark edememek gibi. Ya da kolay erişilebilir olanın kıymetinin bilinmemesi gibi. Variolasyon da saraya bu kadar yakınken, belki de aslında tam da bu yüzden o kadar da uzaktı

Variolasyon, 18. yüzyılda Avrupa’da ve dünyanın birçok yerinde yaygın bir bağışıklık yöntemi olarak kabul görürken, Osmanlı sarayının bu gelişmeye duyarsız kalması, son derece ağır sonuçlara yol açtı. Bu ihmalkarlığın en çarpıcı bedeli, I. Abdülhamid döneminde (1774–1789) İstanbul’u sarsan çiçek salgınları sırasında ödenmişti. Salgın saraya kadar ulaştı; sonuç olarak yedi şehzade ve iki hanım sultan hayatını kaybetti.

 

Oysa ki, saray tabipleri ve başkentteki Müslim ya da gayrimüslim hekimler variolasyonu zamanında önermiş olsalardı, bu ölümlerin bir kısmı belki de önlenebilirdi.

 

I. Abdülhamid’in çiçek hastalığı nedeniyle kaybettiği evlatlarından bazıları şunlardır:

 

  • Şehzade Mehmed (21 Ağustos 1776 – 20 Şubat 1781)

  • Şehzade Murad Seyfullah (muhtemelen 1773 – 3 Mart 1784)

  • Şehzade Mehmed Nusret (21 Eylül 1782 – 22 Ekim 1785)

  • Fatma Hanım Sultan (12 Aralık 1782 – 12 Kasım 1785)

  • Şehzade Süleyman (17 Mart 1779 – 19 Ocak 1786)

  • Alemşah Hanım Sultan (11 Ekim 1784 – 28 Şubat 1786)

 

Bu kayıplar, yalnızca bir hanedan dramı değil; aynı zamanda sarayın variolasyon gibi etkili bir yöntemi zamanında benimseyememesinin somut bir göstergesidir. Akıl ve bilimden uzaklaşmanın sonucu hep yıkım olmuştur.

 

18. yüzyılda, İngiltere Krallığı'nın İstanbul konsolosluk doktoru cerrah Charles Maitland (1668–1748), dönemin "Türklerin" (kastettiği Müslüman Osmanlı toplumu) variolasyon yöntemine karşı mesafeli duruşunu dikkat çekici ifadelerle dile getirir. Maitland'a göre: "Hiç kimse bize aşılanmış bir Türk’ü örnek gösteremez. Neden mi? Çünkü kader inançları, hayatlarını korumak için tıbbın yardımını ihmal etmelerine neden olur." Timoni de bu kader anlayışını benzer şekilde açıklamıştır: "Türklere gelince, Yüce Varlık tarafından belirlenmiş bir zamanda yaşama ya da ölmenin kader olduğu inancı nedeniyle çocuklarına çiçek hastalığı bulaştırmaya asla ikna olmadılar. 'Aşı yaptırmanın ne faydası var?' düşüncesiyle çocuklarını bu uygulamaya tabi tutmadılar."


Osmanlı'da Aşılama Resmi Olarak Vaksinasyonla Başladı

 
Aşılama tarihindeki dönüm noktası, İngiliz hekim Edward Jenner’ın (1749-1823) 1796’da inek çiçeği (cowpox) virüsünden geliştirdiği güvenli çiçek aşısıdır. Bu buluş, kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’nda yankı buldu. 1801 yılında, Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi (1774–1834), Jenner’ın An Inquiry into the Causes and Effects of the Variolæ Vaccinæ (İnek Çiçeği Hastalığının Nedenleri ve Etkileri Üzerine Bir Soruşturma) adlı eserini, İngiliz askeri hekim Joseph (Guiseppe) Marshall’ın İtalyancaya çevirdiği Observazioni sopra il vajuolo vaccino (Çiçek Aşısi Üzerine Gözlemler) versiyonu üzerinden Osmanlı Türkçesine aktararak Risale-i Telkih-i Bakarî (İnek Çiçeği Aşısı Üzerine Kitapçık) adıyla yayımladı. Bu çeviri, modern aşılama bilgisinin Osmanlı’da yayılmasında kritik bir rol oynadı.
 
Osmanlı İmparatorluğu, 1825 yılında büyük bir çiçek salgınıyla sarsıldı. Bu salgın, binlerce can kaybına yol açarak aşılama ve halk sağlığı önlemlerinin gerekliliğini ortaya koydu. Salgının yıkıcı etkisi, tıp bilimine ve aşılamaya olan ilgiyi artırdı ve devleti harekete geçirdi.

1825 yılında Sultan II. Mahmud’un ailesinde yaşanan ölümler dikkat çekicidir. Bu yıl içinde,
Eşleri:

  • Misl-i Na-yab Kadın Efendi (ö. 1825)
  • Ebr-i Reftar Kadın Efendi (ö. 1825)
  • Kamarı Kadın Efendi (ö. 1825)

Çocukları:

  • Şehzade Abdülhamit (d. 1813 - ö. 1825)
  • Munire Sultan (d. 1824 - ö. 1825)
  • Fatma Sultan (d. 1810 - ö. 1825)

hayatını kaybetmiştir. Sultan’ın kendisine dair çiçek hastalığıyla ilgili bir kayıt bulunmaması ve yüzünde bu hastalığa bağlı herhangi bir deformasyona ilişkin anlatıların yer almaması, amcası ıslahatçı Sultan III. Selim’in şehzadeleri aşılattığı yönündeki iddiaları doğrular niteliktedir. 

Başkentte bu gelişmeler yaşanırken, imparatorluğun öteki ucunda
 bir Osmanlı subayı olan Mehmed Ali (1769–1849), 1805 yılında Mısır valiliğine atanmasının ardından eyalette kapsamlı bir modernleşme programı başlattı. Bu reformların önemli ayaklarından biri tıp alanıydı. Fransız hekim Antoine Barthélemy Clot’u (1793-1868) görevlendirerek, 11 Mart 1827’de Avrupa tarzında eğitim veren Qasr al-‘Aini Askerî Tıp Okulu’nu kurdu.

Mısır’da çiçek hastalığına karşı variolasyon uygulamaları 18. yüzyılın ortalarından beri bilinmekle birlikte, 1819 yılına gelindiğinde aşılama faaliyetlerinin yetersizliği fark edilince Mehmed Ali bu çalışmalara ağırlık verdi. Müslüman halk arasında aşıya karşı var olan tereddütleri kırmak amacıyla çeşitli uygulamalara öncülük etti. 1840 yılında ailesiyle birlikte çiçek aşısı yaptırarak halka örnek olması, bu çabaların sembolik bir parçasıydı. Belki de taht mücadelelerinden uzak bir bölgede bulunması, çiçekle mücadelede başkente kıyasla daha etkili adımların atılmasını mümkün kıldı.

 
Osmanlı tahtının 30. padişahı ve İslam dünyasının 109. halifesi olan Sultan II. Mahmud (1785–1839), amcası Sultan III. Selim’in (1761–1808) başlattığı modernleşme hareketlerini kararlılıkla sürdürdü. III. Selim, reform girişimleri nedeniyle 1807’de gerici bir Yeniçeri isyanıyla tahttan indirilmiş ve 1808’de öldürülmüştü. Bu çalkantılı mirası devralan II. Mahmud, köklü ancak işlevini yitirmiş olan Yeniçeri Ocağı’nı ortadan kaldırarak (Vaka-i Hayriye, 1826) modernleşme yolunda kritik bir adım attı. Yeniçeriler, yalnızca askeri alanda değil, eğitim ve sağlık gibi sivil kurumlarda da ilerlemeyi engelleyen bir yapı haline gelmişti. Disiplin zaafı, isyan eğilimleri ve yeniliğe karşı katı direnişleriyle modernleşme yolundaki her adımı baltalayan bu yapının kaldırılmasıyla yalnızca ordu değil, tıp ve eğitim gibi alanlarda da köklü değişimlerin önü açıldı. II. Mahmud, geleneksel yapıları sarsan reformları nedeniyle muhafazakar çevreler tarafından “Gâvur Padişah” lakabıyla anılmıştır.
 
Bu dönüşümün bir parçası olarak, 1827’de Sultan Mahmud’un emriyle Türkiye tarihindeki ilk modern tıp fakültesi olan Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şahane (Şahane Adli Tıp Okulu), her yıl onuruna Tıp Bayramı’nı kutladığımız 14 Mart tarihinde kuruldu. Bu kurum, yalnızca bir eğitim kurumu olmanın ötesinde; aşılama faaliyetleriyle ve halk sağlığının kurumsallaşmasıyla da modern tıbbın öncüsü oldu. Böylece geleneksel usta-çırak yöntemi yerini bilimsel temellere dayanan modern tıp eğitimine bıraktı.
 
Bu süreçte Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi ile kardeşi Hekimbaşı Abdülhak Molla (1786–1855), Osmanlı’daki modern tıp hamlelerinin öncü isimleri olarak öne çıktı. Çiçek hastalığına ilişkin tecrübeleri ve aşılama uygulamaları, yeni nesil hekimlerin eğitiminde temel bir başvuru kaynağına dönüştü.

1839 yılında, babası II. Mahmud’un vefatının ardından tahta çıkan Sultan I. Abdülmecid (1823-1861), henüz on altı yaşında olmasına rağmen Osmanlı’da modernleşme hamlelerini kararlılıkla sürdürdü. Tanzimat Fermanı’nı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan ederek hukuk, eğitim ve sağlık alanlarında yeni bir dönemi başlattı. Reformcu yaklaşımı yalnızca politik değil, aynı zamanda kişiseldi: Çocukluğunda geçirdiği çiçek hastalığı, yüzünde kalıcı izler bırakmıştı. Oysa yaklaşık 130 yıl önce, Osmanlı hekimi Emanuel Timoni, başkent İstanbul’da gözlemlediği variolasyon (çiçekleme) yöntemini Batı dünyasına tanıtarak bu hastalığa karşı korunmanın mümkün olduğunu göstermişti. Abdülmecid'in bu deneyimi, aşılama meselesine olan ilgisini neredeyse bir sorumluluğa dönüştürmüştü. 
  
Mikroskop, Hollandalı bilim insanı Antonie van Leeuwenhoek (1632–1723) tarafından 1670’lerde tıp alanında kullanılablir hale getildi. Bu icadın Osmanlı topraklarına ulaşması ise yaklaşık 170 yıl sürdü. 1840 yılında, Sultan Abdülmecid’in emriyle ülkeye ilk mikroskop getirildi. Osmanlıca’da “küçük gösteren” anlamına gelen hurdebin adıyla anılan bu aygıt, imparatorluğun modern bilimi sembolik olarak kucaklamaya başladığının güçlü bir göstergesiydi. Aynı yıl, Sultan Abdülmecid, çiçek hastalığına karşı uygulanan variolasyon (inokülasyon/çiçekleme) ve yeni geliştirilen vaksinasyon yöntemlerinin yalnızca hekimler tarafından ve halka ücretsiz olarak uygulanmasını emreden bir ferman yayımladı.

1845 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni bir çiçek salgını baş gösterdiğinde, tüm çabalara rağmen aşılama oranları istenilen düzeye bir türlü ulaşamamıştı. Salgının yayılmasını önlemek ve halkın tereddütlerini gidermek amacıyla Sultan Abdülmecid, dönemin şeyhülislâmı Mekkizade Mustafa Asım Efendi’den (1773–1846) bir fetva talep etti. Aşının hem tıbben güvenilir hem de dinen caiz olduğunu ilan eden bu fetva, aşılama faaliyetlerine güçlü bir meşruiyet zemini kazandırdı. Böylece hem halkın hem de hekimlerin aşıya olan ilgisi belirgin biçimde arttı.

1847 yılı, İrlanda’yı vuran “Büyük Kıtlık”ın (an Gorta Mór, 1841-1871) en ağır dönemiydi. İngiliz ablukası altındaki ülkeye yardım ulaştırmak oldukça zordu. Ancak Osmanlı Padişahı Sultan I. Abdülmecid, yaratıcı bir çözümle devreye girdi. İngiltere yalnızca 1.000£ nakit yardıma izin verirken, Osmanlı beş gemi dolusu erzak ve 4.000£ değerinde yardımı İngiliz ablukasını atlatarak dikkat çekmeden Dublin yerine küçük Drogheda kasabasının limanına gönderdi. Böylece İngiliz yetkililerin izni olmadan kıtlıkla boğuşan halka insani yardım ulaştırılmış oldu.
 
Vaksinasyonun Dünyada Yankısı
 
1796’da Jenner’in geliştirdiği inek çiçeği aşısı (vaksinasyon) yöntemi kısa sürede tüm dünyaya yayıldı. 1800 yılına gelindiğinde, bu yöntemle yaklaşık 100 bin kişi aşılanmıştı.

Amerika'ya aşının ulaşmasını sağlayan Harvard Üniversitesi'nden Dr. Benjamin Waterhouse (1754–1846), kişisel çabalarıyla Edward Jenner’a ulaştı. 1800 yılında kendi imkanlarıyla İngiltere’den temin ettiği aşı örneklerini 8 Temmuz’da, küçük oğlu Daniel Oliver Waterhouse da dahil olmak üzere dört çocuk ve iki yetişkin üzerinde denedi. Aşının etkinliğini bizzat gözlemleyip güvenliğini teyit eden Waterhouse, bulgularını "A Prospect of Exterminating the Small-Pox" (Çiçek Hastalığını Yok Etme Ümidi) adlı çalışmasında yayımladı ve ardından daha geniş bir aşılama kampanyası başlattı.

Dönemin Amerikan Başkan Yardımcısı Thomas Jefferson (1743–1826), çiçek hastalığının tehlikesini yakından biliyordu. 1766'da variolasyon yöntemiyle hastalığa karşı korunmuş ayrıca Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında da orduların bu yöntem sayesinde çiçek hastalığına karşı korunarak savaşın kaderini değiştirdiğine tanık olmuştu. Waterhouse'un Jenner aşısıyla ilgili çalışmalarını duyar duymaz kendisiyle temasa geçti.

O dönemde "Tanrı'nın işine karışmak" olarak nitelendirilen güçlü aşı karşıtlığına rağmen Jefferson, bilimsel gelişmelerin savunucusu olarak öne çıktı. Hemen harekete geçerek, Waterhouse aracılığyla temin ettiği aşılarla 1800 yılının Ağustos ayına kadar, köleleriyle birlikte geniş ailesi ve komşuları olmak üzere yaklaşık 200 kişinin aşılanmasını bizzat yönetti. 1801’de başkan seçildiği andan itibaren ise bu yeni ve daha güvenli aşının yaygınlaştırılmasını, Amerika'nın ilk ulusal halk sağlığı önceliği haline getirdi.

Osmanlı'da İlk Vaksinasyon Faaliyetleri

Vaksinasyonun Türkiye'deki ilk izlerini süren Tıp tarihçisi Nuran Yıldırım’ın araştırmalarına göre, Edward Jenner’in geliştirdiği çiçek aşısı, İstanbul’da ilk kez 23 Aralık 1800’de İngiliz elçiliğinde yurtdışından getirilen bir aşı örneğiyle uygulanmıştır. 

Sanizade Mehmed Ataullah Efendi (1771–1826), Avusturyalı hekim Anton von Störck’ün (1731-1803) 1780 tarihli Medicinisch-praktischer Unterricht für die Feld- und Landwundärzte der österreichischen Staaten (Avusturya Devletleri’nin Askeri ve Kırsal Cerrahları İçin Tıbbi-Pratik Eğitim) adlı eserini İtalyanca çevirisi üzerinden Miyârü’l Etıbba (Hekimlik Ölçütü) adıyla Osmanlıcaya kazandırmıştı. Bu çeviri sırasında, eserin orijinalinde yer alan variolasyon bölümünü çıkarmış; onun yerine Edward Jenner’in yeni çiçek aşısı yöntemine dair bilgiler ekleyerek eseri güncellemiş ve bu haliyle 1820’de yayımlamıştır.
 
Jenner'in geliştirdiği aşılama yöntemi Avrupa'dan sadece dört yıl sonra Osmanlı topraklarında da kullanılmaya başlandı. Şanizade, 1800 yılında İngiliz elçisinin konutunda İstanbul'da ilk aşı denemelerinin yapıldığını aktarır. Başlangıçta İngiltere, Amerika ve diğer ülkelerden getirilen aşı örnekleri kullanıldı, ancak ithal aşının mali, nakliye ve muhafaza sorunları nedeniyle yeterince başarılı olamadığı görüldü. Her şeyden önce ithal aşı fikri pratik değildi, pahalıydı ve uzun yol koşullarına dayanamayarak kısa sürede bozuluyordu.
 
Bu durumda çiçek aşısının milli imkanlarla yurt içinde üretilmesi gerekiyordu. Yerli aşı ilk defa Şanizade Ataullah Efendi tarafından Ayazağa köyündeki inek çiçeği hastalığına yakalanmış ineklerden üretildi. Şanizade, bu bölgedeki ineklerden elde edilen lenf ile binlerce kişinin aşılandığını belirtir. Bu bilgiler, Jenner'in yöntemi Osmanlı'da tanındıktan hemen sonra hem ithal hem de yerli suşlarla kapsamlı bir aşılama faaliyetine geçildiğini göstermektedir.

Vaksinasyonun Halktaki Karşılığı 
 
İngiliz elçiliği belgelerine dayandırılan, ancak başka kaynaklarla teyit edilemeyen bazı iddialara göre bir başka araştırmacı, Osmanlı sarayında da erken dönemde çiçek aşısı uygulamalarına dair önemli bulgular vardır. Fransız İhtilali’nin Avrupa’yı sarstığı bir dönemde tahta çıkan 28. Osmanlı padişahı ve İslam dünyasının 107. halifesi Sultan III. Selim’in doğrudan aşı uygulamasına öncülük ettiği öne sürülmektedir. Bu kayıtlara göre, Mart–Nisan 1801 tarihlerinde, ismi belirtilmeyen bir İngiliz cerrah tarafından Sultan, Mahmud (gelecekte II. Mahmud) ve Alaeddin şehzadeleri “koldan kola” (arm-to-arm) yöntemiyle aşı yaptırmıştır. Bu yöntemin tercih edilmesi, kullanılan aşının Jenner tipi olduğunu düşündürmektedir. Yine İngiliz elçiliği kayıtlarında 1802 yılına gelindiğinde Pera’daki Rum ve Ermeni mahallelerinde yaklaşık 120 çocuğun—hem İstanbul halkından hem de elçilik personelinden—benzer şekilde aşılandığı belirtilmektedir. Bu da aşının, öncelikle ekonomik durumu güçlü ve aydın kesimler tarafından benimsendiğini ortaya koymaktadır.

İsviçreli hekim Jean de Carro (1770–1857), çiçek aşısının Kıta Avrupası’ndan Doğu Akdeniz ve Hindistan’a kadar yayılmasında kilit bir rol oynamıştır. 1800 yılında Viyana’dan Osmanlı'da görev yapan İngiltere Büyükelçisi 7. Elgin Kontu Thomas Bruce’a (1766–1841) aşı materyali göndererek, Bruce'un çiçek aşısını Osmanlı topraklarında tanıtmasına katkıda bulunmuştur. De Carro, 25 Ekim 1800'de İstanbul’a ulaştırılan ilk materyalle gerçekleştirilen aşılama girişiminin başarısız olduğunu öğrenince, ikinci gönderimde materyalin atmosferik etkilerden korunması adına olağanüstü bir özen gösterdiğini ve aşının sıvı halde başarıyla ulaştırıldığını ifade etmiştir. 1799 yılında İstanbul’a büyükelçi olarak atanan Bruce, aynı zamanda Osmanlı topraklarından Parthenon Mermerleri başta olmak üzere pek çok kültürel varlığı çalarak İngiltere’ye kaçırmış ve bu eserleri British Museum’a bağışlamasıyla da tanınır. The British Medical Journal’da 1896’da yayımlanan “A Century Of Vaccination (Vaksinasyonun Yüzyılı)” başlıklı makaleye göre Bruce, Lady Mary Wortley Montagu’nun cesaretini andıran bir tutumla önce kendi oğlunu aşılatmış, ardından bu örnek davranış İstanbul’da birçok kişinin daha aşılanmasının önünü açmıştır.
Tıpkı Lady Mary Wortley Montagu’nun 18. yüzyılda Osmanlı’daki variolasyon yöntemini Batı’ya tanıtması gibi, 19. yüzyıldaki çiçek aşısı uygulamaları da Dr. Jean de Carro’nun ayrıntılı kayıtları ve yazışmaları sayesinde günümüze ulaşmıştır. De Carro’nun 1804 tarihli Histoire de la vaccination en Turquie, en Grèce et aux Indes orientales (“Türkiye, Yunanistan ve Doğu Hint Adaları’nda Aşılama Tarihi”) adlı eseri, Osmanlı’daki erken dönem vaksinasyon faaliyetlerine dair en önemli belgelerden biridir. De Carro, bu çalışmalarına başlarken Vergilius’un Ecloga I’deki “Komşu sürünün kötü hastalıkları sana zarar vermesin” sözünden ilham almış, bu mottoyu, salgın hastalıkların yayılmasını önlemek ve toplumu korumak için bir rehber olarak benimsemiştir.

Bu çalışmada dikkat çeken bir ayrıntı, dönemin hekimbaşısı Numan Naim Efendi’nin adının “Dr. Roini (Rouini), médecin du Grand-Seigneur” — yani “Büyük Padişah’ın Hekimi Dr. Roini” — olarak geçmesidir. Bu adlandırmanın, “Naim” isminin Fransızca telaffuzu sırasında işitsel bir dönüşüme uğramış olmasından kaynaklanmış olabileceği düşünülmektedir. Arşivlere göre Numan Naim Efendi, 1797’de hekimbaşılık görevine getirilmiş, 1803’te ise yerini Behçet Mustafa Efendi’ye bırakmıştır.

Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlıca’nın yapay ve eklektik yapısı nedeniyle, en temel kimlik göstergesi olan kişi adlarının bile tutarlı biçimde yazılamaması yalnızca dış dünya ile değil, imparatorluğun kendi içinde de sağlıklı bir bilgi ve belge iletişimi kurmakta zorlandığını gösteren simgesel ve düşündürücü bir durumdur. Nitekim Behçet Mustafa Efendi’nin kaleme aldığı Rüḥye Risalesi’nin ne tür bir eser olduğu ancak yıllara yayılan araştırmalar sonucu anlaşılabilmiştir. Sonuçta bu metnin bir çeviri değil, çeşitli kaynaklardan derlenmiş özgün bir risale olduğu kanısına varılmıştır. Hatta, eserde adı geçen bir çalışmanın yazarının Störck mü yoksa Strack mı olduğu gibi bir ayrıntı bile, Osmanlıca'nın karmaşık ve belirsiz yapısı içinde ancak özel incelemelerle netleştirilebilmiştir.

De Carro eserinde, Nuran Yıldırım’ın izini sürdüğü 23 Aralık 1800 tarihli Osmanlı’daki ilk başarılı çiçek aşısı (vaksinasyon) uygulamasının, Bruce’un 5 Nisan 1800 doğumlu ilk çocuğu George Charles Constantine Bruce’a yapıldığını belirtiyor. Dr. W. Scott da 1 Aralık 1801 tarihli mektubunda, Eylül ve Ekim aylarında Bruce’un yeni doğan kızı Lady Mary Bruce (1801–1883) dâhil 30’dan fazla kişiye aşı yapıldığını yazmıştır. Ancak Türkler, Rumlar ve Ermeniler gibi geniş toplulukların aşıya temkinli yaklaştıkları, yöntemin faydalarını tam olarak kavrayamadıkları da özellikle vurgulanmıştır.

Dr. W. Scott, 7 Kasım 1802 tarihli bir başka mektubunda, Baş Aşıcı Dr. Hesse’nin çiçek aşısına yönelik toplumsal ilgisizlik nedeniyle Osmanlı’dan ayrılmaya hazırlandığını ve aşı uygulamasının İstanbul’da adeta kaderine terk edildiğini De Carro’ya bildirir.

Aynı dönemde Selanik’te görev yapan Fransız doktor Dr. La Font, şehrin Türk, Rum, Ermeni ve Frank (Batı Avrupalı Hristiyan) sakinlerinin aşıya yoğun ilgi gösterdiğini; uygulamaya başlandıktan yalnızca beş ay sonra, 3 Mart 1803 itibarıyla 600’ün üzerinde, üç ay sonra da 1132 kişiyi aşıladığını rapor eder.
 
İngiltere'nin İstanbul’daki büyükelçisi Elgin Kontu Thomas Bruce’un görev süresinin sona ermesiyle 16 Ocak 1803’te İstanbul’dan ayrılması, Osmanlı’daki aşılama faaliyetlerinin sekteye uğramasıyla aynı döneme denk geliyor. İthal lenf örnekleriyle yerli üretim denense de başarılı olunamadı. Aşı maddesi sık sık tükendi ve aşılama çalışmaları durma noktasına geldi. Bu darboğazı aşmak için Osmanlı makamları taze lenf ithal etmek zorunda kaldı. Tüm bu gelişmeler, De Carro’nun İstanbul’da temas halinde olduğu Fransız hekim Alexandre Balthasar Auban (1786–1834) ile gerçekleştirdiği yazışmalarda açıkça görülmektedir. 

Dr. Auban'ın 23 Temmuz 1803 tarihli mektubunda, aşı malzemesinin temininde karşılaşılan zorluklar karşısında, başkent çevresindeki yerleşimlerden özellikle Batché-Keni (Bahçeköy) ve Tchiflik (Çiftlik) bölgelerinde çiçek hastalığının büyük bir yıkıma yol açtığını, buna karşılık Kiaghat-Ghané (Kağıthane) yakınlarındaki, hayvancılıkla geçinen Ayas-Aga (Ayazağa) köyünde yıllardır çiçek hastalığına rastlanılmadığına bilginin yetkili makamlardan edinmelerinin ardından, bölgede doğal bir aşılama durumu olup olmadığını anlamak ve aşı malzemesi geliştirmeye katkı sağlayacak veriler elde etmek amacıyla ekibiyle birlikte sahada incelemelerde bulunduğunu De Carro'ya bildirir.
 
60 nüfuslu Ayazağa köyünde gerçekleştirdiği görüşmelerde, çiçek hastalığının bu bölgede nadiren görülmesi ve ortaya çıkan vakaların bulaşmaya yol açmadan hafif seyretmesi Dr. Auban'ın dikkatini çeker. Dahası, köyde veba hastalığına da rastlanılmamış olması onu, çiçeğe karşı doğal bağışıklık geliştirmiş görünen bu topluluğun, acaba aşılanma sayesinde vebadan da korunup korunmadığı düşüncesine yöneltir. Bu gözlemini önemli bir bulgu olarak kaydeder.

Ancak o dönemde, ne Leeuwenhoek'in mikroskobunda gözlemlediği "küçük hayvancıklar" (animalcules) ne de İbn Sina'nın bahsettiği "görünmez kurtçuklar", hastalıkların etkeni olarak açık şekilde tanımlanabilmişti. Viral bir hastalık olan çiçeğe karşı geliştirilen aşının, bakteriyel bir enfeksiyon olan veba üzerinde etkili olmamasının nedeni, patojenler (hastalığa neden olan mikroorganizmalar) arasındaki farklardan kaynaklandığını bilemiyorlardı. Jenner'ın çiçek aşısı bilim dünyasında çığır açmış, tıp camiasında büyük bir heyecan uyandırmıştı. Aşının başarısından büyülenen tıp çevreleri, bir yandan diğer hastalıklar için şifa arayışlarını sürdürürken, bir yandan da aşıyı adeta bir mucize gibi görerek zaman zaman amacından daha büyük umutlar yükleyebiliyordu.

Öte yandan, aşıya duyulan yoğun ilginin kötüye kullanıldığı vakalar da rapor edilmeye başlanmıştı. Dr. Auban, bazı sahtekarların halkın güvenini istismar ettiğini ve bunun gerçek aşının itibarına zarar verdiğini şu örnekle aktarır: “Yeni bir aşılayıcı, üç Ermeni çocuğa sahte aşı uygulayarak onlara sahte bir güvenlik hissi verdi. Bu çocuklar kısa süre sonra çiçek hastalığına yakalandı ve biri yaşamını yitirdi. Aşıya büyük bir inanç besleyen Ermeniler, bu olaydan sonra neredeyse tüm güvenlerini kaybetti. Ancak, aşılamanın vebaya karşı da koruyuculuk sağlayabileceğine dair yeni bulgum, onlarda yeniden bir umut ışığı yaktı. Dün yirmi kişiyi aşıladım; bunların on sekizi vebaya karşı korunmak amacıyla, on dördü ise bölgede saygı gören bir ailenin üyeleriydi. Bu sayede halk üzerindeki etki daha da güçlendi.”

Dr. Auban, çiçek aşısının vebaya karşı da koruma sağladığına öylesine körü körüne inanır ki bu inancını kanıtlamak isterken, bilimsel sınırları aşan, halk sağlığını hiçe sayan bir yola başvurur. Konstantinopolis ve çevresindeki mahallelerde aralarında çocukların da bulunduğu aşılanmış beş ila altı bin kişiyi vebalı bir hemşirenin yakın teması gibi son derece riskli durumlara kasten maruz bırakır. Bununla da yetinmez aşılanan çocukların, vebalı hemşirenin sütün içtikten sonra hiçbirinin hastalanmadığını gururla bildirir. Oysa onun övündüğü bu davranış, bilimsel temelden yoksun, etik dışı ve toplum sağlığını tehlikeye atan bir sorumsuzluğun göstergesiydi. Bu örnek, bilim insanlarının tutkuları uğruna ne denli kolayca etik sınırları aşabileceğini; hele ki denekler kendi halklarından değilse, bu sınırların daha da rahat ihlal edilebildiğini gözler önüne seriyordu.

Vaksinasyonun Saraydaki Karşılığı 
Sultan III. Selim’in yenilikçi bakış açısının dikkat çekici örneklerinden biri, çiçek aşısına gösterdiği ilgi ve açıklıktı. 26 Ekim 1802 tarihli mektubunda Dr. Auban, Hekimbaşı Roini’nin (muhtemelen 1797–1803 yılları arasında bu görevi yürüten Numan Naim Efendi), Jean de Carro’nun 1801 tarihli "Observations et expériences sur la vaccination (Aşı Üzerine Gözlemlerim ve Deneyimlerim)" adlı eserini Osmanlıcaya çevirip özetleyerek bastırdığını ve bu çalışmayı, 1785’te çiçek hastalığını ağır geçiren ve hala bedeninde izlerini taşıyan Sultan III. Selim’e takdim ettiğini bildirir.

Burada, tarihsel bir perde daha aralanır. Kaynaklar, söz konusu çevirinin aslında 1801 yılında saray hekimi Mustafa Behçet Efendi tarafından yapıldığını göstermektedir. Bu da, Dr. Auban’ın sarayda görüştüğünü düşündüğü hekimin, gerçekte Mustafa Behçet Efendi olduğunu ortaya koyar. Dahası, Mustafa Behçet’in Osmanlıcaya kazandırdığı eserin Jean de Carro’nun değil, İngiliz askeri hekim Joseph (Giuseppe) Marshall’ın Observazioni sopra il vajuolo vaccino (“Çiçek Aşısı Üzerine Gözlemler”) adlı eseri olduğu bilinmektedir.

İki eserin hem adlarının hem de konularının benzerliği, De Carro ile birlikte çalışan Fransız hekim Dr. Auban'ın böyle bir karışıklığa düşmesine neden olabileceği gibi, bu benzerlikten dolayı De Carro'nun da Auban'ın mektubunu yanlış yorumlamış olması muhtemeldir.

Roini’nin kimliğinin netleşmesinin ardından, saray hekimi Mustafa Behçet'in çevrisini inceleyen Sultan III. Selim, böylesi hayati bir keşfin kendi gençliğinde mevcut olmayışından derin bir üzüntü duyar. Ne var ki bu durum, tarihin zarif ama dokunaklı ironilerinden birini barındırır: Bir zamanlar Osmanlı’dan Batı’ya taşınan variolasyon, bilimsel gelişmeler sonucunda modern aşıya (vaksinasyon) dönüşüp yeniden geldiğinde, kendi topraklarında adeta bir yabancı gibi karşılanıyordu. 

24 yaşında çiçek hastalığının pençesinden güçlükle kurtulmuş olan Sultan III. Selim, bu deneyimin etkisiyle aşının Osmanlı genelinde yaygınlaşmasını ve halkın bu yeni uygulamayı benimsemesini özellikle Mustafa Behçet Efendi’ye söyletmiştir. Mustafa Behçet, ilk aşılamayı bir saray çalışanının çocuğu üzerinde gerçekleştirir. Nitekim Dr. Auban, o tarihe dek Konstantinopolis’te yalnızca bir Türk çocuğunun aşılandığını; aşılanmayı bekleyenler arasında ise Hekimbaşının (Mustafa Behçet) üç çocuğunun da bulunduğunu bildirir.

De Carro, 'Doğu İmparatorluğu'nun başkentindeki protomedicus’un (başhekim) örneği ne getirecek, göreceğiz' diyerek süreci merakla izliyordu. Aslında aşı, yalnızca bedenlere değil, devletin en üstünden en altına yayılmaya çalışan bir fikrin ta kendisiydi. Kabul görmesi halinde pek çok şey değişebilirdi; direnilirse ise geri çevrilen yalnızca bilim değil, aynı zamanda aklın kendisi olacaktı. Ancak daha önce de vurgulandığı gibi, Osmanlı toplumunun yeniliklere karşı mesafeli tutumu nedeniyle, halk—kendi sağlıklarını koruyacak bir yöntem olmasına rağmen—aşılamaya beklenen ilgiyi göstermez.

Saray, çiçek aşısının üretiminde teknik sıkıntılar yaşansa da bu yeniliği ithal ederek halka sunma çabasındaydı. De Carro, 1855 tarihli Mémoires du Chevalier Jean de Carro (Şövalye Jean de Carro'nun Anıları) adlı hatıratında şu gözlemde bulunur: "Aşılama, Türkiye'de yaşayan yabancı milletler arasında destek görse de, ilerlemeye bu denli karşı bir halkın, “Hristiyan köpeği” olarak görülen biri tarafından geliştirilen bir yöntemi benimsemesini beklemek saflık olurdu." (O dönemde birçok Avrupalı gibi De Carro da, imparatorluk sınırlarını belirtmek için ‘Osmanlı’ değil, ‘Türkiye’ ifadesini tercih ediyor.) 

De Carro'nun bu karamsar tespitine adeta bir yanıt niteliğinde, Joseph Marshall'ın Palermo'dan Edward Jenner'a yazdığı mektuptaki aşılama sahnesi dikkat çekicidir. Joseph Marshall, mektubunda Palermo'daki aşılanma sahnesini şöyle aktarır: "Hastanede yapılan halk aşılaması sabahlarında, bir rahibin elinde haç taşıyarak öncülük ettiği; kadın, erkek ve çocuklardan oluşan kalabalık bir alayın sokaklarda yürüyüp aşı olmaya geldiğini görmek olağan bir manzaraydı. Bu tür halktan yana yöntemler sayesinde aşıya karşı pek direnç gösterilmedi; üstelik insanlar, aşıyı keşfedenin bir sapkın, uygulayanın da bir başka sapkın olduğunu bilseler bile, onun gökten gönderilmiş bir lütuf olduğuna yürekten inanıyorlardı." Bu anlatı, dini liderlerin ve halka inmenin, yeni bir uygulamayı benimsetmede ne kadar kritik bir rol oynadığını çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. Öyle ki, aşının kim tarafından keşfedildiğinden çok, nasıl sunulduğu, uygulamanın kabulünde belirleyici bir faktör haline geliyordu.

Nitekim Sultan III. Selim’in Batılılaşma hamlelerinin “dinden çıkma” suçlamasıyla karşılaşması ve bir isyanda katledilmesi, De Carro'nun tespitini doğrular niteliktedir. Öte yandan, variolasyon dünyaya yayıldığı dönemin sultanı III. Ahmed daha şanslıydı; zira o, tahttan indirilmiş olsa da hayatta kalmış, ancak damadı idam edilmişti. Acaba bu durum, çiçek hastalığına karşı koruyuculuğun Osmanlı sultanlarına musallat olan bir laneti mi, yoksa ‘üç numaralı’ sultanların alın yazısı mıydı? Kim bilir!

1803’te gerilemeye başlayan aşı uygulamaları, Sultan II. Mahmud’un modernleşme hamleleriyle Osmanlı’da yeniden ivme kazandı. O dönemde, üç çocuğunu aşılatmak isteyen aydın görüşlü genç hekim Mustafa Behçet Efendi, yeni dönemin hekimbaşıydı. Bu dönemi, De Carro anılarında şu sözlerle anlatıyor:

“Eğer Jenner dört yıl daha yaşasaydı, Konstantinopolis’te Doktor Auban’ın Fransızlar, Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler arasında aşıyı yaygınlaştırmadaki başarısını öğrenirdi. Müslümanlar arasında ise kör bir kader inancı nedeniyle aşı bir türlü kabul görmemişti. Ancak 1827’de, Sultan II. Mahmud’un emriyle Doktor Auban, Harem’in kapılarının açıldığını ve üç sultan ile sultana (sarayda doğmuş çocuklar) ve üç genç harem hanımına aşı yapmak için çağrıldığını duydu. Bu, Jenner için büyük bir mutluluk kaynağı olurdu. Bu olay, yeniçerilerin kaldırılıp Osmanlı ordusunun Avrupa standartlarına getirildiği büyük reformlardan kısa bir süre sonra gerçekleşti. Daha önce bir Hristiyan doktorun, imparatorluk prensine dokunması bile düşünülemezdi. Ama artık Doktor Auban’ın neşteri, sultanları ve sultanaları, tıpkı Hristiyan erkek ve kadınları aşıladığı gibi aşıladı. Yirmi yıldan fazla bir süre sessiz kalan Doktor Auban, 25 Ağustos 1827’de bana yazdığı mektupla bu önemli olayı haber verdi. Türklerdeki bu zihniyet değişimi, özellikle Alman düşünür Friedrich Wilhelm Joseph Schelling (1775 -1854) gibi Carlsbad’daki entelektüeller arasında büyük bir şaşkınlık yarattı."
 
Resmi Tarih Erken Dönem Vaksinasyon Çalışmaları İçin Ne Diyor
  
Modern çiçek aşısının Osmanlı’daki ilk üretim denemeleri, dönemin önde gelen hekimleri Şanizade Mehmed Ataullah Efendi ve Hekimbaşı İsmail Paşa tarafından gerçekleştirilmiştir. Sağlık Bakanlığı, Şanizade'nin 1811 yılında Osmanlı Sultanı II. Mahmud’a veba salgınına karşı karantina önlemlerini de içeren kapsamlı halk sağlığı politikaları önermesi üzerine, aşı üretimini kurumsallaştırmak amacıyla bir telkihhane (aşı üretim merkezi) kurulmasını teklif ettiği yılı modern aşı üretim çalışmalarının başlangıcı olarak kabul eder. Aynı yıl Şanizade, variolasyon yerine aşılama (vaksinasyon) yönteminin daha güvenli olduğunu savunarak modern aşılamaya geçişi hızlandırmış ve bu alanda öncü çalışmalar yapmıştır.

Aşıların yurtdışından ithal edilmesi, yalnızca yüksek maliyetler doğurmakla kalmıyor, aynı zamanda tedarikteki belirsizlikler nedeniyle uygulamada da ciddi aksaklıklara yol açıyordu. Bu sorunlara çözüm arayan Osmanlı modern tıbbının öncüsü Şanizade, 1811 yılında Ayazağa Köyü’ndeki ineklerden elde ettiği aşı maddesiyle deneysel aşılama çalışmalarına girişerek, yerli aşı üretimi yönünde ilk somut adımı attı. Ancak bu öncü girişim, dönemin bazı çevrelerinde kıskançlık ve dirençle karşılandı. Bilimsel güçlüklerin yanı sıra toplumsal muhalefet de Şanizade’nin çabalarını sekteye uğrattı. Sonuçta bu yerli üretim girişimi sürdürülemedi ve çiçek aşısı ihtiyacı, yeniden ithalat yoluyla karşılanmak zorunda kaldı.

Eğer bu süreci kısaca özetlemek gerekirse Osmanlı’da vaksinasyonun seyri, büyük ölçüde İstanbul’a İngiltere Büyükelçisi olarak atanan Thomas Bruce’un gelişiyle hız kazandı. Bruce’un temel motivasyon kaynağı, Lady Mary Montagu’nun İngiltere’ye taşıdığı varyolasyon bilgisini, yani çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırma yöntemini, bu uygulamanın çıktığı topraklara —Osmanlı'ya— geri taşımaktı. Onun görev süresinin sona erip İstanbul’dan ayrılmasıyla birlikte, aşılama faaliyetlerinin neredeyse tamamen durma noktasına gelmesi, bu sürecin kişisel çabalara ne kadar bağımlı olduğunu açıkça gösteriyor.

Sultan III. Selim’in şehzadelerini aşılatmış olabileceği yönündeki iddia, yalnızca bir varsayım değil; aksine, padişahın çiçek hastalığından kıl payı kurtulmuş olması, aşının değerini bizzat tecrübe ettiğini ve bu nedenle de önemini kavradığını gösteriyor. Modernleşmeye verdiği açık öncelik, bu yönde bir sağlık hamlesini destekleyeceğine dair güçlü bir kanıt niteliğinde. Ancak, gerçekleştirdiği reformların geleneksel yapılarla çatışması ve nihayetinde bu uğurda katledilmesi, böyle bir aşılama girişiminin neden kamuoyundan gizli tutulmuş olabileceğini de anlamlı kılıyor.

Vaksinasyonun Osmanlı’da, dünyadaki diğer merkezlerle eş zamanlı olarak başlaması dikkat çekicidir. Ancak uygulama özellikle gayrimüslim topluluklar arasında çok daha hızlı kabul görmüş, hatta belirli bölgelerde 1000 ila 5000 kişiyi aşan aşılama sayılarından söz edilmiştir. Bu durum, toplamda çok daha fazla kişinin vaksinasyona ulaşmış olabileceğini düşündürüyor. Üstelik mevcut belgeler, maddi durumu iyi olan veya entelektüel çevrelere yakın bireylerin —uygulama duraksasa bile— bir şekilde aşıya erişebildiklerini de (variolasyon da bi seçenek) gösteriyor.

Osmanlı'da Vaksinasyonun Öncü Hekimleri
 
Osmanlı’da modern aşılama faaliyetleri, 19. yüzyılın başlarında, özellikle II. Mahmud döneminde çiçek hastalığına karşı başlatılmıştır.
 
  • Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi (1774–1834): Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tıbbın ve aşılama çalışmalarının öncülerindendir. Edward Jenner'ın 1798 tarihli çığır açan eseri An Inquiry into the Causes and Effects of the Variolæ Vaccinæ'nin Joseph Marshall tarafından İtalyancaya çevrilen versiyonunu temel alarak, Osmanlı Türkçesine "Risale-i Telkih-i Bakarî" (İnek Çiçeği Aşısı Üzerine Kitapçık) adıyla kazandırdı. Bu çeviri, çiçek aşısına dair bilimsel bilgilerin Osmanlı toplumuna tanıtılmasında ve modern aşılama anlayışının benimsenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca, yalnızca çeviriyle yetinmemiş; çiçek aşısını bizzat uygulayan ilk hekimlerden biri olarak pratiğe de öncülük etmiştir.

 

Fransız hekim Alexandre Balthasar Auban (1786–1834), 26 Ekim 1802 tarihli Jean De Carro’ya yazdığı bir mektubunda, bir saray görevlisinin çocuğuna hekimbaşı tarafından çiçek aşısı yapıldığını bildirir. Dönemin kayıtları incelendiğinde, bu ilk vaksinasyonun büyük olasılıkla Mustafa Behçet Efendi tarafından gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.

 

En önemli katkılarından biri ise, 1827’de kurulan Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire’ye verdiği destektir. Bu sayede, geleneksel usta-çırak sistemine dayalı tıp eğitimi yerini, bilimsel temellere oturan modern bir anlayışa bırakmıştır. Modern bir tıp fakültesinin kurulmasıyla birlikte Behçet Efendi’nin çabaları, hem aşılama faaliyetlerinin yaygınlaşmasına hem de halk sağlığının kurumsallaşmasına büyük katkı sağlamıştır.

 
  • Şanizade Mehmed Ataullah Efendi (1771–1826): Osmanlı İmparatorluğu’nda modern tıbbın ve aşılama çalışmalarının öncülerindendir. Vaksinasyonun Osmanlı’da tanıtılmasıyla birlikte aşının yerli üretimine yönelik öncü adımlar attığı bilinmektedir. Belgelenmiş en erken girişimi ise 1811 yılında gerçekleşmiş; çiçek aşısı uygulamalarına katılarak, Kağıthane’deki Ayazağa Çiftliği’nde hastalıklı ineklerden yerli aşı üretimine öncülük etmiştir. Şanizade hatıratında, bu aşılarla binlerce kişiyi aşıladığını yazmış ve böylece Osmanlı’da hem ilk yerli çiçek aşısını üreten hem de yerli aşıyı uygulayan ilk hekim olduğunu iddia etmiştir.

 
Aynı yıl, dönemin veba salgınına karşı karantina uygulamalarının yanı sıra, halk sağlığını korumaya yönelik kurumsal önlemler de önermiş; bu kapsamda, kendi aşı çalışmalarını sürdürebileceği bir Telkihhane (aşı üretim ve uygulama merkezi) kurulmasını Sultan II. Mahmud’a teklif etmiştir. Her ne kadar bu öneri, içinde bulunulan siyasi çalkantılar nedeniyle hayata geçirilememiş olsa da, Sağlık Bakanlığı’nın resmî tarihine göre bu girişim, Osmanlı’da modern aşılamanın kurumsallaşmasında atılan ilk adım olarak kabul edilmektedir.

 

1820’de, Anton von Störck’ün eserini İtalyanca çevirisinden yararlanarak Edward Jenner’in çiçek aşısı yöntemiyle eseri güncelleyip Miyârü’l Etıbba adıyla Osmanlıcaya kazandırmıştır. Bu eser, Osmanlı’da basılan ilk tıp kitabı olarak modern tıbbın yaygınlaşmasında önemli bir rol oynamıştır. 

 

Şanizade, II. Mahmud döneminde, 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (Vaka-i Hayriye) sonrası yaşanan siyasi çalkantılar nedeniyle suçlanarak Tire’ye sürgüne gönderilmiştir. Aynı yıl, sürgünde bulunduğu Tire’de 55 yaşında vefat etmiştir. Ölümünün kesin nedeni kaynaklarda net olarak belirtilmemekle birlikte, sürgün koşullarının yol açtığı sağlık sorunları nedeniyle — muhtemelen kolera gibi bir hastalıktan — hayatını kaybettiği düşünülmektedir.

 

  • Hekimbaşı Hekim İsmail Paşa (1807–1880): Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Nazırı ve Hekimbaşı olarak, Edward Jenner'ın geliştirdiği çiçek aşısının (vaksinasyon) Osmanlı'da yaygınlaştırılmasında kilit bir rol oynadı. 19 Haziran 1840'ta (Hicri 18 Ramazan 1256) Sultan Abdülmecid tarafından yayımlanan fermanla önemli bir adım atıldı. Bu ferman, çiçek aşısının sadece yetkili hekimler tarafından ve halka ücretsiz olarak uygulanmasını emrediyordu. Ayrıca, aşı üretimi ve aşılama faaliyetlerinin yönetimiyle Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane görevlendirilmişti. Bunun üzerine İsmail Paşa, Aşı İdaresi'ni kurdu.

    Bu düzenleme, sadece Osmanlı İmparatorluğu'nda değil, tüm dünyada halk sağlığını önceleyen devlet politikalarının gelişmesine öncülük eden önemli bir adım oldu. Aynı zamanda, Jenner usulü çiçek aşısının Osmanlı'da merkezi ve sistematik bir yapıyla uygulanmasını sağlayarak, sağlık yönetiminde yeni bir dönemi başlattı

    Yüzünde mücadelesinin izlerini taşıyan Sultan Abdülmecid’in aşılamaya olan ilgisi, çocukluk döneminde geçirdiği çiçek hastalığından kaynaklanan kişisel bir hassasiyete dayanıyordu. Tahta çıktığında, aşılamayı teşvik etmek için somut adımlar attı. Rumeli gezilerinde çocukları huzurunda aşılatarak halkın bu yönteme güvenmesini sağladı. Bu sembolik girişim, halk sağlığı farkındalığını artırmada etkili oldu.

    Hekim İsmail Paşa, 1846'da Sultan Abdülmecid’in emriyle Menâfi'ü'l-Etfâl (Çocukların Yararları) adlı bir el kitabı kaleme aldı. Bu eser, çiçek aşısının faydalarını ve tarihçesini açıklayan, halkı bilinçlendirmeyi amaçlayan pratik bir rehberdi.

    Ancak günümüz Türkçesine çevrildiğinde, kitabın adının "Çocukların Yararları" olarak karşılık bulması, ilk bakışta aileleri çocuk sahibi olmaya teşvik eden bir çalışma izlenimi verebiliyor. Oysa Hekim İsmail Paşa'nın asıl kastettiği, "Çocuk Sağlığı Rehberi"di. Aslında bu durum, Osmanlıcada yazılan eserlerin ne kadar anlaşılmaz olduğunu gösteriyor. Çünkü Osmanlıca sadece yazarın kendisinin neyi kastettiğini bildiği, okuyanların ise yazar acaba burada ne anlatmak istemiş diyerek adeta bir bulmacayla karşılaştıkları bir dil. Osmanlıcanın belki de tek avantajı aynı kitabı okuyan herkesin farklı bir şey anlaması. 

    Hekim İsmail Paşa, 1846’da Sultan’ın emriyle Menâfi’ü’l-Etfâl (Çocukların Yararları) adlı bir el kitabı kaleme aldı. Bu eser, çiçek aşısının faydalarını ve tarihçesini açıklayan, halkı bilinçlendirmeyi amaçlayan pratik bir rehberdi. Ancak Osmanlıca, sadece yazarın kendisinin ne yazdığını bildiği, yazarın dışında okuyanların hiçbir şey anlamadığı bir dil olduğu için Çocukların Yararları çevirisi aileleri çocuk yapmaya teşvik eden bir çalışma olduğu fikrini versede aslında yazarın demek istediği ama Osmanlıca yüzünde diyemediği, "Çocuk Sağlığı Rehberi" ydi. Tek başına harf devri bile Atamızın ne kadar büyük bir insan olduğunu göstergesiymiş aslında. Ne demek istediğimi anlatabildiğimiz ve de anlayabildiğimiz bir dilimiz oldu. Aslında Hekim İsmail Paşa'nın yazmaya çalıştığı sadece "Çocuk Sağlığı Rehberi"idi.  

    Tek başına Harf Devrimi, Atamızın ne denli yüce bir insan olduğunu gösteren en somut kanıt değil midir? Artık ne demek istediğimizi ifade edebildiğimiz, anlatılmak isteneni de tam olarak kavrayabildiğimiz bir dile sahibiz.

    Kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nda çiçek hastalığına karşı korunma çabalarının 17. yüzyılın sonlarına dayandığı belirtiliyor. 1674’te Anadolu’dan İstanbul’a gelen bir kişinin 5-6 çocuğu variolasyon yöntemiyle aşıladığına dair önemli bir kayıt yer alıyor.

    Menâfi’ü’l-Etfâl, Osmanlı’nın çok kültürlü yapısına uygun olarak Türkçe, Rumca, Ermenice ve Yahudice (Ladino) dillerinde yayımlandı. Rumeli ve Anadolu’daki aşı görevlileri aracılığıyla dağıtılan bu kitap, Müslüman ve gayrimüslim toplulukları kapsayan bir halk sağlığı kampanyasının temelini oluşturdu. Kitap, sade diliyle hem halkı bilgilendirdi hem de aşı görevlileri için bir eğitim aracı olarak kullanıldı.

    Aşılananlar 7-9 gün sonra kontrole çağrılıyor ve uygun görülenlerin püstüllerinden yeni aşı hazırlanıyordu. İthal edilen aşı malzemeleri hem lojistik sorunlar hem de saklama zorlukları nedeniyle etkinliğini kaybedebiliyordu.

    1846'da Şanizade’den yaklaşık 35 yıl sonra, Hekim İsmail Paşa öncülüğünde yerel kaynaklarla aşı üretimi denendi. Ancak ilk uygulamalarda ortaya çıkan şiddetli yan etkilerin yol açtığı endişeler nedeniyle bu yerli aşıların kullanımından vazgeçildi ve süreç beklenen başarıya ulaşamadı.

    Bu dönemde ilk geniş çaplı aşı kampanyaları düzenlendi.
      

Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, çiçek aşısı üretimini ithal hammaddeye bağımlı olarak sürdürürken; 1880 yılında İstanbul’da yaşayan İtalyan hekim Dr. Giovanni Battista Violi (1849–1928), Beyoğlu Aynalı Pasaj’da “Etablissement Vacciogène / Institut Vacciogène” adıyla özel bir aşı evi kurarak buzağıdan elde ettiği inek çiçeği virüsüyle aşı üretimine başladı. Dr. Violi’nin hazırladığı yerli aşılar şüphesiz büyük önem taşıyordu; ancak bu üretim, aşı ithalatını tamamen durduracak ölçüde yeterli değildi.

 

Osmanlı tahtının 34. padişahı ve 113. İslam halifesi olan Sultan II. Abdülhamid (1842–1918) döneminde, aşılama çalışmaları en kapsamlı seviyeye ulaştı. Bu çabaların zirve noktalarından biri, 30 Mayıs 1885 tarihinde yayımlanan Telkīh-i Cüderī Nizamnâmesi (Çiçek Aşısı Yönetmeliği) oldu. Bu önemli yasal düzenlemeyle birlikte, halk sağlığını korumaya yönelik köklü adımlar atıldı:

 

  • Tüm çiçek aşıları, tekrar dozlar dahil olmak üzere, tamamen ücretsiz hale getirildi.
  • Geleneksel ve daha riskli olan variolasyon (çiçekleme) yöntemi kesin olarak yasaklandı.
  • Aşılama işlemlerinin yalnızca bilimsel kriterlere uygun biçimde, özel tüplerde muhafaza edilen aşı materyalleriyle yapılması şart koşuldu.

 

Bu yasal düzenleme, Osmanlı'da koruyucu hekimliğin kurumsallaşmasında önemli bir eşik teşkil etti.

 

Aşı Kampanyalarının Basına Yansımaları 

 

Dönemin gazeteleri de aşılama programlarını kamuoyuna duyurdu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve Makedonya’daki Selanik gibi gazeteler, bu çalışmaları geniş kitlelere ulaştırdı.

 

Dönemin gazeteleri, özellikle hem Yunanistan topraklarındaki hem de Osmanlı İmparatorluğu içindeki Rum gazeteleri, aşılama programlarını yakından takip ederek kamuoyuna duyuruyordu. İstanbul’da yayımlanan Postacı ve o dönem Osmanlı toprağı olan Makedonya’daki Selanik gazeteleri, bu haberleri geniş kitlelere ulaştıran önemli örneklerdi. Ayrıca, dönemin hekimleri aşılama için gerekli özel aletleri geliştirmişlerdi.

Edward Jenner (1749–1823)

Lady Mary Wortley Montagu sayesinde 8 yaşındayken variolasyonla aşılanan ve çiçek hastalığına karşı korunma kazanan, John Hunter'n öğrencisi Jenner, sütçü kadınların inek çiçeği (cowpox) geçirdikten sonra çiçek hastalığına (smallpox) yakalanmadığını gözlemledi. Bu gözlemden yola çıkarak, inek çiçeğinin çiçek hastalığına karşı koruyucu bir etkisi olabileceğini düşündü ve belli bir korunma mekanizması olarak kişiden kişiye aktarılabileceği neticesine varmıştı. İneklerin memelerinde meydana gelen çiçek kabarcıklarından aldığı iltihabı sağlam ineklere tatbik etmiştir. İnek aşısı (cowpox) olarak bilinen bu aşı tarzı Jenner tarafından ortaya konulmuştur.

1796 yılında Jenner, bu fikrini test etmek için Sarah Nelmes adlı bir sütçü kadının elindeki inek çiçeği lezyonlarından aldığı materyali, sekiz yaşındaki James Phipps adlı bir çocuğa aşıladı. Altı hafta sonra, Phipps’e variolasyon (çiçek hastalığı materyali ile aşılama) uyguladı ve çocukta herhangi bir hastalık belirtisi ya da lokal reaksiyon gözlemlemedi. Daha sonra, inek çiçeği geçirmiş 13 kişiye variolasyon yaparak aynı sonucu elde etti; hiçbiri çiçek hastalığına yakalanmadı. Bu bulgular, inek çiçeğinin çiçek hastalığına karşı etkili bir koruma sağladığını kanıtladı.

 

Edward Jenner, bilim tarihinde çığır açacak keşfini Kraliyet Tıp Akademisi’ne sunduğunda, beklediği takdiri değil, şaşırtıcı bir dirençle karşılaştı. Akademi, bu yenilikçi fikri “fazlasıyla radikal” bularak Jenner’ı “güvenilmez” ilan etti ve bulgularını kamuoyuyla paylaşmaması konusunda kendisini uyardı. Ancak Jenner yılmadı. Gözlemlerine duyduğu güven ve bilimsel sezgisiyle 1798 yılında An Inquiry into the Causes and Effects of the Variolæ Vaccinæ başlıklı eserini yayımladı. Bu çalışmasında, “cowpox” olarak bilinen inek çiçeğinin çiçek hastalığına karşı koruyucu etkisini ayrıntılarıyla açıkladı.

Başlangıçta şüpheyle yaklaşılan bu yöntem, sadece bir yıl içinde tıp dünyasında çığır açan bir devrime dönüştü. Jenner'ın ineklerde görülen "vacca" (Latince "inek") hastalığı üzerine yaptığı çalışmalar sayesinde, Fransız tıp çevreleri bu yeni koruyucu uygulamayı tanımlamak için "vaccination" terimini benimsedi. Böylece, Latince "vacca"dan türeyen bu kelime, zamanla sadece çiçek hastalığını değil, tüm bağışıklık sağlayan aşı uygulamalarını kapsayan evrensel bir kavrama dönüştü.

Jenner'ın bu buluşu, çiçek hastalığını kontrol altına almanın ötesine geçerek modern immünolojinin doğuşunu müjdeledi. Aşılama, insanlığın görünmeyen düşmanlarına karşı geliştirdiği en sağlam kalkan haline gelirken; mikroskobik tehditler karşısında yazılan büyük zafer destanının ilk mısrası olarak tarihe geçti.
 
İnsanlığın Çiçek Hastalığına Karşı Zaferi: Bir Salgının Sonu

Çiçek hastalığı, yüzyıllar boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açan, korku salan bir felaketti. Ancak, 18. yüzyılın başlarında Lady Mary Wortley Montagu’nun Osmanlı’dan Avrupa’ya taşıdığı variolasyon yöntemiyle başlayan mücadele, Edward Jenner’ın inek çiçeği (cowpox) virüsünü kullandığı modern aşıyla bilimsel bir devrime dönüştü.

 

Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) öncülüğünde yürütülen küresel aşılama kampanyaları, bu ölümcül hastalığı aşama aşama geriletti. Ve dikkat çekici bir tarihsel çakışmayla, 8 Mayıs 1721'de Boston'da Cotton Mather'in kasabasına çiçek hastalığının ayak basmasından yaklaşık 260 yıl sonra, 8 Mayıs 1980'de DSÖ, bu hastalığın dünyadan tamamen silindiğini ilan etti ve böylece çiçek hastalığı ortadan kaldırılan ilk ve tek bulaşıcı hastalık oldu. İnsanlık tarihinin en yıkıcı salgınlarından biri böylece tarihe gömüldü.

 

Bu başarı yalnızca bilimsel değil; aynı zamanda etik, kültürel ve insani bir dönüm noktasıydı. 1806 yılında ABD Başkanı Thomas Jefferson, Jenner’a şu sözlerle seslenmişti:

 

 “İnsanlık tarihindeki en büyük sıkıntılardan birini takvimden sildiniz… Gelecek nesiller, çiçek hastalığının bir zamanlar var olduğunu yalnızca tarihten öğrenecek.”

 

Jenner da bu umudu paylaşarak şöyle demişti:

 

 “Umarım bir gün, inek çiçeği virüsünün insanlara uygulanması tüm dünyaya yayılır. O gün geldiğinde artık çiçek hastalığı kalmayacaktır.


Gelecek Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.13.8- Antibiyotiğin Keşfinin Tarihçesi 

 

  

KAYNAKÇA:

 

  1. PAHSSc - Türkiye'de Akciğer Naklinin Tarihçesi
  2. T.C. Dışişleri Bakanlığı - Viyana Büyükelçiliği - İletişim Bilgileri
  3. Peter the Great - Wikipedia
  4. The Turkish Embassy Letters - Lady MaryWortley Montagu
  5. Poem: Turkish Verses Address'd to the Sultana, Eldest Daughter of S Achmet 3d. by Lady Mary Wortley Montagu
  6. 109.032 - Turkish Song. Addressed to the Sultuana, Eldest Daughter of Sultuan Achmet the Third, by Ibrahim Bassa the rei... | Levy Music Collection
  7. Life of English aristocrat Lady Mary Wortley Montagu who brought smallpox inoculation to Britain | Daily Mail Online
  8. III. Selim - Vikipedi
  9. A History of Organ Transplantation: Ancient Legends to Modern Practice - David Hamilton - 2012
  10. Kidneys, Twins, and Pathological Optimism: The Story of the First Successful Organ Transplant ‹ Literary Hub - 2021
  11. Transplantation And Individuality - Leo Loeb - 1921
  12. Historical Overview of Transplantation - PMC - 2013
  13. Leo Loeb - Wikipedia
  14. National Academy of Sciences - Leo Loeb (1869-1959) - A Biographical Memoir by Ernest W. Goodpasture - 1961
  15. The many faces of biological individuality - Thomas Pradeu - 2016
  16. Experimental Pathology and the Origins of Tissue Culture: Leo Loeb's Contribution - Jan A. Witkowski - 1983

  


Yazan: Kamil Hamidullah / TEMMUZ 2025
Önceki güncelleme: 
Son güncelleme: 


 

Önceki Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.2- Bağışıklık Sisteminin Anlaşılmaya Başlanması 

 

 

 

#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #immünology #LTx #ÇiçekHastalığı #SmallPox

 



Eskişehir Web Tasarım