PAHSSc, Nadir Hastalıklar Gününü Destekliyor

AKCİĞER NAKLİNİN TARİHÇESİ -2.25.5- DOKU ÖZGÜLLÜĞÜ, HÜCRESEL İMMÜN TEPKİLER VE BAĞIŞIKLIK YANITININ MANİPÜLE EDİLEBİLİRLİĞİ - 2025.07.25

Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.5- Doku Özgüllüğü, Hücresel İmmün Tepkiler ve Bağışıklık Yanıtının Manipüle Edilebilirliği

 

James Bumgardner Murphy (1884-1950)

 

Akciğer naklinin karmaşık dünyasını anlamak için hücrelerin kimliği, doku özgüllüğü ve bağışıklık sisteminin bu kimlikleri nasıl tanıdığına dair derin bir yolculuğa çıkmak gerekir. Bu yolculukta, James Bumgardner Murphy gibi öncü bilim insanlarının çalışmaları kilit rol oynamıştır. Tıbbın bağışıklık üzerine kazandığı birçok bilgi, bu dönemde kanser araştırmaları sayesinde elde edilmiştir.    

 

James Bumgardner Murphy ve Kanser Araştırmalarına Yön Veren Keşifler

 

Daha önceki paylaşımlarımızda, Francis Peyton Rous’un (1879–1970) 1916 yılında kanın uzun süre saklanabilmesini sağlayan ve kan bankacılığının önünü açan yöntemi geliştirdiğinden bahsetmiştik.

Bu kez, kanserin nedenlerinin yoğun biçimde araştırıldığı bir dönemde Rous’un 1911’de tavuklarda tümöre yol açan bir virüsü keşfetmesi, Murphy’nin kariyerine yön veren sürecin başlangıcı oldu. Rous’un bulgusu, kanserin viral etkenlerle de ilişkili olabileceğini gösteren ilk önemli kanıtlardan biri olarak tarihe geçti ve keşfettiği virüs daha sonra Rous Sarkoma Virüsü (RSV) olarak adlandırıldı. Bu keşfiyle Peyton Rous, “tümör oluşturan virüsleri keşfi” nedeniyle, 1966 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü Charles Brenton Huggins ile paylaştı.

 

Virüs Araştırmalarında Embriyonik Yumurta Kullanımının Öncüsü


1912 yılında Murphy, kanser araştırmaları kapsamında önemli bir deneye imza attı. The Behavior Of Chicken Sarcoma Implanted in The Developing Embryo (Gelişmekte Olan Embriyoya Nakledilen Tavuk Sarkomunun Davranışı) adlı çalışmasında, bir tümörden aldığı kanserli doku örneğini döllenmiş tavuk yumurtasında gelişmekte olan embriyoya nakletti. Amacı, kanserli tümörlerin büyümesini ve yayılmasını etkileyen biyolojik mekanizmaları daha iyi anlamaktı.

Murphy, bu yöntemle hem tümör hücrelerinin hem de virüslerin döllenmiş tavuk yumurtasında canlı kalabildiğini ve çoğalabildiğini gözlemledi. O döneme kadar yalnızca aynı bireyden alınan dokuların (otogreft) naklinde başarı sağlanabiliyorken, Murphy’nin çalışması farklı bireyden alınan tümör dokusunun (homogreft) başarıyla nakledilebildiğini göstermesi açısından da ilklerde biriydi. Bu deneysel yaklaşım, yalnızca tümör immünolojisi açısından değil, virolojik araştırmalar için de yeni bir çığır açtı. Murphy’nin bu buluşu, virüslerin laboratuvar ortamında incelenebilmesine yönelik atılan ilk önemli adımlardan biri oldu.

Yaklaşık 20 yıl sonra, 1931’de, Ernest William Goodpasture (1886-1960) ve Alice Miles Woodruff (1900-1985), Murphy’nin yaklaşımını yaklaşımını temel alarak yeni bir teknik geliştirdiler. American Journal of Pathology dergisinde yayımladıkları "The Susceptibility of the Chorio-Allantoic Membrane of Chick Embryos to Infection with the Fowl-Pox Virus" (Tavuk Embriyolarının Koriyo-Allantoik Zarının Tavuk Çiçek Virüsüne Karşı Duyarlılığı) başlıklı makalelerinde, virüsleri doğrudan tavuk embriyosunun koriyo-allantoik zarına — yani embriyoyu saran ve besleyen ince zar tabakasına — enjekte etme yöntemini tanıttılar. Bu teknik sayesinde virüsler, laboratuvar ortamında daha kolay ve kontrollü bir şekilde çoğaltılabilir hale geldi.

Paul Ehrlich (1854–1915) kanser araştırmalarıyla bağışıklık sisteminin temel ilkelerini ortaya koyarken, onun mirasını organ nakli alanına taşıyan Murphy’nin çalışmaları, yalnızca viroloji ve aşı teknolojisinin gelişimine değil, aynı zamanda nakil immünolojisinin temellerine de katkı sağladı.

Murphy, 20. yüzyılın başlarında gerçekleştirdiği tümör nakli deneyleriyle, nakil başarısını etkileyen biyolojik süreçleri sistematik biçimde açıklayan ilk araştırmacı oldu. Bu erken döneme ait öncü çalışmalar, tıpta ilk kez “tümör bağışıklığı” ve “doku özgüllüğü” kavramlarını ortaya koyarak bağışıklık sisteminin yalnızca istilacı mikroorganizmalara değil, doku ve organ nakillerine karşı geliştirdiği tepkileri anlamanın yolunu açtı. Böylece doku özgüllüğü bariyerinin tanımlanmasıyla, modern organ nakli immünolojisinin temelleri atılmış oldu.


  

Doku

Tıbba “doku” teriminin sistematik kullanımını sağlayan kişi, Fransız anatomist ve fizyolog Marie François Xavier Bichat’tır (1771–1802). Terim, Eski Fransızca tissu (dokumak) sözcüğünden türetilmiş olup, çok sayıda hücrenin birleşerek oluşturduğu düzenli ve yapısal bütünlüğe gönderme yapar. Bichat, 1801’de yayımladığı Anatomie Générale (Genel Anatomi) adlı eserinde, organların 21 temel doku türünden meydana geldiğini belirlemiş ve dokuyu anatominin temel birimi olarak ilk kez merkeze almıştır. Organları bağımsız yapılar olarak değil, farklı dokuların bileşiminden oluşan sistemler şeklinde değerlendirmiştir. Modern histolojinin öncüsü Bichat, tüm bu çalışmalarını mikroskop kullanmaksızın, yalnızca olağanüstü gözlem yeteneğiyle gerçekleştirmiştir.

Doku özgüllüğü,

Canlıların vücudunda kalp, karaciğer ve beyin gibi birçok farklı doku türü bulunur. Her bir doku, kendine özgü bir yapıya ve işlevselliğe sahiptir. İlginçtir ki, vücuttaki tüm hücreler aynı genetik bilgiye—yani Deoksiribonükleik Asit'e (DNA)—sahip olmalarına rağmen, farklı görevleri üstlenirler. Bu fark, hücrelerin yalnızca kendilerine özgü genleri aktif hale getirmeleriyle oluşur. Örneğin, kas hücreleri kasılmayı sağlayan genleri; karaciğer hücreleri ise zararlı maddeleri temizleyen genleri devreye sokar.

 

Bu seçici gen kullanımına bağlı özelleşme süreci doku özgüllüğü olarak adlandırılır. Hücreler, bu mekanizma sayesinde farklı dokulara dönüşerek özel işlevler kazanır.


Ayrıca, her hücre vücudun bağışıklık sistemi tarafından tanınan bir "kimlik kartı" taşır. Bu kartı oluşturan HLA (Human Leukocyte Antigen; İnsan Lökosit Antijeni) adı verilen özel proteinler, bağışıklık sistemine "bu bizden" mesajı vererek vücudun kendi hücrelerini yabancı maddelerden ayırt etmesini sağlar.

 

Doku Özgüllüğünün Bozulması Ne Anlama Gelir?

Doku özgüllüğünün bozulması, hücrenin yalnızca ait olduğu dokuda üstlenmesi gereken özel görevleri yerine getirememesi anlamına gelir. Bu durumda hücre uzmanlaşmış yapısını kaybeder; ne yapması gerektiğini bilemez hale gelir ve görevlerini unutur. İşlevini hatırlamayan benzer hücreler üreterek kontrolsüz şekilde çoğalmaya başlar ve bu durum dokunun doğal düzenini bozabilir. Bu süreç, birçok hastalığın gelişiminde temel bir rol oynar. Bazı kalıtsal hastalıkların belirli bir organla özdeşleşmesi de, o organla ilişkili hücrelerdeki doku özgüllüğünün bozulduğuna işaret eder.

Doku Özgüllüğü Bozulursa Ne Olur?

 

Doku özgüllüğü bozulduğunda hücreler ne yapacağını şaşırabilir. Yanlış genleri açabilir, görevlerini unutabilir veya kontrolsüzce çoğalabilir. Bu bozulma ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir:hücreler görevlerini yerine getiremez ve vücutta karışıklık başlar.

 

1. Kanser

 

Kanser tam da bu bozulmanın en çarpıcı örneklerinden biridir. Kanserin başlangıcında hücreler, uzmanlaştıkları görevleri bırakır ve daha basit, ilkel bir hal alır. Bu değişim, tümörün oluşması ve büyümesi açısından kritik bir adımdır.

Hücre kimliğindeki değişim genellikle iki şekilde olur:

 

  • Gerileme (Dediferansiyasyon): Hücre, sahip olduğu özel görevleri unutur ve daha basit bir duruma geri döner.
  • Başkalaşım (Transdiferansiyasyon): Hücre, tamamen farklı bir hücre tipine dönüşür; örneğin bir karaciğer hücresi kas hücresine benzemeye başlayabilir.

 

Bu değişimler, hücrenin normal düzeni bozmasını ve kontrolsüzce çoğalmasını sağlar. Artık belirli kurallara bağlı değildir. Bu nedenle kanser hücreleri, hem hızla büyür hem de yayılma kabiliyeti kazanır.

 

Kanser, yalnızca kötü huylu hücrelerin kontrolsüz çoğalmasından ibaret değildir; çevresindeki bağışıklık hücreleri de bu sürece aktif olarak katılır—kimi zaman savaşçı, kimi zaman da şaşkına dönmüş bir müttefik gibi. Normalde vücudu korumakla görevli olan bağışıklık hücreleri, kanserin etkisiyle işlevlerini yitirebilir. Bu kafa karışıklığı, tümörün büyümesini destekleyen bir ortam yaratabilir. Özellikle makrofajlar, bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biridir.

 

Makrofaj, Yunanca kökenli bir terim olup "büyük yiyici" anlamına gelir. Bağışıklık sisteminin temel savunma hücrelerinden biri olan makrofajlar, enfeksiyonlara karşı ilk yanıtı verir, zararlı mikroorganizmaları ve ölü hücreleri temizler, ayrıca diğer bağışıklık elemanlarını uyararak savunma sisteminin koordinasyonunu sağlar. Ancak tümör mikroçevresinde bu dengeler altüst olabilir.

 

Kanser hücreleri, yaydıkları kimyasal sinyallerle makrofajların davranışlarını manipüle edebilir. Böylece, aslında savunmadan sorumlu olan bu hücreler, tümörün büyümesini destekleyen maddeler salgılamaya başlayabilir ve hatta kanserin bağışıklık sisteminden kaçmasına yardımcı olabilir. Bu ikili rol, makrofajları hem saldırgan hem de koruyucu özellikler taşıyan karmaşık bir yapıya dönüştürür.

 

Bu nedenle, günümüzdeki kanser araştırmaları yalnızca tümör hücrelerini değil, aynı zamanda onları çevreleyen bağışıklık bileşenlerini de hedef almaktadır. Bilim insanları, bu "hain" makrofajları ya etkisiz hale getirmenin ya da yeniden savunma moduna geçirmenin yollarını arıyor. Çünkü bu hücrelerin taraf değiştirmesi, kanser tedavisinin önündeki en büyük engellerden biri olarak kabul ediliyor.

 

Böylece doku özgüllüğü sadece bir hücre özelliği değil, sağlıklı yaşamın temelidir. Bozulması ise hem hücresel karmaşaya hem de ciddi hastalıklara zemin hazırlar.

 

2. Otoimmün Hastalıklar: Bağışıklık Sisteminin Kendi Dokularına Saldırısı

 

Her hücrede, o hücrenin vücuda ait olduğunu gösteren bir “kimlik kartı” bulunduğunu önceden dile getirmiştik. Bu kimlik molekülleri, MHC (Majör Histokompatibilite Kompleksi) olarak adlandırılır. Vücuttaki dokuların bağışıklık sistemiyle uyumunu sağlayan temel yapıdır.

 

Otoimmün hastalıklar, işte bu tanıma sisteminin bozulmasıyla ortaya çıkar. Bağışıklık sistemi yanlışlıkla vücudun kendi dokularını "yabancı" olarak algılar ve onları yok etmek amacıyla saldırır. Bu saldırı, belirli doku tiplerine (doku özgüllüğü) yönelik olabilir ve tıpkı bir enfeksiyona verilen tepki gibi iltihaplanmaya yol açar. Ancak bu iltihaplanma, işgalci bir mikroorganizmanın neden olduğu enfeksiyona karşı değil, vücudun kendi dokularına verdiği yanlış ve içsel bir tepkidir.

 

Bu işlevsiz tepkiler sonucunda iltihaplanma ve doku hasarı meydana gelir. Zamanla bu bozukluklar, kronik, çoklu sistem rahatsızlıklarına yol açabilir. Peki, bilim dünyası bu karmaşık ve yıkıcı hastalıklar hakkında ne zaman bilgi edinmeye başladı?

 

Otoimmün hastalıkların bilimsel temelleri, Karl Landsteiner (1868–1943) ve Julius Donath (1870–1950) tarafından 1904 yılında atıldı. Bu iki bilim insanı, paroksismal soğuk hemoglobinüri adlı nadir bir hastalığı tanımlayarak otoimmün hastalıkların varlığını ilk kez ortaya koydular. Ancak tıp dünyasının bu hastalık grubuna gerçek anlamda odaklanması, bu ilk keşiften tam 44 yıl sonra gerçekleşti.

 

Tıp dünyasının dikkatini çeken ilk otoimmün hastalık, Lupus oldu. Bu dönemde, bağışıklık sisteminin görevinin sadece dışarıdan gelen mikroplarla savaşmak olduğuna inanılıyordu. Vücudun kendi hücrelerine zarar verebileceği fikri, henüz anlaşılamamıştı. Lupus, otoimmün hastalıkların nasıl işlediğini anlamamızda öncü bir rol oynadı ve bu hastalıkların açıklanmasında temel bir referans noktası haline geldi.

 

Bu sürecin en önemli dönüm noktalarından biri, Malcolm McCallum Hargraves (1903–1981) tarafından 1948 yılında Lupus Eritematozus (LE) hücresinin keşfedilmesiydi. Hargraves, bu hücreyi kemik iliğinde buldu. LE hücreleri, bağışıklık sisteminin kendi hücre çekirdeğine karşı ürettiği özel antikorlar, yani otoantikorlar nedeniyle oluşur. Bu otoantikorlar, parçalanmış hücre çekirdeği kalıntılarına yapışır. Bağışıklık sisteminin temizlik görevlileri olan fagositler (savunma hücreleri), bu antikorla kaplı çekirdek kalıntılarını "yabancı" olarak algılar ve onları yutarlar. Fagositlerin bu kalıntıları yutmasından sonra oluşan yapılar, mikroskop altında rahatça gözlemlenebilir. Bu LE hücreleri, Lupus'un otoimmün bir hastalık olduğuna dair en erken ve somut kanıtlardan biriydi. Fagositin içine aldığı bu yapı, tıp dilinde nükleer kalıntı olarak adlandırılır ve hasar görmüş hücre çekirdeğinden arta kalan parçaları içerir.

 

Doku Özgüllüğünün Bilinçli Olarak Bozulması: Tümör ve Nakil Bağışıklık Yanıtları

 

Vücudun kendi hücrelerinde bulunan "kimlik kartı" olarak adlandırdığımız MHC molekülleri, bağışıklık sisteminin "kendi" ve "yabancı" arasındaki ayrımını yapmasını sağlar. Peki, vücuda bu kimlik kartını taşımayan veya kimliği değiştirilmiş bir doku girdiğinde ne olur?

 

Bu durum özellikle organ ve doku nakillerinde ortaya çıkar. Eğer nakledilen doku veya organ, kişinin kendi vücudundan alınıp yine kendisine aktarılıyorsa (örneğin bir yanık tedavisinde kişinin kendi derisinden alınan deri parçasının kullanılması gibi), buna otogreft denir. Otogreftlerde, nakledilen dokunun kimliği, vücudun kendi kimliğiyle tamamen uyumlu olduğundan bağışıklık sistemi tarafından “yabancı” olarak algılanmaz. Dolayısıyla, herhangi bir reddetme reaksiyonu yaşanması beklenmez.

 

Ancak, nakledilen organ veya doku farklı bir bireyden (aynı türden olsa bile) veya farklı bir türden alındığında durum değişir. Bu tür nakillerde, organın hücreleri alıcının vücudu için "yabancı" bir kimliğe sahiptir. Bağışıklık sistemi, bu yabancı kimliği tanır ve doğal olarak onu bir tehdit olarak algılar. Beklenen yanıt, tıpkı bir enfeksiyona karşı olduğu gibi, bu yabancı yapının tanınarak ortadan kaldırılmasına yöneliktir. İşte bu nedenle, otogreft dışındaki organ nakillerinde reddetme reaksiyonlarını önlemek için immünosupresif ilaçlar kullanılır ve bu durum, hastaları enfeksiyonlara karşı daha savunmasız hale getirebilir.

Kısacası, doku özgüllüğünün bilinçli (nakillerde otogreft dışı durumlar) veya hücresel değişimler yoluyla (tümörlerde) bozulduğu durumlarda, bağışıklık sistemi vücudun bütünlüğünü korumak adına bir yanıt geliştirir.

 


 

Doku özgüllüğü bariyeri, farklı bireylerden veya türlerden aktarılan doku ve organların alıcı organizmada uzun süre tutunamayarak reddedilmesini ifade eden önemli bir biyolojik olgudur.  Bu kavramın temelleri, Murphy'nin 1913 tarihli “Transplantability Of Tissues To The Embryo Of Foreign Species: Its Bearing On Questions Of Tissue Specificity And Tumor Immunity” (Yabancı Tür Embriyosuna Doku Nakledilebilirliği: Doku Özgüllüğü ve Tümör Bağışıklığına Etkisi) başlıklı çalışmasıyla atılmıştır.

Murphy'nin araştırması, Leo Loeb'in (1869–1959) 28 yaşındayken Zürih Üniversitesi'nde tamamladığı çığır açıcı doktora tezine dayanır. Loeb, bu çalışmasını 1897 yılında Archiv für Entwicklungsmechanik der Organismen (Organizmaların Gelişim Mekaniği Arşivi) dergisinde yayımlamış ve  deneyine oldukça açıklayıcı bir başlık vermiştir: "Über Transplantation von weisser Haut auf einen Defekt in schwarzer Haut und umgekehrt am Ohr des Meerschweinchens" (Gine Domuzu Kulağında Beyaz Derinin Siyah Deri Defektine ve Siyah Derinin Beyaz Deri Defektine Nakli Üzerine).

 


 

 

Loeb’in Deri Nakli Deneyleri: Bağışıklık Biliminin Doğuşuna Işık Tutan Cesur Gözlemler

 

19. yüzyılın sonlarında, kişinin kendi dokusunun başka bir bölgeye aktarılması anlamına gelen otolog deri nakilleri tıp pratiğinde başarıyla uygulanabiliyordu. Ancak Loeb’i farklı kılan, başka bireylerden alınan dokuların (allogreftler) neden kalıcı olmadığını araştırmasıydı. O dönemde hastalıkların ana nedeni olarak mikroorganizmalar (mikrop teorisi) öne çıkarken, vücudun başka bir bireyin sağlıklı dokusunu reddetmesi bu anlayışla açıklanamıyordu. Loeb’in deneyi, tam da bu bilinmezliğe ışık tutmayı amaçlıyordu. İmmünolojinin henüz şekillenmeye başladığı bir dönemde, enfeksiyon dışı reddetme tepkilerini ele alması, çalışmasını hem cesur hem de devrim niteliğinde kıldı.

 

O yıllarda, ‘nakledilen dokunun tutunamaması’ olarak adlandırılan olgunun arkasında yatan genetik farklılıklar ile bağışıklık hücrelerinin etkileşimlerine dair biyolojik mekanizmalar henüz açıklığa kavuşmamıştı.Loeb, bu süreçleri inceleyerek vücudun ‘kendi’ ile ‘yabancı’ dokuyu ayırt etme yetisini sorgulayan ilk bilimsel yaklaşımlardan birini ortaya koydu. Onun deneyleri, deri nakli konusundaki anlayışı kökten etkiledi ve Murphy’nin bağışıklık bilimine katkıda bulunacağı gelecekteki araştırmalar için sağlam bir temel oluşturdu.

Loeb, deri nakli süreçlerini daha iyi izlemek için zıt renklere sahip siyah ve beyaz gine domuzlarını kullanarak doku yenilenme evrelerini yaratıcı bir yöntemle inceledi. Bu yaklaşım, nakil sonrası derideki değişimlerin net bir şekilde gözlemlenmesini sağladı. 

 

Çalışması yalnızca kendi hayvan deneyleriyle sınırlı kalmadı; aynı zamanda kendi bulgularını Reverdin, Johnson-Smith, Maurel, Troup Maxwell ve Karg gibi öncü hekimlerin insanlar üzerindeki deri nakli uygulamalarıyla da doğrudan karşılaştırmalı olarak değerlendirdi. Bu araştırma, iyileşme sürecinde neler yaşandığını, dokuların birbirine nasıl uyum sağladığını, bu uyumun deri rengi üzerindeki etkilerini ve nakledilen dokunun kendi kimliğini koruyup koruyamayacağını sorgulayan önemli bilimsel sorulara yanıt aradı.

 

Çalışmasındaki deneyler; otolog (aynı bireyden alınan doku), allojenik (genetik olarak farklı bireyden alınan doku) ve zıt renk kombinasyonları (örneğin beyaz-siyah gine domuzu) arasında sistematik karşılaştırmalar içermektedir.


Beyaz Gine Domuzundan Siyah Gine Domuzuna Deri Nakil  

Deneylerini gine domuzlarının kulakları üzerinde gerçekleştirdi; çünkü bu bölge, ince yapısı ve zengin damar ağı sayesinde hem deri nakillerinin tutunması hem de sürecin gözlemlenmesi açısından son derece elverişliydi.

Loeb’in ilk deneyinde, beyaz derili bir gine domuzundan aldığı deri parçasını, siyah derili bir gine domuzunun kulağında oluşturduğu yaraya nakletti. Başlangıçta bazı nakiller tutunmuş gibi görünse de, sonuçlar genellikle başarısız oldu; nakledilen parçaların çoğu 1-2 hafta içinde reddedildi.

Mikroskobik incelemeler, yaranın kenarındaki siyah deri hücrelerinin, nakledilen beyaz derinin altına doğru istilacı bir şekilde ilerlediğini gösterdi. Bu hücreler, beyaz deri ile alıcı doku arasındaki bağlantıyı keserek dokunun reddedilmesine neden oldu. Başarılı görünen bazı nakillerde, yaklaşık iki hafta sonra siyah pigmentin kenarlardan başlayarak beyaz bölgeye yayıldığı gözlemlendi. Mikroskop analizleri, siyah deriden gelen kromatoforların (pigment üreten hücreler) beyaz derinin en alt katmanına sızarak yerleştiğini ve beyaz derinin yavaş yavaş karardığını ortaya koydu.

 

Ancak, haftalar boyunca canlılığını sürdüren ve pigment değişimi geçiren beyaz deri parçaları bile zamanla aniden reddedilebildi. Bu, doku naklinin yalnızca erken dönemde değil, uzun vadede de karmaşık bir reddetme sürecine tabi olduğunu gösterdi. Beyaz derinin pigment açısından dönüşümü, hem ilgi çekici hem de hassas bir süreç olarak değerlendirildi. 

Araştırmanın beklentisi, nakledilen derinin yarayı kapatarak alıcı organizma tarafından kabul edilmesi ve iyileşme sürecine katkı sağlamasıydı. Ancak gözlemler, konak dokunun yeni gelen dokuyla uyum sağlamak yerine ona karşı bir mücadele başlattığını; onu kuşattığını, dönüştürdüğünü ve kendi yapısına benzetmeye çalıştığını ortaya koydu.


Siyah Gine Domuzundan Beyaz Gine Domuzuna Deri Nakil

Loeb, siyah derinin beyaz gine domuzuna nakledilmesinin daha başarılı sonuçlar verdiğini gözlemledi. Kenar bölgelerde zaman zaman reddetme görülse de, nakledilen dokunun orta kısmı genellikle sağlam bir şekilde tutundu. Naklin ilk aşamasında siyah deri geçici olarak soluk bir görünüm sergilese de, kısa sürede özgün koyu rengini geri kazandı. Tutunan siyah deri, zamanla etrafındaki beyaz deriye doğru aktif olarak yayılmaya başladı. Loeb, pigmentin pasif bir şekilde dağılıp dağılmadığını veya beyaz derinin gerçekten siyaha dönüştüğünü sorguladı. Sonradan siyahlaşan bir bölgeden alınan parça tekrar yaralandığında, orijinal siyah deri gibi siyah olarak iyileşti. Bu, beyaz epitel hücrelerinin temelden değişerek siyah epitel hücrelerine dönüştüğünü gösterdi.

Deri Yapısındaki Farklılıklar

 

  • Siyah Deri: Bol miktarda pigment içerir; bu pigment, derinin üst katmanında (epitel) ve altındaki bağ dokusunda bulunur. Kromatofor adı verilen özel hücreler, pigmentin taşınmasında ve yayılmasında kritik rol oynar.
  • Beyaz Deri: Pigment ya çok azdır ya da hiç yoktur, bu nedenle renk açık veya renksizdir. Kromatofor hücreleri bulunmaz.

 

Siyah derinin pigment açısından zenginliği ve kromatofor hücreleri, onu beyaz deriye göre daha baskın kılar.

 

Doku Dinamikleri ve Kimlik Mücadelesi

 

Deneyler, nakil sonrası dokular arasında aktif bir hücre göçü yaşandığını ortaya koydu: konak dokudan donör dokuya ve tersine. Bu süreçte doku özgüllüğü genellikle korunamadı; zira baskın olan konak doku, kendi özelliklerini dayatarak nakledilen dokuyu dönüştürme eğilimi gösterdi.

Loeb'in bulguları, deri rengini belirleyen asıl faktörün derinin altındaki destekleyici bağ dokusu değil, doğrudan epitel hücrelerinin kendisi olduğunu kanıtladı. Özellikle siyah epitel hücrelerinin, normalde beyaz deriye ait olan bağ dokusu üzerinde bile çoğalarak bölgeyi kalıcı olarak siyaha çevirebildiği gözlemlendi. Bu durum, siyah epitelin üstün bir karakter sergilediğini açıkça göstermektedir. Konak doku, yabancı dokuyu pasifçe kabul etmek yerine, onu aktif olarak dönüştürmeye çalıştı; başlangıçta tutunmuş gibi görünen nakledilen deri bile, zamanla konak hücreleri tarafından ele geçirilerek değişime uğradı. Bu süreç, vücudun yabancı dokulara karşı gösterdiği güçlü reaksiyonu ve kendi kimliğini koruma çabasını yansıtmaktadır.


Sonuç

Leo Loeb’in 1897’de gerçekleştirdiği deri nakli deneyleri, doku özgüllüğü ve nakil süreçlerinin biyolojik dinamiklerini anlamak adına çığır açıcı bir adım atmıştır. Zıt renklere sahip gine domuzları üzerinde yapılan bu çalışma, doku reddi ve uyum mekanizmalarına dair ilk ipuçlarını sunmuştur. Aşağıda, Loeb’in araştırmasında ele aldığı dört temel soruya verdiği yanıtlar özetlenmiştir.

 

1. İyileşme Sürecinde Neler Yaşandı?

 

  • Ne Aradı?: Nakledilen derinin yarayı kapatarak iyileşme sürecine katkıda bulunup bulunmayacağını ve bu sürecin nasıl işleyeceğini anlamak.
  • Ne Buldu?: Nakledilen deri başlangıçta tutunsa da, alıcı doku ile donör doku arasında bir çekişme yaşandı; çoğu nakil kısa sürede reddedildi.

 

2. Dokular Birbirine Nasıl Uyum Sağladı?

 

  • Ne Aradı?: Nakledilen dokunun alıcı dokuyla biyolojik olarak uyum sağlayıp sağlayamayacağını ve bu uyumun mekanizmalarını belirlemek.
  • Ne Buldu?: Uyum, doku tipi ve pigmentasyon farklılıklarına bağlıydı; siyah deri beyaz kobayda sıklıkla reddedilirken, beyaz deri siyah kobayda daha iyi tutundu ancak pigmentasyon dönüşümüne uğradı. Konak ve donör doku arasında bir çekişme yaşandı; baskın taraf, genellikle konak doku oldu ve nakledilen dokuyu kendi özelliklerine dönüştürme eğilimi gösterdi. Bu baskınlık, konak dokunun hücresel zenginliğinden, özellikle kromatofor gibi pigment taşıyıcı hücrelerin aktif göçü ve istilacı davranışından kaynaklandı, böylece nakledilen dokuyu hızla kendi yapısına benzetti.

 

3. Bu Uyumun Deri Rengi Üzerindeki Olası Etkisi Oldu mu?

 

  • Ne Aradı?: Nakledilen derinin renginin alıcı dokuyla etkileşimde değişip değişmeyeceğini ve pigmentasyonun nakil başarısını etkileyip etkilemediğini incelemek.
  • Ne Buldu?: Pigmentasyon etkilendi; beyaz deri siyah kobayda karardı, siyah deri beyaz kobayda soldu, bu da renk değişiminin nakil sürecinde rol oynadığını gösterdi.

 

4. Doku, Nakilden Sonra Kendi Kimliğini Korudu mu?

 

  • Ne Aradı?: Nakledilen dokunun alıcı organizmada özgün özelliklerini (örneğin pigmentasyon) koruyup koruyamayacağını araştırmak.
  • Ne Buldu?: Doku kimliğini koruyamadı; alıcı doku, nakledilen deriyi dönüştürerek kendi özelliklerini dayattı.

 

Nakil Türü

Başarı Oranı

Reddetme Riski

Pigmentasyon Değişimi

Reddetme (Abstoßung) Detayları

Zaman Çerçevesi

Gözlemler

Otolog (Aynı Bireyden)

Yüksek

Düşük

Yok veya minimal

 

 

 

Allojenik (Farklı Bireyden)

Düşük

Yüksek

Sıkça, özellikle zıt renklerde

 

 

 

Beyaz → Siyah

Orta-Yüksek

Düşük-Orta

Beyaz deri kararma eğiliminde

Genellikle ilk 14 gün içinde reddedilir, başlangıçta iyileşme görünümü; güçlü soyulma gözlenir; mikroskopik analiz, siyah epitelin beyazın altına ilerleyerek nekroza neden olduğunu gösterir.

8–14 gün

37 saat: Henüz reddetme yok, büyüme gözlenir; 8 gün: Bazı durumlarda reddetme, güçlü soyulma; 14 gün: Eğer hala varsa, pigment infiltrasyonu başlar, ancak daha sonra reddetme olabilir (örneğin, 4.5 hafta, 38 gün, 53 gün, devam eden soyulma).

Siyah → Beyaz

Düşük

Yüksek

Siyah deri solma eğiliminde, sık reddetme

Kenarlar genellikle ikinci hafta reddedilir, merkezi kısım bazen kalır; reddetme tekniğe bağlı değil, mikroskopik olarak doğrulanır; beyaz üzerinde siyaha göre daha az soyulma, ancak kenarlar 3 hafta sonra bile ayrılabilir.

10 gün–3 hafta

3.5 gün: İyi iyileşme, reddetme yok; 14 gün: Bazı kenar reddedilmesi, merkezi kısım kalabilir; 4.5 hafta: Kısmi reddetme, kenar ayrılması; hızlı pigment ilerlemesi (örneğin, 9–13 gün reddetme, sonra 21 gün pigment büyümesi).

 

Loeb’in 1897’deki öncü çalışması, doku naklinin karmaşık dünyasında konak ve donör dokular arasında kaçınılmaz bir "baskınlık mücadelesi" yaşandığını gözler önüne serdi. İmmünolojinin henüz ilk adımlarını attığı o yıllarda Loeb, nakledilen dokuların neden tutunamadığını açıklamak için "Abstoßung" (reddetme) kavramını literatüre taşıdı. Nitekim, kendi gözlemlerini "Was hier nun die Abstoßung des weißen Epitels veranlasste, ist aus diesen Präparaten nicht möglich zu erkennen" (Beyaz epitelin reddedilmesine neyin yol açtığını bu preparatlardan anlamak mümkün değildir) sözleriyle özetleyerek, ret olgusunu bilimsel tartışmaya açtı. 

 

Loeb’in kullandığı bu kavram, zamanla modern immünolojide “Abstoßungsreaktion” (doku reddi reaksiyonu) şeklinde standartlaşarak disiplinin temel taşlarından biri oldu. Gine domuzları üzerinde yürüttüğü allojenik nakil deneylerinde gözlemlediği reddetme süreçleri, ilerleyen yıllarda Murphy’nin “doku özgüllüğü” kavramını geliştirmesinin zeminini oluşturdu.

Bu alıntıda Loeb, beyaz epitelin reddedilmesinin gizemini tam olarak çözemediğini büyük bir alçakgönüllükle kabul etse de; modern immünolojinin temelleri için dev bir sıçramaydı. Loeb’in bu erken gözlemleri, o dönemde bir akciğer nakli yapılsaydı, konak ile donör organ arasında yaşanacak çekişmenin naklin başarısını şekillendirebileceğini adeta kehanet gibi öngördü.

 


  

20. yüzyılın başlarında, biyoloji ve tıp bilimleri, canlı organizmalar arasındaki etkileşimleri ve hastalık mekanizmalarını anlamaya yönelik önemli adımlar atıyordu. Bu dönemde, doku nakli (transplantasyon) ve kanserin doğası, bilim insanlarının en çok ilgilendiği konular arasında yer alıyordu. Özellikle farklı türler arasında yapılan doku nakillerinin neden başarısız olduğu ve bu başarısızlığın altında yatan mekanizmalar, büyük bir bilinmezlik oluşturuyordu.


The Rockefeller Tıp Araştırmaları Enstitüsü'nden James B. Murphy'nin 1913 yılında yayımladığı "Yabancı Tür Embriyosuna Doku Nakli: Doku Özgüllüğü ve Tümör Bağışıklığı Sorunları Üzerindeki Etkisi" başlıklı makalesi, bu alandaki bilimsel yaklaşım üzerinde de önemli bir etki yarattı. Murphy, dönemin hakim anlayışına meydan okuyarak embriyonik ortamın bağışıklık özellikleri ile doku nakillerinin başarısızlık nedenlerine dair yeni bir bakış açısı sundu. Farklı türler arasında yaptığı doku ve tümör nakli deneyleriyle, bağışıklık sisteminin aynı türden canlılarla farklı türden canlılara verdiği tepkiler arasındaki farkları ortaya koydu ve doku özgüllüğü ile tümör bağışıklığı konusunda dikkat çekici sonuçlara ulaştı.

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında, sıcakkanlı hayvanlar arasında doku nakillerinin genellikle başarısız olduğu biliniyordu. Murphy, bu durumu ilk kez "doku özgüllüğü" kavramıyla tanımladı. Buna göre bir doku, yalnızca ait olduğu canlının bünyesinde yaşamını sürdürebiliyordu. O dönemdeki bulgular, aynı türün farklı soyları arasında bile doku naklinin zor olduğunu gösteriyordu. Bu kuralın ne denli katı olduğunu ortaya koyan çarpıcı bir örnekte, beyaz farelerden alınan tümörlerin, yine aynı türden gri, kahverengi veya siyah farelerde gelişemediği gözlemlenmişti.

Bu başarısızlığın nedenlerine dair iki ana teori öne sürülüyordu:

 

1. Beslenme Yetersizliği (Atrepsi / Athrepsia Teorisi): Paul Ehrlich gibi bazı bilim insanları, yabancı dokunun konakçının kanından veya dokularından kendi yaşamı ve büyümesi için gerekli olan spesifik besin maddelerini alamadığı için hayatta kalamadığını savunuyordu. Bu teoriye göre, yabancı bir ortamdaki besinsel yetersizlik, dokunun tutunamamasının ana nedeniydi.

 

2. Bilinmeyen Bir Reddedilme Mekanizması: Murphy’nin araştırmaları, immünolojinin babalarından Ehrlich’in atrepsi teorisinin teorisinin embriyo nakil deneylerinde geçerli olmadığını gösterdi. Çünkü sıçan hücreleri, yabancı bir türün embriyosundan gelen besinleri başarıyla kullanabiliyordu. Bu durum, dokunun tutunamamasının sadece beslenme eksikliğinden kaynaklanmadığı, aksine bilim insanlarını henüz açıklanamayan bir "savunma mekanizması"nın yabancı hücrelerin varlığına tepki verdiğini düşündürüyordu. Ancak bilim insanları tarafından henüz "immün yanıt" olarak tanımlanmayan mekanizma, hem işleyiş hem de yapı açısından büyük gizemler içeriyordu.

 

Bu koşullar altında, farklı türler (heterolog nakiller) arasında doku nakli yapmak, o dönemin bilgisine göre neredeyse imkansız bir girişimdi ve beklenen sonuç, nakledilen dokunun hızla tutunamaması ve kaybolmasıydı.


Murphy'nin Çığır Açan Deneyleri ve Bulguları

 

Murphy, bu yaygın inanışlara meydan okuyarak, farelerden elde edilen Jensen sarkoması (bir tür fare kanseri dokusu) gibi kanserli hücreleri aldı ve bunları gelişmekte olan tavuk embriyosuna (civciv yumurtası) enjekte etti. Eğer Ehrlich'in athrepsia teorisi veya genel doku özgüllüğü prensibi tam olarak doğru olsaydı, bu kanser hücrelerinin yabancı civciv embriyosunda tutunamaması ve hızla yok olması gerekirdi.

 

Ancak, Murphy'nin deneyleri şaşırtıcı ve beklenmedik sonuçlar verdi:

 

  • Tümörlerin Başarılı Büyümesi: Jensen sarkoması, tavuk embriyosunda sadece hayatta kalmakla kalmadı, aynı zamanda ana sıçandaki kadar hızlı veya hatta daha hızlı bir şekilde büyüdü. Murphy, bu tümörleri bir embriyodan diğerine defalarca naklederek, yabancı tür olan civcivde en az 46 gün boyunca ve muhtemelen süresiz olarak canlı kalabildiğini gösterdi.

 

  • Diğer Dokuların Nakli: Sadece kanserli tümörler değil, Rous tavuk sarkoması gibi diğer hayvan tümörleri (ördek ve güvercin embriyolarında), fare ve insan sarkoması, fare meme karsinomu gibi çeşitli yabancı tür dokuları da civciv embriyosunda başarıyla büyüyebildi. Dahası, civcivin kendi böbrek, testis, yumurtalık gibi yüksek oranda organize normal dokuları bile, yetişkin bir civcive nakledildiğinde tutunamıyorken, embriyonik ortamda geçici olarak gelişim gösterebildi.

 

  • Beslenme Yetersizliği Teorisine Meydan Okuma: Sıçan hücrelerinin civciv embriyosunda uzun süre hayatta kalıp aktif olarak büyüyebilmesi, Ehrlich’in atrepsi teorisini doğrudan çürütmekteydi. Bu bulgu, yabancı hücrelerin embriyonik ortamdan besinleri başarıyla kullanabildiğini gösterdi. Ayrıca, embriyonun besin bileşiminin 'daha az spesifik' olduğu, yani yalnızca kendi türüne özgü besinleri değil, farklı türlerden gelen hücrelerin metabolik ihtiyaçlarını da karşılayabilecek kadar genel bir yapıya sahip olabileceği fikrini ortaya koydu.


Embriyonun "İmmünolojik Zayıflığı"

 

Murphy, bu şaşırtıcı başarının ardındaki temel nedenin, embriyonik ortamın kendine özgü bağışıklık sistemi özellikleri olduğunu ortaya koydu. Gelişmekte olan bir embriyonun bağışıklık sistemi, henüz tam anlamıyla olgunlaşmamış veya yabancı tehditlere karşı güçlü bir savunma mekanizması geliştirmemişti. Makalede belirtildiği gibi, embriyonun yabancı doku istilasına karşı mikroskop altında incelendiğinde bile herhangi bir tepki göstermediği gözlemlenmişti. Bu bağışıklık zayıflığı, nakledilen hücrelerin embriyo içinde kolayca göç etmesine ve yerleşmesine olanak tanımaktaydı.

 

Bu durum, yetişkin canlılarda görülen ve doku nakillerini engelleyen güçlü "doku özgüllüğü bariyerlerinin" veya "reddetme tepkilerinin" embriyoda henüz bulunmadığını gösteriyordu. Murphy, bu tespiti desteklemek için, çok genç hayvanların kanında hemolizinler gibi bazı önemli savunma veya bağışıklık maddelerinin ya çok az bulunduğuna ya da hiç gelişmediğine dikkat çekmiştir. Hemolizin (Etimoloji: Yunanca 'haima' (kan) + 'lysis' (çözülme) kelimelerinden gelir ve kanın çözülmesi anlamına gelir), kırmızı kan hücreleri de dahil olmak üzere yabancı hücreleri parçalayabilen bir maddedir. Bağışıklık sisteminin bu tür maddeleri üretememesi, yabancı hücreleri etkili bir şekilde yok etme yeteneğinin zayıf olduğunun bir göstergesidir. Yani embriyo, kendisini yabancı hücrelere karşı savunacak gerekli biyolojik "donanıma" henüz sahip değildi.

Daha sonraki yıllarda, göz, beyin ve testis gibi bazı doku ve organların "immünolojik ayrıcalıklı bölgeler" (immunoprivileged sites) olarak adlandırıldığı gösterilmiştir. Bu bölgeler, tam kapsamlı bir immün yanıttan kaçınmak için çeşitli özel mekanizmalara sahiptir. Ancak bu immün ayrıcalık, embriyodaki gibi pasif bir bağışıklık eksikliğinden değil; aktif immün baskılama süreçleri veya fiziksel bariyerler aracılığıyla gerçekleşmektedir. Mesela kornea da damar yapısının olmaması bağışıklık hücrelerinin buraya ulaşmasını zorlaştırır.

 

Adaptasyon ve Sonrası: Yetişkin Konakta Reddedilme

 

Murphy'nin deneylerinin bir diğer önemli bulgusu, nakledilen dokuların yabancı civciv embriyosu ortamında uzun süre büyümesine rağmen, kendi morfolojik (yani yapısal ve şekilsel) veya işlevsel özelliklerinde önemli bir değişiklik göstermemesiydi. Yani, sıçan kanser hücreleri civciv embriyosunda kaldıkları sürece ne yapısal olarak değişti ne de biyolojik olarak farklılaştı; sıçana geri aktarıldıklarında hala orijinal tipte sarkomlar üretmeye devam ettiler.

Daha da önemlisi, embriyoda yetiştirilen bu kanser hücreleri, yetişkin bir tavuğa geri nakledildiğinde, doğrudan sıçandan alınan hücrelerden bile daha hızlı bir şekilde tutunamadı ve yok edildiler. Bu şaşırtıcı sonuç, embriyo ortamının hücrelere herhangi bir "bağışıklık gücü" veya direnç kazandırmadığını, aksine onları yetişkin konağın gelişmiş savunma sistemine karşı daha da savunmasız hale getirdiğini gösteriyordu.

 

Murphy, bu reddedilmenin nedenini beslenme eksikliğinden ziyade, konağın aktif bir savunma sistemi olduğuna bağladı. Ona göre bu savunma sistemi (şimdiki adıyla bağışıklık sistemi), nakledilen dokunun ne kadar yabancı olduğuna bağlı olarak farklı güç ve hızda tepki veren bir mekanizmaydı. Yani doku ne kadar yabancı ise, tepki o kadar hızlı ve şiddetli oluyordu.

 

Kanser ve Bağışıklık Sistemi İlişkisi: Murphy'nin Ek Gözlemleri

 

Murphy, gerçekleştirdiği tümör nakilleriyle kanserin ilginç bir özelliğini keşfetti: Tümörler, başlangıçta yalnızca genetik olarak yakın bireylerde, yani kan bağı olanlarda büyüyebiliyordu. Farklı türlere veya genetik olarak uzak bireylere nakledildiğinde ise tümör gelişimi gözlenmiyordu. Bu bulgu, bağışıklık sisteminin "kendi" ile "yabancı" arasındaki ayrımı ne kadar hassas bir şekilde yaptığını açıkça ortaya koyuyordu

 

Ancak Murphy'nin gözlemleri, kanserin daha ileri ve agresif bir aşamaya ulaştığında bu genetik bariyeri aşabildiğini ve artık başka türlerde de büyüyebildiğini ortaya koydu. Bu bulgu, kanserin adaptasyon yeteneğine ve bağışıklık sisteminden kaçma mekanizmalarına dair ilk önemli ipuçlarını sunuyordu. Bağışıklık sisteminin tümörlere verdiği yanıt da bu kimlik tanıma sistemine sıkı sıkıya bağlıydı.

 

Sonuç ve Etkileri

 

Murphy'nin çalışması, doku naklinin ve tümör immünitesinin anlaşılmasında dönüm noktası niteliğindedir. Embriyonik ortamın, yetişkin organizmada var olan güçlü immünolojik bariyerlerden yoksun olduğunu deneysel olarak kanıtlaması, immünolojik tolerans kavramının ilk ipuçlarından birini sunmuştur. Murphy'nin bulguları, o dönemdeki atrepsi teorisi gibi beslenme odaklı reddedilme açıklamalarına meydan okuyarak, bağışıklık sisteminin yabancı dokuları tanıma ve onlara tepki verme yeteneğinin önemini vurgulamıştır.


Bağışıklık sisteminin biyolojik düzeyde sahip olduğu ‘zayıf noktalar’, etkin bir dış müdahale ile konağın içinde dokunun tutunabileceği uygun bir ortamın oluşturulabileceğine işaret ediyordu.

 

Bu çalışma, Peter Medawar ve ekibinin 1940'lar ve 1950'lerdeki "yenidoğan toleransı" ve "kazanılmış immünolojik tolerans" üzerine yaptığı ve Nobel Ödülü kazanan sonraki araştırmaların temelini atmıştır.Murphy'nin tümör nakilleri üzerine yaptığı çığır açan deneyler, tümör immünolojisi alanının doğuşuna zemin hazırlamış ve günümüzde kanser tedavisinde immünoterapilerin geliştirilmesine ilham vermiştir. Ancak, tümörlerin zamanla bağışıklık sisteminden kaçma mekanizmaları geliştirebildiğini ve bu yanıtın her zaman etkili olmadığını da unutmamak gerekir.


Murphy'nin Transplantasyon İmmünolojisine Diğer Katkıları: Lenfositlerin Merkezi Rolü ve Bağışıklık Reaksiyonlarının Keşfi

 

James B. Murphy'nin 1914 yılındaki araştırmaları sadece embriyodaki doku nakli başarısıyla sınırlı kalmadı; aynı zamanda bağışıklık sisteminin temel hücrelerinden olan lenfositlerin rolüne dair de çığır açıcı gözlemler içeriyordu. Vücudumuzun karmaşık bir bağışıklık sistemi vardır ve bu sistem, sadece bizi mikroplar gibi dış tehditlerden ve hastalıklardan korumakla kalmaz, aynı zamanda içsel tehditler olan potansiyel tümör hücrelerini kontrol etmek gibi kritik bir rol de üstlenir.

 

Murphy, yaptığı deneylerde, yetişkin tavuklardan alınan lenfositleri (bir tür bağışıklık hücresi) civciv embriyosu modeline eklediğinde, embriyonun dalaklarında belirgin bir büyüme (splenomegali) gözlemledi. Bu gözlem, daha sonra tıp dünyasında “graft-versus-host” (GvH) reaksiyonu olarak adlandırılacak olan önemli bir immünolojik tepkinin ilk ipuçlarından biriydi. GvH reaksiyonu, nakledilen dokunun veya hücrelerin (bu durumda yetişkin lenfositler) alıcının (civciv embriyosunun) vücudunu yabancı olarak algılayıp ona saldırmasıyla gelişen ciddi bir immünolojik tepkidir. Yani, yabancı doku pasifçe reddedilmek yerine, kendisi alıcıya karşı aktif bir saldırı başlatıyordu.

 

Murphy, bu reaksiyonlar ve diğer çalışmaları aracılığıyla, lenfositlerin doku reddinde ve tümör bağışıklığında merkezi bir rol oynadığını net bir şekilde gösterdi. Lenfositlerin, yabancı bir varlığa karşı tepki olarak lenf düğümlerinde çoğaldığını ve tüm vücudu etkileyebilecek sistemik bir bağışıklık yanıtı oluşturduğunu ortaya koydu.

 

Bu dönemde, 1920'lerde Loeb gibi araştırmacılar da doku nakillerinde lenfositlerin (lökositlerin, yani beyaz kan hücrelerinin bir alt grubu) rolünü detaylıca incelemişlerdir. Loeb, böbrek kapsülü altına yerleştirilen doku greftlerinde, greftin kaybının esas olarak lokal hücresel (lökosit) yanıtla ilişkili olduğunu göstererek Murphy'nin bulgularını desteklemiştir.

 

Ayrıca, James B. Murphy ve Arthur W. M. Ellis, hücresel bağışıklık kavramının anlaşılmasına da önemli katkılar sundular. Yaptıkları deneylerle, lenfoid dokunun (lenfositlerin bulunduğu dokular) tüberküloza karşı vücudun direnmesinde kritik bir rol oynadığını gösterdiler. Bu çalışmalar, antikorlar gibi hümoral (sıvısal) bağışıklığın yanı sıra, hücrelerin doğrudan etkileşimiyle gerçekleşen hücresel bağışıklık kavramının ilk ve somut örneklerinden biriydi.

 

Murphy, organ nakli sonrası vücudun verdiği bağışıklık tepkilerini hücresel düzeyde açıklayan ilk bilim insanlarından biridir. “Lenfosit Okulu”nun kurucusu olarak kabul edilen Murphy, yaptığı deneylerle özellikle lenfosit adı verilen bağışıklık hücrelerinin, nakledilen dokuyu nasıl tanıyıp nasıl tepki verdiğini gözler önüne sermiştir.

O döneme kadar doku reddi genellikle moleküler düzeyde ele alınırken, Murphy bu süreci hücreler arası bir savaş gibi değerlendirerek bağışıklık sistemine dair yepyeni bir bakış açısı geliştirdi. Özellikle radyasyon kullanarak yaptığı deneyler, bağışıklık sisteminin aslında dışarıdan yönlendirilebileceğini, manipüle edilebileceğini ilk kez gözler önüne serdi. Vücudun, yabancı dokuları ortadan kaldırmak üzere harekete geçen savunma mekanizmaları, bilinçli bir şekilde baskılanabiliyordu. Bu da, reddetme tepkisinin mutlak ve kaçınılmaz olmadığını; aksine, belirli müdahalelerle kontrol altına alınabileceğini gösterdi.


Özellikle tümör greftlerinin daha uzun süre hayatta kalabilmesi için lenfositleri hedef alarak bağışıklık tepkisini baskılamaya çalışması, tıpta çığır açan bir adımdı. Murphy’nin bu radikal yaklaşımı, daha sonra “immünosupresyon” olarak adlandırılacak olan bağışıklık sistemini baskılama stratejilerinin temelini oluşturdu.


Bugün bağışıklık sisteminin manipüle edilebileceğinin anlaşılması ve lenfositlerin organ nakli reddindeki rolünün ortaya konması, James B. Murphy’nin öncü çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Lenfositleri hedef alan ilaçlarla nakil reddini önlemede kullanılan immünsüpresyon yöntemi, bu köklü gözlemlerin mirasıdır.


Transplantasyonda immünolojik gelişmeler kanser alanından geldi.

 

Transplantasyon (doku ve organ nakli) alanındaki immünolojik (bağışıklık sistemiyle ilgili) ilerlemeler, aslında büyük ölçüde kanser üzerine yapılan araştırmalar ve laboratuvar ortamında gerçekleştirilen doku nakli deneyleri sayesinde ortaya çıkmıştır.


Kanserler temel olarak iki ana gruba ayrılır:

 

1. Sarkomalar

    • Köken: Kas, kemik, kıkırdak, yağ ve bağ dokusu gibi mezenkimal dokular
    • Özellikler:
      • Daha nadir görülen tümör grubu (%1'den az)
      • Kan yoluyla (hematojen) metastaz (yayılım) yapma eğilimi
      • Cerrahi olarak çıkarılması genellikle zor

 

2. Karsinomlar

    • Köken: Deri ve organların iç yüzeyini döşeyen epitel hücreleri
    • Alt Tipler:
      • Skuamöz (yassı epitel kaynaklı)
      • Adenokarsinom (bez epitel kaynaklı)
    • Özellikler:
      • En sık görülen kanser türleri
      • Lenfatik sistemle yayılım gösterir
      • Tedavide cerrahi, radyoterapi ve sistemik tedaviler kombinasyonu kullanılır

 

Tarihsel Gelişim:


Deneysel tümör nakli çalışmaları, bağışıklık sisteminin yabancı dokuları nasıl tanıdığını anlamamızda kritik rol oynamıştır. Özellikle:

 

  • Tümör nakillerinde görülen "tutunamama" fenomeni (19. Yüzyıl Sonları - 20. Yüzyıl Başları)
  • Konakçının tümör hücrelerine verdiği spesifik yanıtlar (yaklaşık 1930’lar)
  • MHC (Major Histocompatibility Complex) moleküllerinin keşfi (1960’lar) 

 

Bu bulgular, hem kanser immünoterapisinin hem de organ nakli immünolojisinin temel prensiplerini oluşturmuştur. Günümüzde, her iki alan da bağışıklık sisteminin dokuları nasıl tanıdığı ve yanıt verdiği mekanizmaları ortak şekilde incelemeye devam etmektedir.

Gelecek Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.2- Bağışıklık Sisteminin Anlaşılmaya Başlanması 

 

  

KAYNAKÇA:

 

      1. PAHSSc - Türkiye'de Akciğer Naklinin Tarihçesi
      2. A History of Organ Transplantation: Ancient Legends to Modern Practice - David Hamilton - 2012
      3. The Susceptibility of the Chorio-Allantoic Membrane of Chick Embryos to Infection with the Fowl-Pox Virus - PMC - 1931
      4. Xavier Bichat - Wikipedia
      5. Anatomie générale : : Xavier Bichat, 1771-1802 : Free Download, Borrow, and Streaming : Internet Archive - 1801
      6. Über den jetzigen Stand der Karzinomforschung - Paul Ehrlich - 1909
      7. Transplantability Of Tissues To The Embryo Of Foreign Species: Its Bearing On Questions Of Tissue Specificity And Tumor Immunity - PMC - James B. Murphy - 1913
      8. Über Transplantation von weisser Haut auf einen Defekt in schwarzer Haut und umgekehrt am Meerschweinchenohr : Loeb, Leo, 1869-1959 : Free Download, Borrow, and Streaming : Internet Archive - 1897
      9. Factors of Resistance to Heteroplastic Tissue-Grafting : Studies In Tissue Specificity. III. - James B. Murphy - 1914
      10. The Lymphocyte in Graft and Tumor Rejection
      11. Studies on X-Ray Effects: X. The Biological Action of Small Doses of Low Frequency X-Rays - PMC - James B. Murphy - 1922

 

  


Yazan: Kamil Hamidullah / KASIM 2023
Önceki güncelleme: 
Son güncelleme: Kamil Hamidullah / MAYIS 2025


 

Önceki Konu: Akciğer Naklinin Tarihçesi -2.25.4- Bağışıklık Yanıtının Mekanizmaları Açıklanmaya Başlandı 

 

 

 

#AkciğerNakli #PAHSSc #LungTransplant #OrganBağışı #OrganNakli #OrganDonation #LeoLoeb #JamesBumgardnerMurphy #JamesMurphy #JamesBMurphy #LTx

 

 



Eskişehir Web Tasarım